Necdet SUBAŞI
Klâsik, kendi lügatçemizde tam bir karşılığı bulunamayan kavramlar arasında yer alır. Zorlama arayışlarla ve kısmî tedariklerle geçiştirilmeye çalışılsa da bugün klâsiğin yetkin bir tercümesine ulaşmak hala mümkün değildir. Bu nedenle klâsik tartışmalarının bizde, daha baştan, bir çeviri zafiyetiyle malul olduğunu unutmamak gerekir.
Klâsikler üzerine sürdürülen tartışmalarda yoğunluk daha çok sanat ve edebiyat üzerinedir. “Klâsik” ifadesi her iki alanda kendi zamanlarının kayıtlı olduğu sınırları aşma gücüne sahip olan ürünler için kullanılmaktadır. Sainte-Beuve’a göre klâsik, “insan zekâsını zenginleştiren, soyumuzun ortak hazinesine yeni değerler katan, açık seçik bir hakikat bulan; tanıdığımızı, her köşesini taradığımızı sandığımız insan kalbinde, ezelden beri mevcud bir tutkuyu gün ışığına çıkaran; düşüncesini, gözlemini, buluşunu, geniş ve büyük, ince ve mâkul, sağlam ve güzel bir biçimde ifade edebilen; kendine has üslûpla herkese seslenen”dir. O, “zıpçıktı kelimelere iltifat etmeyen bir üslûp; hem yeni, hem kadîm ve çağın kolayca çağdaşı”dır. (Akt. Meriç, 1980: 35).
İtalo Calvino da, “Klâsikleri niçin okumalıyız” başlıklı ünlü makalesinde klâsiklerin emsalsiz değerine vurgu yaparken bu özellikleri tekrar hatırlatır ve klâsiklerin bir türlü eskimek bilmeyen kitaplar olduğunu vurgulamakta ısrar eder (Calvino, 2008). Cemil Meriç’in, “ölçü, itidal, bilgelik ve akıl”la özdeşleştirdiği klâsikler, ancak “dürüst, oturmuş, zarif ve daima berrak olan yazarlar”ın elinden çıkabilirlerdi (1980: 35).
Gerçekte klâsikler üzerine sürdürülen tartışmaların netleşmesi için Batı özelinde 19. yüzyıla odaklanmak gerekecektir. Klâsiklere yüklenen anlam, değer ve prestijin bu yüzyılın bir bakiyesi olarak günümüze tevarüs ettiği bile söylenebilir. İlerlemeci dünya görüşünün bütün kusurlarını içinde taşıyan bu tartışmalarda, “geleceği geçmişte aramak”tan (nostalji) “geçmişi gelecekte aramak”a (ütopya) kadar pek çok noktaya yer verilmiştir. Kavram, “bugün dünyayı neyle ve nasıl tanzim etmek gerekir” sorusu etrafında saçaklanan mülahazalarla birlikte ele alınmaya başlamıştır.
“Herhangi bir ürünü klâsik kılan nedir?” sorusu, eser kadar onu üreten süreçlere ve bağlı bulunduğu anlam dünyalarına da dikkat etmeyi gerektirir. Eliot’un da vurguladığı gibi, “bir klâsik sadece, bir medeniyet, bir dil ve edebiyat, olgun bir çağa eriştiği zaman doğar. Ve nihayet bir klâsik, olgun bir dimağın mahsulüdür” (Eliot, 1988). Klâsikler arasına katılan her metin sonuçta tarihsel ve kültürel bir bağlamı, bireysel ve toplumsal muhayyileyi, zihniyet yapılarını ve bütün bunların toplamını yansıtacak bir şifre özelliği taşımaktadır.
Ahmet Davutoğlu klâsikleri, “konjonktürel olanı aşan ve sıradan olandan farklılaşan eserler” arasında görmektedir (2007: 17). Bu yönleriyle klâsikler, bir yandan haklı olarak kendi döneminin şartlarıyla ilişkilendirilirken bir yandan da paradoksal bir şekilde bağlı bulunduğu konsept ve konteksin dışında değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Bugün herhangi bir klâsiğe duyulan ilginin nedeni, klâsiğe duyulan ihtiyacın ortaya çıkmasıyla sınırlı olmaksızın aynı şekilde onun da bu ihtiyacı giderecek bir yetkinlikle, kendi sınırlarından bugüne taşmayı başararak şimdiki zamanın dilini bir şekilde tahkim etmesidir.
Bir klâsiğin kendi zamanını aşma çabası kadar bizim onu fark etmemiz, hatırlamamız ve değerlendirmeye almamız da önemlidir. Klâsiğin içerdiği metni, kendi tarihselliğiyle baş başa bırakmaksızın bugüne, kendi zamanımıza taşıma arzumuz, tarihsel zaman içindeki gidiş gelişlere duyduğumuz ihtiyacı ve geçmişle şimdi arasındaki bağları gevşetmeme kararlılığımızı da güncellemektedir.
Her klâsik içinde doğduğu ortamın belli başlı parametrelerini, zihniyet yapılarını, kendi gerçek zamanının hissiyatını içeren bir dil ve evreni bugüne taşır. Bugünden geçmişe baktığımız her seferinde, klâsiklerde belli bir toplumsal ve dini yapının hatta bir medeniyetin kurucu kod ve şifrelerini buluruz. Klâsikler de diğer üretimler gibi belli bir coğrafyaya, tarihsel ve toplumsal bağlamlara aittirler. Ancak klâsikleri diğerleri karşısında farklı hatta emsalsiz kılan, onların bilinen tüm sınırları zorlama ve aşma konusunda gösterdiği çaba ve engelleyici bütün ataklar karşısında sahip oldukları dirençte saklıdır. İbrahim Kalın, klâsiklerin başarısını, onların hem tarihsel hem de tarihler üstü kalabilen özellikleriyle açıklamaktadır (2007: 50). Böylece klâsikler, bütün zamanlar içinde gerçekleştirdiği temaslarla, yeni okuma ve teemmüllere fırsat veren çok anlamlı katmanlarıyla, insanlık verimlerinin birbirine eklemlenmesine yardım eder, tarihsel sürekliliği yeniden inşa eder, kopmayı engeller, sekte ve yarılmaları defaatle onarır. Nihayet klâsikler, bütünlüklü bir geçmiş kadar sağlıklı bir gelecek algısının üretilmesinde de toplumsal muhayyileyi besleyici roller üstlenir.
Medeniyet tasavvurlarının her birinde referans noktası olarak değerlendirilen klâsikler, literatürde daha çok Batılı toplumsal pratikler içinde öne çıkarılan özellikleriyle tanımlanmaktadır. Paradigmalar değişebilir, değişmektedir ancak klâsikler her bir yenilenmede kurucu birer atıf noktası olarak yeni bir okumaya tabi tutulmaktadır. Bir anlamda klâsikler değişen bilgi ve zihniyet haritalarıyla bağları sürekli tazeleyen ve tarih içinde sürekliliği sağlayan zincirin birer halkası olmaktadır.
Farklı bir medeniyet havzasında üretilen, yaygınlaştırılıp derinleştirilen kavramlarla buluşma ve karşılaşma noktasında, ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Ahmet Mithat Efendi’den beri tartışılmaya başlanan bilançosuna bakıldığında (Krş. Kaplan, 1998; Açık, 2006) kavramın genel geçer bir tanımının yapılmasındaki güçlüklerin esaslı bir nedeni, sözcüğün bütün bir envanteriyle birlikte kültür dünyamıza transfer edilmesinde yatmaktadır. İthal edilen her kavram gibi klâsik de beraberinde taşıdığı müktesebatıyla, hala bir istikamet tutturamamış dünyamızda kendine sağlam bir yer açmaya çalışmaktadır.
Klâsiğin daha başından itibaren Batı’nın sanat ve edebiyat serüveninde, kayda değer bir tarz, eğilim ve akım olarak ortaya çıkmasından geçmiş, gelenek ve tarih üzerine kalıcı bir bakışı yansıtmasına kadar pek çok noktada önemli bir referans değeri olarak içeriklendirilen anlamları üzerine, bizde yeterli bir çözümleme yapılamamıştır (Krş. Açık, 2006; İnal, 1981; Mülayim, 2006). Bu ihmalkârlıkların sonucu olarak, kavramın siyasi kültürümüze yansıyan bedeli her zaman siyasi sonuçlar içinde tazmin edilmiştir.
Modernleşmeyi radikal Batılılaşmayla eşzamanlı bir şekilde gerçekleştirmeyi amaçlayan siyasi aktörlerin, gündelik hayatta her zaman baskın olma iradesiyle somutlaşan müdahaleleri, klâsiklerin referans değerini artırmış, zecri uygulama ve yönlendirmelerle geleneksel müktesebatın meşruiyeti yok edilmeye çalışılmıştır. Modernleşme sürecinde arzu edilen sürekliliğin temini için de klâsiklere önemli değer ve misyonlar yüklenmiştir.
Toplumu nasıl dönüştürmek gerekir sorusu etrafında çoğalan fikirler içinde Batı klâsikleri resmî müfredatı besleyecek ana çerçeve olarak kabul görmüştür[1]. Devletle yetinmeksizin bütün toplumu laikleştirme çabalarının, sık sık insan haklarıyla çelişen uygulamaları akıllarda yer etmiştir. Yine de toplumun dil, din ve zihniyet dünyasına radikal bir müdahale gerçekleştirmek için tercih edilebilecek tek yol, yöneldiğimiz bir dünyanın değer ve tutumlarına kulak vermekti (Subaşı, 2006). Devlet, modern Batılı bir değerler düzenine ancak bu metinlerle, bu algı ve duyarlılıklarla ulaşabilirdi. “Bizim için bundan sonra değerli sayılabilecek nedir?” ya da “modern insanlığın ideallerine nasıl katılabiliriz?” soruları karşısında verilebilecek cevaplar için başvurulacak yegâne kaynak klâsiklerdi.
Batı klâsikleri, belli bir geleneğe sadakat içinde geliştirilen ve bütün bir Batı tecrübesini içselleştiren metinlerdi. Geleneğin tahkim edilmemiş evreninden bu girişimleri savuşturmak imkânsızdı. Yeni kavramlar, her gün birlikte teneffüs ettiğimiz bir dünyaya başka bir gözle ve başka bir dikkatle bakmanın yollarını açmaktaydı. Bu bakış ve dikkat, süreç içinde kendi toplumuna karşı duyarsızlaşmanın ön adımları olarak iz yapacaktır. Artık içinden çıktığınız topluma sahip olduğunuz kavramlarla bakmanın maliyetleri ağırdı. Bu süreç, kendi kültürüne karşı yer yer kibir, yer yer küçümseme hatta haddini bilmeme ve aşağılamalara kadar varan bir tür “yabancılaşma”yı davet edecektir.
Yeni bir dil, yeni bir söylem ve yeni bir tahayyül beklentisi içinde Türk modernleşmesinin atakları sıralamakla bitmeyecektir. Bugün artık bile isteye gerçekleştirildiği bütün açıklığıyla gözlenen kimi müdahalelerin sonuçta toplumu kendi kadîm kültürel ve dinsel haritasından soğutacağı açıktır. Artık hem gizli hem de açık bir müfredatın içinde şekillenen bu tasarrufların gündelik yaşam alanlarını, belli başlı tercihleri, hatta kimliğin en hassas donanımlarını bile tam bir melezleşmeyle karşı karşıya getirdiğini vurgulamak gerekir. Kimlik sorunları, giderek beyandan vurgulamaya kadar sınır tanımaz bir çeşitlikte seslendirilmeye başlanmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri bir türlü netleştirilemeyen kimlik, kültür ve din politikası, sonuçta pek çok alanda ortaya çıkan gerilimlerle, patlama ve şoklarla giderek rutinleşti. Gündelik hayatın yeniden inşası, modernleşmenin doğasına uygun şekilde yeni bir değerler skalasına duyulan güven sonuçta Hüsamettin Arslan’ın “epistemik bunalım” dediği yeni bir travmayı rutinleştirmiştir (Arslan, 2007).
Böylece klâsikler Türk toplumsal hayatında her zaman baskın bir siyasî lehçenin araçları arasında yer almış ve artık klâsiklerden söz edildiği her seferinde istisnasız Batı klâsikleri hatırlanmıştır. Bu tercih, daha tanımlanma düzeyinde bile bir zafiyet taşımasına rağmen, klâsiklerin toplumun beklentilerini karşılayacak bir şekilde hizmete sunulmasına engel olmamıştır. Bu itibarlı referans seti, kendini geleneğin korumasına teslim eden dini hayatın muteber kaynakları karşısında açıkça tahkim edilmiş, zaten kökleriyle bir şekilde bağını koparmak zorunda kalan bir dini referans ağı da artık klâsikleriyle bağ kuramadığı gibi, kendi klâsiklerini de üretemeyen trajik bir acziyete sürüklenmiştir. Kuşkusuz bu gelişmelerin arka planında burada yeri olmayan pek çok nedenden de söz etmek gerekir (Bkz. Subaşı, 2005).
Günümüzde eldeki mevcut klâsikler, resmî meşruiyetleriyle sınırlı olarak mevcut sosyolojik gerçekliği açıklamaya güç yetirememektedir. Aşılan eşikler, zorlanan sınırlar özellikle dini hayatın pencerelerini çoğaltmış durumdadır. Geçmişten şu ya da bu şekilde uzaklaştırılmış, tarihsel kıymet ve değerlerle anlaşılır bir irtibatsızlığa mahkûm edilen Müslüman tahayyülü yeni kapılarla karşı karşıyadır. Klâsiklerin geçmişle gelecek arasındaki köprü özelliği ile bilgi ve düşüncede sürekliliği sağlayan işlevi Müslüman tasavvurunda da bir ihtiyaç olarak belirmeye başlamıştır. İslamî geleneğin kurucu metinleri yeni okumalara ve değerlendirmelere açık bir durumdadır. “Hiçbir klâsik boşlukta doğmaz. Yeni ve özgün klâsiklerin ortaya çıkışları geçmiş medeniyet birikimini kuşatıcı bir şekilde harmanlayan büyük zihinlerin yaşanan tarihi sürece bütüncül cevaplar oluşturma çabasının sonucunda söz konusu olabilir”. Dolayısıyla “yaşanılan gerilim ne ölçekte büyük ve ne ölçekte yakıcı bir derinliğe sahipse, onu aşabilmek de o ölçüde kapsayıcı ve derinlikli çabalar gerektirir” (Davutoğlu, 2007: 31).
Esasen zamanı ve mekânı yeniden tanzim etme arzusu, dünya algısını geçmişten geleceğe, dünden yarına tam bir devamlılık içinde yeniden kurmak zorundadır. Dini klâsiklerin kendi zamanlarını aşan dil ve retoriği, bugün kendini modern zamanların etki ve iğvaları karşısında yalnız hisseden Müslümanlara yeni bir soluk ve direnç kazandırmaktadır.
Sezai Karakoç’un bir şiirinde vurguladığı gibi, belki de her tür talandan İslam’ı ve Müslümanlığı kurtarmanın yolu klâsiklere yeniden bakmayı başarmaktan geçmektedir:
“ben her taşı beş yüz yıl önce konmuş
bir camiye tutunarak buluyorum kendimi
bir yağmadan böyle kurtarıyorum kendimi” (Karakoç, 1978: 19)
www.necdetsubasi.com
[1] Çoğu sanat ve edebiyat alanından ustalıkla seçilmiş bu eserler, yeni Cumhuriyet’in Batılılaşma yolunda kat etmeye niyetlendiği bilumum hedeflere ulaşmada ciddi birer rol üstlenecekti. Bugün önemli ölçüde kendi kültürel kaynak ve referanslarına karşı eleştirel olmanın ötesinde açıkça mesafeli davranan pek çok kişinin harcında bu klâsiklerin esaslı bir etkisi olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu gelişme her toplumsal grubun kendi klâsiklerini açığa çıkarmasının önünü açtı. Tam bir seferberlik havası içinde gerçekleştirilen bu ilgi son tahlilde tasfiye ve tahliye ortamları yarattı. Birbirini izleyen hükümetlerin eğitim ve öğretim programlarında gerçekleştirdiği düzenlemeler sonuçta “herkesin klâsiği kendine” ifadesini dedirtecek pek çok girişime de önayak oldu.