Akıl ve Amel
“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik bırakır” (Yûnus 100).
“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).
Akıl, amele geçmek ve eyleme yönelmek içindir. Yoksa akıl sâdece düşünmekle ve konuşmakla tezâhür eden bir şey değildir. En azından aklın ortaya koyduğu şeylerin hak olup-olmadığı amele-eyleme dönmedikçe belli olmaz. Aklın ortaya koyduğu düşüncelerin sağlaması ancak ameldeyken yapılabilir. Amele dönmediğinde tüm düşünceler ve teoriler ancak bir iddia ve hipotez olarak kalır. O hâlde aklın amele dönmesi zorunludur. Bu yöneliş ya Allah-merkezli olmak yada şeytan, nefs ve tâğut-merkezli olur. Aklın doğru çalışması ve hayır üretmesi için aklın Allah-merkezli olması zorunludur. Aksi-hâlde Allah’sız modern akıl ve teknolojinin yaptığı gibi fitne çıkarır ve her-şeyi ifsâd eder. Kısmî yararları da yok olur gider.
Peki bu niçin böyledir?. Çünkü vahye bağlı olmayan akıl hiç-bir zaman yeterli olmaz ve modern-bilim ve teknolojinin, araştırmaların vs. ilerlemesi hiç-bir zaman bitmeyeceği için aklı kusursuzlaştırmaz ve tam yetkin kılmaz. Bu nedenle de aklın, âlemlerin rabbi olan Allah’a bağlanması gerekir ki bu bağlanma elbette vahiy ile olacaktır. Vahiy-merkezli olmayan yâni Allah’ın emir ve nehiylerine göre olmayan amel-eylemler sünnetullah gereğince mutlakâ fitneye sebep olur ve ifsâd eder. Taha Abdurrahman akıl ve vahiy farkından bahsederken şunları söyler:
“Akıl yeterli olmadığı ve olmayacağı için vahiy vardır. Bir-takım şer’î hükümler vardır ki insanlığa beşer aklının üretmiş olduğu pozitif hükümlerden daha çok hizmet etmiştir. Bu şer’î hükümler neden pozitif hükümlerin üstündedir?. Zîrâ şer’î ahkâm, insan aklının en son gelişim noktasında ulaşabileceği bir zirve noktasında durmaktadır. Şer’î hüküm, insan aklı, kemâl noktasına ulaştığında ancak kavrayabileceği bir hükümdür. Beşerî hüküm ise gelişimini tamamlamamış insan aklıyla ulaşılan eksik bir hükümdür. Akıl gelişimini tamamlamadığı için beşerî hükümler şer’î hükümlere mutâbık değildir.
Şeriata uygunluk, fayda celp etmek ve teoriyi aşıp pratiğe geçmektir. Çünkü şeriata uymayan amel, aklı doğrultucu bir amel olamaz. Zîrâ böyle bir eylemin teorik yapısı ne denli güçlü olursa-olsun, ‘âdem-i yakîn’ vasfından dolayı iyilik yapmak isterken kötülüğe sebep olması muhtemeldir. Nitekim batı’lı modern insan, asırlardır ‘aklı birleştirmeye’, ‘kâinâtı aklîleştirmeye’, ‘âleti kontrôl altına almaya’ ve ‘bilimi tanzim etmeye’ yönelmiş olmasına rağmen, bu yönelimin şeriatta tecelli eden ilâhî irâdeye uygun olup-olmadığını umursamadığı için gerçekleştirdiği eylemler kötülüklerle sonuçlanmış ve insanlığa getireceğini vâdettiği değerlerin zıddını ifrâz etmiştir. Aklı birleştirmeyi hedeflerken çoklu hâle getirmiş, aklîleştirmenin yerine irrasyonel bir yönelime sebep olmuş; âleti değil, insanı itaati altına almış ve bilimi tanzim etme yerine dağınıklaştırmıştır. Şeriata uygunluğu ilke edinmeyen bir yönelim, eğer insanoğluna çok yakın olan maddî meselelerde bu kadar tökezliyorsa o zaman kendisine uzak olan geleceğe ve gayba âit hususlarda çok daha beter olacaktır.
Şer’î amelin getirdiği faydalar, gayr-i şer’î eylemlerin getirdiği faydalardan farklıdır. Şöyle ki, gayr-i şer’î eylemin yararı sırf maddî, sathî ve bireysel olmanın ötesine geçemez; oysa şer’î maslahatlar, bâzı yüce değerlerle kayıtlıdır ki, bu değerler onu maddî olanın dar ufkunun üstüne çıkarır ve sâdece bu dünyâyı îtibâra alma yüzeyselliğinden kurtarır. Böylece şer’î amel, insana elde etmeye çabaladığı faydalarda sâdece kendi arzu ve isteklerini merkeze almasını ihtiyârî olarak terk ettirir. Şer’î ameli îcap ettiren ilkeleri teoride bırakmayıp pratiğe aktarmak vasfı ise, dîni yaşanılan ve gözlemlenen bir gerçeklik hâline getirir ki, bu durum insanın sâhip olduğu ilmi yüceltir. Zîrâ ‘her ilmin değeri, amele taâllûk ettiği kadardır’. Bunun yanı-sıra insanın algı güçlerini genişletir; çünkü kulu donuk alışkanlıklardan ve fâsit îtikatlardan kurtaran ibâdetler, onun basîretinin önünde alabildiğine derinlikli ve engin bir-çok ince meselenin idrâkine ufuklar açar. Böylece onun düşünüşü daha muhkem ve daha nüfûz edici hâle gelir. İbâdetin diğer bir faydası da insanı inhiraftan koruması ve sürekli olarak onun istikâmetini düzeltmesidir”.
Modern batı aklı, aklın her-şeyi halledebileceğini, insanın aklıyla doğaya egemen olabileceğini, tüm sorunları çözüp Dünyâ’yı cennete çevirebileceğini zanneder. Oysa bu ideâl, aklın ilahlaştırılmaya başlandığı son 200-250 yıl içinde mümkün olmamıştır, olamaz da. Çünkü âlemleri yaratan Allah’ı hesâba katmadan ve O’nu dışlayarak bir şeylerin aynen göklerdeki gibi düzgün gidebilmesi ve göklerdeki gibi muazzam bir nizam kurulması imkânsızdır.
Amel bilgi değildir ve amelin bilgisi amel değildir. Zâten bilgi de ancak amel-eylem hâlindeyken tamamlanır ve netleşir. Hak olan bir bilgi amelde çelişki çıkarmaz ve zarar yerine yarar sağlar.
Amel ve eylem ancak Allah’ın emirleri ve nehiyleri doğrultusunda olunca sorun çıkmaz ve her-şey doğal, normâl ve fıtrata uygun olur. Amel-eylem ise, ancak vahiy-merkezli çalıştırılan akıl ile tezâhür edince yarar sağlar ve doğru ve iyi sonuç verir. Fakat akıl vahye değil de mecbûren şeytana, nefse ve tâğutlara uyunca, nefse uygun ama rûha ve fıtrata aykırılık üretir ve ifsâd eder. Çünkü akıl sonsuz değildir ve aklın bir sınırı vardır. Hattâ aklın en önemli aracı olan matematiğin bile sınırları olduğu artık net olarak açığa çıkmıştır. Gerçekte vâr olmayan şeylerin matematikte doğru gibi gösterilebilmesinin mümkün olduğunu ünlü matematikçi Sir Herbert Dingle şöyle açıklar…
“Matematiğin lîsânı içinde biz doğrular kadar yalanlar da söyleyebiliriz. Ve matematiğin sınırları içinde bunların birini diğerinden ayırma şansı yoktur. Kısaca, matematikte soyut/teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir karşılığının olmasını gerektirmez”.
Ünlü matematikçi Freemann J. Dyson:
“Henüz insan aklı fiziksel evreni, matematiksel evreni yada bunlar arasındaki ilişkileri tam olarak anlamanın yakınında bile değildir” der.
Demek ki sınırsız olan hiç-bir şey yoktur ve bizim ulaşabileceğimiz en üst sınır, vahiy ile bildirilenlerdir. Zîrâ sâdece vahiyde bir çelişki yoktur. Çünkü vahyi indiren, “gökleri de yaratan”dır. Göklerde nasıl ki muhteşem bir âhenk varsa, vahiy de işte öyle bir âhenge ve doğruya iletme içeriğine sâhiptir.
Matematikçi Kurt Gödel’in teorileri de aklın sınırlarını delilleriyle ispatlamıştır. Şöyle ki, akıl her-şeyi kuşatamaz; çünkü aklın kendisi de bu “her-şeyin” bir cüzüdür. Cüz, küllü nasıl kuşatsın ki?. Kezâ, akıl kendisi üzerine delil getiremez; çünkü kendi zâtını delillendirmesi için kendisinin üstünde daha güçlü vesîlelere sâhip başka bir akla ihtiyâcı vardır. Bu başka aklı delillendirmek için de onun üstünde bulunan bir akla gereksinim vardır. Bu durum bitmeyen bir silsile içinde böylece sürer gider ve eğer aklın rütbesindeki vesîlelerle onu temellendirmeye kalkarsak kısır-döngüye düşeriz. Demek ki, aklın aşamadığı sınırları vardır ve bu husus matematiksel olarak temellendirilmiştir.
Aslında akıl ile amel birbirinden ayrılamaz. Çünkü akıl bir şey üretmişse mutlakâ amele dönmeye zorlar ve amelde o üretimin ne ve nasıl olduğu belli olur. Amel ise mutlakâ bir aklın ve düşüncenin sonucudur. Aklın ve amelin birbirinden ayrılması modernite ile ortaya çıkmıştır ki modernite de bu ayrılığı Yunan aklına dayanarak yapmıştır. Yunan aklı akıl ile ameli ayırmıştı. Akıl ile amel ayrıldığında insanlar sâdece akıl yürütmenin yeterli olduğunu ve amele dönmese yada amelde farklı ve yanlış olsa da aklın ürettiklerinin yine de doğru olduğunu düşünüyorlardı ki bu zihniyet moderniteyle birlikte günümüzde de hâkimidir. Amelde-eylemde zarar vermesine rağmen teoride doğru gözüktüğü ve “aşılamayan bir teori”(!) olduğu için zarârlarına rağmen “aşılamayan akıl yürütmeler” yapılır. Çünkü akıl sonsuz güçte değildir ve bir sınırı vardır. O sınır ancak vahiy ile aşılabilir. Vahyi yâni Allah’ı hesâba katmayanlar aklın sınırlandığı yerde, o akla göre olan amel ve eylemin yâni pratiğin kötü sonuçlarına katlanmak ve ileride bu durumun aklı daha fazla kullanmakla aşılacağı umûdu ile yaşamak zorunda kalırlar.
Akıl ile amelin birbirinden ayrılmasının Yunana dayandığından bahseden Taha Abdurrahman bu konuda da şunları söyler:
“Çünkü Yunanlar amelî-hayat ile ilmî-hayâtın arasına fark koyarak düşünce-hayâtını amelî-hayattan bir-kaç derece üstün sayarlardı; oysa İslâm medeniyetinde ilim ile amel birbirini müstelzimdir, biri olmadan diğeri makbûl değildir. Hattâ amel, İslâmî pragmatikte aklın temel asıllarından biridir. Nitekim akıl, müslümanların cumhuruna göre, sağlam bir amelin eşlik ettiği ilim tahsiline alâmet sayılır. Bu amel ister ibâdet, ister davranış, isterse tecrübe olsun. Bu hususta Fârâbî şöyle der: ‘Müslümanların cumhuru, akıllı (âkil) kelimesi ile fazîletli olan ve seçilmesi gereken hayır ile kaçınılması gereken şerri tespit etmekte sağlam bir muhâkemeye sâhip kimseyi kastederler. Kafası şerre iyi çalışana bu ismi vermezler; bilakis ona ‘dâhiye’ sözcüğünü kullanırlar’. Kezâ Gazzâlî, aklın mânâlarını sayarken ısrarla onun amelle olan ilişkisine vurgu yapmıştır. Zîrâ şöyle demiştir: ‘Akıl, ilim ile ameli cem eden kimse için kullanılır; müfsit bir kimse son derece zekî de olsa ona ‘akıllı’ denmez.
İslâmî pratiği tanzim eden bu ilke dikkate alındığında, bu pratiğin, mücerret aklın engellerinden hangi yolla kurtulduğu da görülür. Bu yol, İslâm pratiğinin mücerret aklı kusur ve noksanlıklarından arındırıp eksiklerini tamamlaması yönündeki etkinliğidir. Bu ikmâl ve tekmil faaliyeti, mü’mini ‘amel etme’ gücüyle donatmakla ve onun teorik aklını, müşahhas amel üzerine kurmakla gerçekleşir. Böylelikle amel sâyesinde mücerret aklın ufku o kadar açılmaya, genişlemeye ve derinleşmeye başlar ki, ‘amel etmekle aklî faaliyetler bir bakıma aşılanmış ve verimli hâle gelmiş olur”.
Teknoloji Allahsız modern-bilimsel aklın eylemidir fakat bu eylem hayırlı bir amel değildir ve bu nedenle hayırdan çok şerri ortaya çıkarmaktadır. Zâten insanlığı da bir türlü düze çıkaramamaktadır. Çünkü Allah’tan kopuk akıl ve amel sonuçta mutlakâ zarar verir ve ifsâd eder. Allah’tan kopuk olan her-şey mutlakâ zarar verir yada zarârı yarârından daha çok olur.
Modern müslümanlar da artık amel-eylemden koptular ve sâdece teorik çalışmalar yapıyorlar ki bu nedenle de aklı aşırı öne çıkarıyorlar. Bu durum aklın ilahlaştırılmasına kadar gitmektedir. Çünkü amele-eyleme dönmediğinde akla yönelmek aşırılaşır ve akıl ilahlaşmaya başlar.
Amelden-eylemden yoksun ve kopuk “salt ilmî çalışmalar”la bir şeyin düzeltilemeyeceğinin delîli, “modern-entelektüel İslâmî çalışmalar”dır. Amel ve eylemin zorluğunu göze al(a)mayanlar, “Kur’ân’ı anlayarak okuma”yı hayâtın tek amacı yapıyor. Amele-eyleme dökmedikten sonra, Kur’ân’ı, dönüp-dönüp anlamayarak “Arapça okumak”la, dönüp-dönüp anlayarak “Türkçe okumak” arasında bir fark olmaz. Amel-eylem hâlinde olmayan din, hurâfelerle kuşatılır. Bu hurâfeler ya klâsik yada modern hurâfeler olur.
Ameli-eylemi belirleyen Rabb’tir. Amelinizi-eyleminizi kim belirliyorsa, Rabbiniz odur. Ameller niyetlere göredir, peki niyetler neye göredir?. Niyetler İslâm’a ve îmâna göre olmalıdır. Ateş olmayan yerden duman çıkmayacağı gibi; îman olmayan yerden de hayırlı amel çıkmaz. Yada “hayırlı amel çıkmıyorsa îman da yok gibidir” denebilir.
Belli bir sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik hayat-tarzı, belli bir düşünce-şekli oluşturuyor ve o kişi artık ona göre düşünüyor ve hareket ediyor. Vahiy ise, müslümanlar için tüm durumlarda düşünce, bilgi, bilinç ve amel-eylemin kaynağıdır.
Bir düşüncenin sağlamasının doğru olarak yapabilmesinin tek yolu, o düşüncenin amel-eylemde nasıl tezâhür ettiğine-edeceğine göre olabilir ancak. Yoksa bir düşüncenin başka bir düşünceyle doğru olarak sınanması zordur. Zîrâ o yeni düşüncenin de sınanmaya ihtiyâcı vardır. O hâlde amel ve eylemle sınanmamış düşüncelerin “kesin doğruluğuna” güvenilemez.
Amelle yorulmadığımız için, bizde bir “inanç yorgunluğu” oluşmuştur. Biz Kur’ân’ı okuduktan sonra amel-eyleme dönerek “güzel örneklik” olan Sünnet’i tâkip etmediğimiz için, Dünyâ’ya “güzel örnek” olamıyoruz. Sahih Sünnet, “Kur’ân makâmındaki amel”dir. En doğru söz Allah’ın sözüdür (Kur’ân), en doğru amel ise Peygamber’in amelidir (Sünnet).
Kâlpler sâdece söz ile değil, söz ve amel bütünlüğü ile mutmain olur. Bu nedenle “kubbede hoş bir sedâ bırakmak” yetmez, Dünyâ’da “devâm eden bir amel” (sadaka-i câriye) bırakmak da önemlidir.
Tevrat’la amel edeceğine söz verip de “Cumartesi Yasağı”nı çiğneyerek sözünden dönen yahudiler, “maymun ve domuz” oldular. Şimdi müslüman(!) olarak sözümüzde durmadığımız için, biz de “maymun ve domuz” mu oluyoruz acaba?. Çünkü Allah’a verdikleri “söz”ü tutmayanlar maymunlaşırlar ve de domuzlaşırlar.
Bizim söylemlerimizin doğruluğu yada yanlışlığı, amele-eyleme dönmediği için açığa çıkmıyor. Peki daha ne zamâna kadar kelimeleri süsleyip-püslemeye devâm edeceğiz?. Ne olursa, başımıza ne gelirse tavrımızı değiştirip de amele-eyleme döneceğiz?. Şunu da söyleyelim ki, yapılan bâzı küçük etkinlikler yaralı olabilse de, Kur’ân’ın bahsettiği “sâlih amel-eylem” değildir.
Allah rızâsına uygun yapılan en küçük bir amel-eylem; aklın ortaya koyduğu en ileri “soyut” teoriden üstündür. Vahiy-merkezli olmayan amel, insanı temiz kılmaz ve temiz tutmaz. Allah’ın dînini hayâta hâkim kılmak adına vahiy-merkezli sâlih amel ve eylemde olunmadıkça “temiz” kalmak imkânsızdır. Temiz olmayanların ise Kur’ân’a dokunması ve Kur’ân’a göre yaşaması beklenemez.
Din, ilim ve ameldir. İnsan rûhu, ancak ikisi birlikte olursa mutmain olur. Akıl da ancak, vahiy-merkezli bir ilim ve amel-eylem ile doruğuna çıkabilir ve en doğruya ulaşabilir. Aksi-hâlde şeytan, nefs ve tâğutlar başımıza ceberrut kesilir ve bizi kuşattıkça kuşatırlar.
Allah’ın size rûh üflemesini istiyorsanız Kur’ân’ı okuyun ve vahiy-merkezli akleden bir kâlbe sâhip olun; o aklın hayatta “hak ve hakîkat” olarak görünür olmasını istiyorsanız, Kur’ân’ı amele-eyleme dökün.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.