Dîne Mesâfeli Durmak
“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).
“Allah’a, âhirete, gayba, meleklere, vahye, peygamberlere ve dîne îman ettim” diyenlerin bir-çoğu dîne ucundan-kıyısından yaklaşır ve her zaman mesâfesini korur. Zîrâ mesâfeyi korumadığında bâzen ağır da olabilen bir yükü omuzlamak zorunda olduğunun farkındadır. Hâlbuki Allah bize taşıyamayacağımız yükü yüklemez fakat taşıyabileceğimiz yükleri de yükler. Zâten îman etmek, “taşınması gereken yükü omuzlamayı göze alabilmek ve yükü omuzlamayı kabûl etmek” demektir. Böyle bir ağır yükün altına girmek istemeyenler ise mecbûren dîne mesâfeli olurlar ve din’den uzak durarak sâdece kenarından-köşesinden ve ucundan-kıyısından dîne yaklaşırlar ve ona hafifçe dokunurlar.
Târih boyunca insanların dinden uzak durmaları ve nefse uygun düşünmeleri, konuşmaları ve hareket etmeleri, dînin “eğlenceli” olmaması nedeniyledir. Dînin eğlenceli olmaması, üstelik modern Dünyâ’nın çok eğlenceli olması, insanların Dünyâ’ya sımsıkı sarılmalarına ama dîne mesâfeli durmalarına neden olmaktadır. Zîrâ ikisi bir-arada olmamaktadır. İslâm’a göre Dünyâ’dan kopmak ve ondan temelli uzak durmak yanlış olsa da, Dünyâ’ya biraz mesâfeli olmak iyidir, doğrudur ve hattâ şarttır. Çünkü Dünyâ’ya mesâfe koymadığınızda yavaş-yavaş dîne mesâfe koymaya başlarsınız. Biz Dünyâ’ya, cennetten düştük de geldik. Mü’minlerin Dünyâ’ya olan yabancılığı ve mesâfesi bu nedenledir.
Modernizm, “İslâm’ın-dînin hayattan uzaklaştırılması”; post-modernizm, “müslümanların-dindarların muhâfazakârlaştırılması”dır. İkisinde de hedef, dîne mesâfe koyarak “dînin hayattan uzak tutulması”dır. Modernizmi bayraklaştıran Cumhuriyet târihi de, “dînî olan”dan uzaklaşıp, “uygar olan”a (medenî değil) yönelmenin târihidir. Fakat Türk insanı sonuçta uygar (muâsır) olamadığı gibi, dindarlığı da epey bir zayıflamıştır.
Modern-bilim ve teknoloji çağı Allahsız olduğu için Allah’ı hatırlatmaz. Oysa doğal-geleneksel toplumda doğayla iç-içe yaşandığı için Allah sürekli hatırdadır. Bu insanların dîne yakın olmasını sağlar. Bir çiçek doğal olarak insana Allah’ı hatırlatır, fakat bir entegre Allah’ı hatırlatmaz ve tam-aksine unutturur. Bu nedenle de doğallıktan uzaklaşıldıkça Allahsızlaşma ve dîne mesâfeli durmak başlar.
Müslümanların İslâm ile ilişkileri “uzaktan-uzağa” olduğu için, onu hakkıyla idrâk edemiyorlar ve hakkıyla yaşayamıyorlar. “Bireysel müslümanlık” şeklinde kötülüklerden uzak durmak düşüncesi ve eylemi öne çıkmış durumda. Fakat kötülükten uzak kalarak “iyi insan” olunamaz, kötülükten uzak durarak sâdece “kötü insan” olunmaz, ama böyle yapmakla “iyi insan” olunmuş olmaz. İyi olmak için dîn ile aradaki mesâfeyi kapatmak ve din-merkezli bir şeyler yapmak şarttır.
Siz dînin ve Kur’ân’ın hayâta dönük tarafından uzaklaşırsanız, Allah da -bir cezâ olarak- sizi dînden-îmandan uzaklaştırır. Din hayattan uzaklaştırılıp zihinlere ve vicdanlara hapsedilince, “küresel bir bunalım” sardı Dünyâ’yı. Bu bunalım, dîne mesâfe koymanın bir cezâsından başkası değildir.
Dîni devletin içinden uzaklaştırmak (lâiklik), “Allah’ı (dolayısıyla da adâleti) devletten uzaklaştırmak” anlamına gelir. Dîni, hayattan uzaklaştırıp vicdâna hapsedenler, “bir cezâ olarak” mutlakâ sapıtırlar. Oluşan yeni seküler kültür, insanları kendilerinden ve birbirlerinden uzaklaştırıp sapmalarına neden oldu-oluyor.
Diyânet İşleri Başkanlığı’na ayrılan bütçe aslında, “İslâm’ı hayattan uzaklaştırıp, vicdanlara hapsetme”ye ayrılan paradır. Diyânet, Türk insanına din öğretmek için değil, “dîni sınırlı bir şekilde öğrenmeleri” ve “mesâfeli bir dindarlık” oluşturmak için kuruldu.
Din ile doğa uyumlu olduğu için doğada dîne mesâfeli olmak az görülür. Doğaya yaklaştıkça dîne olan mesâfe de azalırken, kente yaklaşıldıkça ise din’e olan mesâfe artar. Modern kentler doğadan uzak ve kopuk olduğu için doğal olarak din’den uzak ve dîne mesâfeli olur.
Dîne mesâfe koymuş olanlar, asgarî 5 şarta bile îtinâ gösterip de din ile iç-içe olamazlar. Zâten sosyâl, kültürel, ekonomik, askerî, siyâsî, hukûkî, vs. alanlarda bulunmaları yada bir görüş belirtmeleri bile görülür-duyulur bir şey değildir. Dîne-İslâm’a mesâfeli duranlar ancak bayramdan-bayrama, cum’adan-cum’aya, namazdan-namaza, oruçtan-oruca, her-şeyi hâllettikten ve para ayırdıktan sonra bir kez hac yaparak, zekatın kırkta birinin de kırkta birini vererek, kurban keserek ve başörtüsüyle, ama bunları çok da abartmadan dîne yaklaşırlar. Bunlara da hîle-i şeriye yapmadan yaklaşamazlar. Çünkü en baştan dîne mesâfe koymuşlardır.
Evet; dîne mesâfeli duranlar, “yükte hafif pahada ağır” olan şeylerle ilgilenirler hattâ bu konuda aşırı ilgilenirler. Lâkin Kur’ân’a ve Sünnet’e bakmazlar da neyin “hafif” neyin “pahalı” olduğunu da kendileri belirler. Peki bu neden böyledir?. Çünkü İslâm insanlara genelde ağır gelir. Hele artık can sıkıntısının iptâl olduğu modern zamanlarda İslâm ile ilgilenmek bir-çokları için bir külfettir. Bu nedenle kısa-yoldan işi bitirmek isterler. Böyle olduğu içindir ki; takvâyı, adâleti, ahlâkı, sosyo-kültürel hayâtı, ekonomiyi, siyâseti, kânunu vs. işe karıştırmazlar da; Ramazan orucunu, cum’a ve terâvih namazını, kandil gecelerini, kılı-tüyü, -sözde- kâlp temizliğini vs. sıkıntı vermeyecek olan şeylerle yetinirler.
Yine dine ancak, tasavvuf, târikat, mistik ve şamanist kalıntılar, gelenek-görenekler ve üstün insanlar olarak gördükleri mezhep, târikat, tasavvuf, cemaat ve parti lîderleri aracılığı ile yaklaşabilirler. Çünkü böyle olunca risk olmaz ve bir sıkıntıya girmeye gerek kalmaz. Oysa Kur’ân’da şöyle denir:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashâb-ı Meymene)” (Beled 11-18)
Dînin ortaya çıkışından sonra üzerinden uzun zaman geçince dîne koyulan mesâfe de fazlalaşmaya başlar. Bu nedenle Allah bizi uyarır ve şöyle der:
“İnananlar için hâlâ vakit gelmedi mi ki, kâlpleri Allah’ın zikrine ve inen hakka saygı duysun ve bundan önce kendilerine verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kâlpleri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar?” (Hadîd16).
Akla fazla yönelmek de dîne mesâfe konulmasına ve insanın Allah’tan uzaklaşmasına neden olarak kişiyi Dünyâ’ya ve maddeye yaklaştırır. Şeytanı Allah’tan uzaklaştıran şey akıl-mantık yürütmesiydi. İnsanı Allah’a yaklaştıracak olan şey ise, akıl yürütmeyi “vahiy merkezli” yapmasıdır.
Allah’tan ve din’den uzaklaşıldıkça, “seküler bilim”e doğru gidilir. Dünyevileşmek, dîne mesâfe koyarak ondan uzaklaşmak, sonra da felsefeye ve bilime yaklaşmayla sonuçlanır.
Eğer dîne mesâfe koyduğunuzdan dolayı din adına bir şey yap(a)mıyorsanız, din sizi kötülükten uzaklaştırıp iyiliğe yöneltmez ve sizi olumlu anlamda değiştirmez. Bu da sizin “îman ettim” demenizi anlamsızlaştırır ve değersizleştirir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.