
Bir Şeyh Galib Biyografisi
11. baskısı Kapı Yayınları’ndan 2017’de yapılan Kuğunun Son Şarkısı, edebiyat camiası arasında her biyografiye nasip olmayacak bir baskı sayısına ulaşarak en çok okunan biyografi eserlerinden biri olmuştur. Eserin yazılma hikâyesinin arkasındaki hadise kitabın oluşum seyrini öğrenme açısından önem arz etmektedir. Mart 1995 tarihinde Hüsn ü Aşk konulu Seyh Gâlib Günleri adlı bir sempozyum organize edilmiştir. Aynı çerçevede Cinuçen Tanrıkorur tarafından organize edilen bir konser düzenlenir. Musikimizin en büyük icracılarından biri olan Alaeddin Yavaşca da bu konserde sahne almıştır. Yavaşca ise Şeyh Gâlib’in çağdaşlarından III. Selim, Dede Efendi ve Şakir Ağa gibi büyük bestecilerin eserlerini seslendirmiştir. Sempozyumda Orhan Okay, Hilmi Yavuz, Mustafa İsen, Hüsrev Hatemi, İskender Pala gibi isimler ve Beşir Ayvazoğlu birer bildiriyle yer almıştır.
Sempozyum kitabının editörlüğünü Beşir Ayvazoğlu kendisi üstlenmiştir. Bildiriler arasında büyük şairin hayatına yer yer temas edilse de, sistematik bir şekilde yazılmış bir biyografiye ihtiyaç vardır ve böylelikle Ayvazoğlu Şeyh Gâlib Kitabı’nı kendisi 1995’te kaleme almıştır. Ayrıca bu kitaba Gâlib’in üç çağdaşı hakkında yazdığı metinleri de eklemiştir. Bunlardan birincisi Dede Efendi’dir. Gâlib’in çilesini çıkardığı Yenikapı Mevlevîhanesi’nde aynı şeyhten el almış büyük bir musikişinastır. ‘Kuğunun Son Şarkısı’ adı bir efsaneden esinlenerek bir hayli de değişerek Kaknus efsanesine dönüşmüş ve zamanla İslâm edebiyatına mal olmuştur. Feridüdin Attar’ın Mantıku’t-Tayrında geniş bir biçimde anlatılan bu efsaneye göre, Hindistan’da yaşadığı farz edilen kaknusun gagasında, her birinden ayrı bir musiki nağmesi çıkan üç yüz altmış delik varmış. Bir bilge, onunla bir süre yaşadıktan sonra gagasından çıkan sesleri taklit ederek makamları icat etmiş. Yeryüzünde tek olan Kaknus bin yıl yaşar, öleceğini hissettiği zaman çalı çırpı toplayarak tepe gibi yığar, üzerine çıkar ve binbir çeşit nağmeyle feryada (yani son güzel şarkısını söylemeye) başlarmış. Bir nefeslik ömrü kaldığını anlayınca kanatlarını şiddetle çarparak kıvılcımlar çıkaran Kaknus, tutuşan çalı çırpıyla birlikte yanıp kül olmuş. Fakat bu aynı zamanda onun için yeni bir başlangıçmış. Çünkü bir zerre bile ateş kalmayınca küllerinden yeni bir Kaknus doğarmış. Ve bu yanıp yok oluş, sonra yeniden doğuş sonsuza kadar aynı şekilde devam edecekmiş. Bu kitapta Hattat Mustafa Râkım’la Hâlet Efendi’nin biyografileri de yer almaktadır. Râkım, Şeyh Gâlib gibi 1757 yılında doğmuş ve ağabeyi Hattat İsmail Zühdî tarafından yetiştirilmiş büyük bir hattattır. Hâlet Efendi’ye gelince: Gâlib’in dervişlerinden ve dostlarından olan bu muhteris adamın yakın tarihimizdeki meşum rolü çok önemlidir.
1757 doğumlu Şeyh Galib’in asıl adı Mehmed Esad’dır. Babası Gâlib’i mahalle mekteplerine ve medreseye emanet etmemiş, kendisi eğitmek istemiştir. Çok genç yaşta Arapça ve Farsçanın yanı sıra, Ali Şir Nevâî’yi okuyabilmek için Doğu Türkçesini öğrenip Çağatay lehçesiyle gazeller yazmıştır. Gâlib, içindeki muhteşem şiir cevherinin farkına vardıktan sonra, farklı olmanın yollarını aramaya başlayacak ve Sebk-i Hindî üslubunun büyük temsilcilerinden Şevket-i Buhârî’yi keşfederek onunki gibi ince ve girift hayallere, işitilmedik teşbih ve mecazlara dayalı bir şiirin ardına düşecektir.
En büyük hedeflerinden biri, şiirini, çağdaşlarının tekrarlamaktan bıkıp usanmadıkları eski teşbihlerden, mecazlardan, mazmunlardan arındırıp yepyeni bir şiir kurmak, yepyeni bir yol açmaktır. Bir süre Esad Gâlib şeklinde iki mahlası birlikte kullanan, daha sonra Gâlib’de karar kılan şair, bütün gücüyle divanını tamamlamaya çalışmaktadır. İki mahlasla söylediği şiirleri bir araya getirip divanını geleneklere uygun olarak tertip ettiğinde tarih 1195’tir (M.1780) ve Gâlib henüz yirmi dört yaşındadır. Artık edebiyat mahfillerinin aranan şairleridendir. Bir gün muhtemelen bir kahvede şairler bir araya gelmiş, her zamanki gibi şiirden söz etmektelerken, o gün Hayrâbâd okunup şairi hayırla anıldıktan sonra, içlerinden biri, Nâbînin seviyesine ulaşmanın, hatta ona nazire yazmanın mümkün olmadığını söyleyerek övgüde bir hayli aşırıya kaçar. Kendine ve şiirine son derece güvenen Gâlib, nedense imtihan edildiği duygusuna kapılarak toplantıda itirazsız kabul edilen bu iddiaya karşı çıkar ve büyük bir cesaretle Nâbî’nin intihalde bulunduğunu iddia eder. Yere göğe sığdırılamayan bu büyük şairin Hayrâbâd’ı Feridüddin Attar’dan çaldığını iddia etmektedir. Nâbî, yeni bir yol açamamış, eskileri taklit etmekle yetinmiştir. Esad Gâlib, o gün bu sözlerini dehşet içinde dinleyen arkadaşlarının Hayrâbâd seviyesinde bir eser yazarak iddiasını ispat etmesi yolundaki tekliflerini hiç tereddüt etmeden kabul eder. İddiasının arkasında durup yeni bir ses bulmak, kendi ifadesiyle “bir başka lügat tekellüm etmek” zorundadır. Hüsn ü Aşk’ı altı ay gibi kısa bir sürede yazmıştır. Ortaya hem geleneği devam ettiren hem de ona yeni bir ruh üfleyen, benzersiz bir eser çıkmıştır.
Gâlib, yaptığı işin büyüklüğünün farkındadır ve bunu eserinin sonunda biraz da meydan okuyucu bir edayla ifade etmiştir. “Tarz-ı selefe takaddüm etdim Bir başka lügat tekellüm ettim” Gâlib’e göre, Arapça kelimeler, işitilmedik sözler, ağdalı tabirler, zincirleme tamlamalar inşa için ziynet sayılsa da, Türkçe şiire söyleyiş ve anlam bakımından sıklet vermekten başka bir işe yaramaz, “bir iki hoşça tabir” bulmakla da şair olunmazdı. Hele “dünya fâni, ahiret baki” gibi herkesin bildiği, orta malı hakikatleri büyük bir hikmet söylüyormuş gibi tekrarlamakla şair olunmazdı. Esasen şiir tam açıklığı (bedîhî-i tâm) kabul etmez, başka bir ifadeyle, manası apaçık söz şiir sayılmazdı. Bir şair için herkes tarafından anlaşılmayı ve beğenilmeyi de bir kusur olarak gören Gâlib, bu fikrini “afet bana i’tibâr-ı âmme” mısraıyla açıklayarak, “şöhret afettir” sözünü bir çeşit estetik ilkesine dönüştürmüştür. Gâlib’e göre, yeni söz söyleme imkânının kalmadığı iddiası doğru değildir. Varlıkta değişme ve yenilenme varsa sözde de olmalıydı. Zira “kullarına söz feyzini ihsan eden Allah feyyâz-ı sühandır ve feyz-i sühan sonsuzdur.”
Bir başka husus da III. Selim’in Gâlib Dede’ye hayranlık duyduğuydu. Ancak bu ilginin ardında politik hesapların da bulunduğu unutmamalıdır. Yeniceri Ocağı’nı kaldırarak yeni bir askerî teşkilat kurmak isteyen “müceddid” padişahın, ocağın mensup olduğu Bektaşiyye’ye karşı Mevleviyye’yi desteklemek, bunun için de Mevlevî önderlerini arkasına almak istediği düşünülebilir. Bu iki büyük şahsiyetin dostluğu, esasen -biri çok büyük bir bestekâr, diğeri deha sahibi bir şair olarak- mukadder gibidir. Selim’in, cülusundan kısa bir süre sonra, Mevlânâ’nın kabrine örtülmek üzere Konya’ya göndereceği pûşîdeye işlenecek beyti Gâlib Dede’den istemesi, sadece Hüsn ü Aşk gibi bir şahesere imza atmış büyük bir şaire hak ettiği itibarı göstermek için değil, aynı zamanda bu yolla onun desteğini kazanmak içindir. Gâlib çiçeği burnunda hükümdarın beklentisini boşa çıkarmaz ve “arzû-yı şâhâne”yi tek bir beyitle değil, sıkı bir dostluğun başlamasına yol açan koca bir terci-i bendle yerine getirir. Şeyh Galib, sadece padişahtan değil, annesi Mihrişah Valide Sultan ile kız kardeşleri Beyhan ve Hatice Sultanlardan da büyük yakınlık görmüştür. Sultan hanımlar tarafından “Pamuk Şeyh” diye anılan Gâlib’in sarayla bu içli dışlılığı, Beyhan Sultan’la aralarında bir gönül ilişkisinin bulunduğuna dair rivayetlerin çıkmasına da sebep olur. Bu rivayetin doğruluk derecesini kestirmek zor; ancak Divan’ında Beyhan Sultan’ın dört kaside, beş tarih ve bir terci-i bendle ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu bir gerçektir.
Gâlib’in orta boylu, beyaz tenli, son derece iyi giyinen, yakışıklı, üstelik büyük bir şair ve Galata Şeyhi olarak Beyhan Sultan’ın gönlünü çalmış olması hiç de uzak bir ihtimal değildir. Ali Nutkî Dede, eski musikimizin en büyüklerinden Hammamizâde İsmail Dede Efendi’nin de şeyhidir. İsmail, Gâlib’in Galata Mevlevîhanesi’nde şeyh olduğu yıllarda, Yenikapı Mevlevîhanesi’nde çileye soyunur ve büyük şairin Hakk’a yürüdüğü yıl Dede ünvanını alarak hücrenişin olur. Ayvazoğlu’nun da belirttiği üzere bu iki büyük adamın birbirlerini yeterince tanıma fırsatı bulamadıklarını sanıyoruz. Galib, 3 Ocak 1799’da vefat ettiğinde 42 yaşındaydı. Gâlib’in son birkaç ay içinde şiddetlenen hastalığının mahiyeti hakkında kesin bir bilgi olmasa da ancak verem olduğu yolundaki şifahi rivayetler doğru kabul edilebilir. Ayvazoğlu’na göre, öldüğünde sakallarında bir tek beyaz bile yoktur.
Şeyh Gâlib’in cenazesi yıkanırken onu son olarak görmek isteyen babası Mustafa Reşid Efendi’nin teneşirin başında: “Ah oğul, bu tahtaya kara sakal yakışmıyor” dediği bilinmektedir. Cenazesi Mevlevî geleneklerine göre yapılan büyük bir törenle Galata Mevlevihanesi’nin avlusuna gömülmüştür. Hüsn ü Aşk’taki imaj dünyası, kendisinden sonra gelen çok sayıda şairi de etkilemiştir. Muallim Naci’den, Abdülhak Hâmid’e Cenab Şahabeddin’den, Ahmet Haşim’e ve Sezai Karakoç’tan Hilmi Yavuz’a kadar birçok şairi etkilemiştir. Nâzım Hikmet’in de divan şiirine ve özellikle Şeyh Gâlib’e ilgi duyduğu bilinmektedir. İsmail Habib Sevük’ün anlattığına göre bir gün Nâzım Hikmet, bir sohbet sırasında Mayakovski’ye onun ünlü Tard ü Rekb’inin ikinci kıtasını okur ve tercüme eder: “Bu şu’lesi var ki şem’-i cânın, Fânûsuna sığmaz âsmânın” Sevük’ün ifadesine göre, bu tercümeyi beş altı defa dinleyerek her defasında yerinden sıçrayan Mayakovski, en sonunda Nâzım Hikmet’e aynen şunu söylemiştir: “Bizim ulaşmak için çırpınıp durduğumuz şiir idealine meğer sizin eski şairleriniz çoktan ermişler.”
1940 Kuşağı’nda ise Şeyh Gâlib’le derinlemesine ilgilenen tek şair, Asaf Hâlet Çelebi’dir. Şeyh Gâlib etkisi açık bir şekilde görülen Hilmi Yavuz ise, dublaj Türkçesinin yaygınlaştırdığı “Kendine iyi bak” sözü yerine Gâlib’e uyarak “Hoşça bak zâtına” tabirinin kullanılmasını teklif etmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın büyük romanı Huzur’da da Mümtaz, Şeyh Gâlib’i konu aldığı bir roman üzerinde çalışmaktadır. Hüsnü Aşk şairinin, III. Selim’in kız kardeşi Beyhan Sultan’a duyduğu iddia edilen aşkla kendi aşkı arasında paralellikler kuran Mümtaz, sevgilisi Nuran’ı sık sık Beyhan Sultan’ın çehresiyle görmektedir. Orhan Pamuk da Kara Kitap romanında Hüsn ü Aşk’tan geniş ölçüde faydalanmıştır. Romanda üç bölümün başında Hüsnü Aşk’tan beyitler epigraf olarak kullanılmıştır.
Beşir Ayvazoğlu ise Ateş Denizi adlı romanında, roman kahramanı Galip Tahiroğlu’na yazdırdığı Ateş Denizi’nde Üç Gün adlı romanın beş bölümünde Hüsn ü Aşk’ın yazılış hikâyesini anlatır. Yazarın ayrıntı olarak verdiği bilgilere göre, 1778’de Batı müziğinin en büyük bestecilerinden Bach öleli yirmi sekiz yıl olmuştur. Bethoven sekiz, Mozart ise yirmi iki yaşındadır. Dört yıl sonra da İtalya’da Paganini doğar. Yani Mozart, Beethoven ve Paganini, Dede Efendi’nin çağdaşlarıdırlar. Bu büyük bestecilerin iki büyük çağdaşı daha vardır: Goethe ve Şeyh Gâlib. Goethe, Gâlib’den sekiz yıl önce doğmuştur, fakat belki de Hüsn ü Aşk’la Doğu-Batı Divanı aynı tarihlerde doğmuştur. Şaşırtıcı bir tesadüf de Şeyh Gâlib’le Mozart’ın doğum ve ölüm tarihleridir: Mozart 1756’da, Gâlib 1757’de doğar. İkisi de şaheserlerini kısacık ömürlerine sığdırırlar. Mozart 1791’de, Gâlib 1799’da ölür. Şeyh Gâlib’in İstanbul’da Hüsn ü Aşkı yazdığı sıralarda Viyana’da da Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma operası sahnelenmektedir. Ve Mozart’la Beethoven’ın mehter müziğinden etkilenerek yazdıkları Türk Marşlarına bakılırsa, Osmanlı kültürü bütün inkırazına rağmen hâlâ güçlü ve etkilidir. Kabakçı Mustafa isyanıyla tahttan indirilen III. Selim, daha sonra bir suikast sonucunda feci bir şekilde şehit edilmiştir. III. Selim’den sonra tahta oturan II. Mahmut çok kararlı adımlarla çok köklü yapısal değişimlere gitmiştir. Yeniçeri ocağı kanlı bir şekilde ortadan kaldırılır. Ocağı hatırlatan bütün müesseseler yok edilmiştir. Eski nizamın muhafızı olmak bakımından büyük önem taşıyan Hacı Bektaş Ocağı topa tutulmuştur. Yeniçeri Ocağı ile birlikte Mehterhane’nin de kaldırılması ve yerine Muzika-yı Hümayun’un kurulması, artık Batı rüzgârlarının daha güçlü bir biçimde estiğini göstermektedir. II. Mahmud da güçlü bir bestekârdır. Bunun için kıymetini çok iyi bildiği Dede Efendi’yi sonuna kadar himaye eder. Çoktan beri arzuladığı hac farizasını yerine getirmek üzere padişahtan izin alarak 1845 yılında Hicaz’a hareket eder. Yanında seçkin talebelerinden Dellalzâde İsmail ile Mutafzâde Mehmed Efendi’ler vardır. Hacca gitmeden kısa bir süre önce talebelerine artık bu oyunun tadı, kalmadı,” dediği rivayet edilmektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre. Dede bu sözüyle bir âlemin tükendiğini, bir zevkin, bir anlayışın, bir yaşam tarzının sonuna gelindiğini ilan etmiştir. Bu bakımdan hac, onun için aynı zamanda bir kaçıştır.
Hakiki manasında bir dindar olan Kâbe’yi için için ağlayarak tavaf eden büyük bestekâr Hammamizâde Ismail Dede Efendi, duygularını son derece güzel ve hüzünlü bir ilahi ile terennüm edecektir. Dede, hac farizasını yerine getirdikten sonra, o sırada Hicazda salgın olan koleraya yakalanarak Mina’da 29 Kasım 1846’da vefat etmiştir.
Kaynakça
Beşir Ayvazoğlu. (2013). Ateş Denizi. Kapı Yayınları, İstanbul.
Beşir Ayvazoğlu. (2017). Kuğunun Son Şarkısı. Kapı Yayınları İstanbul.
Feridüddin Attar. Mantıku’t-Tayr. Gölpınarlı A. (Çev), c. II, s.4, b.2448-81. Bu konuda bk. Bahaeddin, Ögel. (1989). Türk Mitolojisi. Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
GÜNASLAN Enes, Yl.Tezi, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı, 2019.
İsmail Habib Sevük. (1949). Dil Davası. İnkılâp Kitabevi, İstanbul.