GenelMakalelerYazarlardanYazılar

Hüseyin Bülbül ile ufuk turu

Röportaj: Hikmet Ertürk/İslam ve Hayat

1- Kendinizi biraz tanıtabilir misiniz?

Kayseri’nin kuzey doğusunda merkeze 35 km mesafede bulunan Doruklu köyünde 1953 yılının Şubat ayının onuncu günü hayata gözlerimizi açmışız. Çocukluğum, altı çocuklu ve büyük annem ve dedemin de bulunduğu kalabalık bir aile ortamında geçti. İlk tahsilimi Doruklu köyünde, Kur’an ve Arapça çalışmalarımı Bünyan İlçesinde, Orta öğrenimimi Kayseri İmam Hatip Lisesinde tamamladıktan sonra, Bir yıl Sinop Gerze Merkez camiinde, dört yıl da Kayseri Yeni mahalle merkez camiinde İmam Hatip olarak görev yaptım. Bu görevim sırasında da, Kayseri Yüksek İslam Enstitüsünde tahsilime devam ederek 1979 yılında tamamladım. 1980 yılının Mart ayında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak Kayseri Erkilet lisesine tayin edildim. Aynı yılın eylül ayında ise, Kayseri Sümer Orta Okuluna naklen atandım. Buradaki öğretmenlik hayatım emekli oluncaya kadar devam etti. Burada 20 yıl çalıştıktan sonra 2000 yılı temmuz ayında emekliye ayrıldım. Öğrencilik yıllarımda, Yeni mahalle camii imam hatibi iken tanışmış olduğum Ercüment Özkan’la 1976 yılından beri fikri beraberliğimiz sürmekte idi. Bu beraberliğimiz 1981 yılında yayın hayatına başlayan İKTİBAS DERGİSİ ile devam etti. 1996 Temmuzundan itibaren okuyucu mektuplarına verilen cevaplar bölümünü yazmaktayım. 1975 yılının Nisan ayından beri evliyim ve bu evliliğimizden iki erkek üç de kız olmak üzere beş çocuk babasıyım. Üçü evli olan bu çocuklarımdan da beş torun dedesiyim. İmamlık ve öğretmenliğin yanında dede mesleği olan arıcılıkla da 1980 yılından beri uğraşmaktayım.

2-Anlam yayınlarından çıkan ‘’Müslümanların Soru(n)ları’’ adlı kitap çalışmanız nasıl bir süreç içerisinde meydana geldi, kendi kitabınız hakkındaki düşüncelerinizi bizlerle paylaşır mısınız?

Tahsil hayatım boyunca Kur’an’a ve Peygamberimizin hayatına karşı özel bir ilgim ve gayretim olmakla beraber, bu düşünceyle tanıştıktan sonra daha bir ciddiyetle okumaya ve düşünmeye başladım. Artık her gün kafama takılan soru ve sorunların cevabını Kur’an’da arıyor; Kur’an’ı okurken altını çizerek veya özel notlar alarak okuyordum. Konunun özelliğine göre diğer kaynaklara da bakmakla beraber çalışmalarımın ağırlık noktasını Kur’an oluşturuyordu. Tüm amacım Allah’a gereği gibi kul olabilmek için, dinimizi ve yaşadığımız dünyayı doğru tanımaktan ve üzerimize düşen görevi gereği gibi yerine getirebilmekten ibaretti. Bu minval üzere geçen yaklaşık 35 yıllık fikir hayatımın birikimini yıllarca bir takım Müslümanlarla paylaşmaya çalıştım. Ercümend Ağabeyimiz hayatta iken tek başına Derginin tüm yükünü alıp götürüyordu. Onun Hakkın Rahmetine kavuşmasıyla doğan boşluğu “karınca kararınca” doldurabilmek için birçok kardeşimiz ile derginin işlerini üslenmeye çalıştık. Bu görev dağılımında okuyucu mektuplarına cevap verme işi de bizim payımıza düştü. Bu çalışmalarımızın 1996- 2007 yıları arasını kapsayan bölümünü kardeşlerimizin de teşviki ile kitaplaştırmaya karar verdik. Böylece yeni baştan okuyucu mektuplarını kitap formuna sokup konularına göre tasnif ederek yayınladık. Kitabın içerisinde on yılı aşkın bir sürede gelen, 450’nin üzerinde, muhtelif konularda sorulan soruların cevabını bulacaksınız. Yöntem olarak cevaplarımızda Kur’an’ı esas aldık. Bu nedenle konular içinde ayetlerin bolca yer aldığını göreceksiniz. Bu vesile ile de Kur’an’a bakışımızı ve fikri disiplinimizi de yansıtmış olduk. Bizlere bu imkânı veren Rabbimize hamd ediyor, verdiği nimetlerin şükrünü eda edebilmek için daha nice imkânlar vermesini niyaz ediyorum.

3-Son çıkan kitabınızda ‘’ Kur’an’ı sorulara cevap veren bir ilmihal kitabı gibi kullanmayı göstermek istedim.’’ demişsiniz. Acaba Ercümend Bey’in hayatta iken (Allah Rahmet etsin) projelerinizden olan Kur’an merkezli bir ilmihal kitabı yazma konusunda bir çalışmanız var mı? Böyle bir şeyi düşünüyor musunuz? Şunu da hemen belirtelim ki sizlerden böyle bir çalışma yapmanız konusunda İslamî çevrelerin de oldukça fazla bir beklentisi bulunmaktadır.

Hayatı’nın merkezinde Kur’an olan her Müslüman’ın en büyük arzusu O’nu en iyi şekilde anlamak, yaşamak ve anlatmaktır. Ancak anlatmak için muhatap olduğumuz insan sayısı her zaman sınırlı olduğu gibi anlatılanlar da söz olarak çok kısa zamanda uçup gitmektedir. Bu konuda hikmetli insanlar :”Söz gider yazı kalır” buyurmuşlardır. Bu nedenle anlatmak istediğiniz şeylerin yazıya dökülmüş olması en ideal olanıdır. Dergi sayfalarında bu anlayışlarımızı konu bağlamında vermeye çalışsak da sınırlı kalmaktadır. Bir bütün olarak Kur’an’dan anladıklarımızı toplumla buluşturmanın en kısa ve kapsamlı yolu bizzat Kur’an meal ve tercümesiyle vermektir. Yapılan meallerin ise geleneksel kültürün gölgesinden kurtulamamış olması, insanımızı düzeltmediği gibi aynı yanlışlarını da tescillemiş oluyor. Konunun önemine binaen çok istememize rağmen bu çalışmayı henüz gerçekleştirememenin ezikliğini duyuyoruz.. Ancak Kuran merkezli ilmihal konusunda Allah ömür verirse inşaallah gerçekleştirmeye çalışacağız. Bu çalışmanın Müslümanların sorunlarına pratik bir açılım getireceğine inanıyoruz.
Ercümend Özkan Ağabeyimiz hayatı boyunca içimizde bu kaygıyı en çok duyanımızdı. İnsanları anladıkları dilden Kur’ an okumaya, okuduklarını tefekkür ve tefagguh etmeye, Kur’an’ı ahlak edinmek için okumaya, aralarındaki ihtilaflarını Kur’an’a götürerek çözmenin gerekliliğine, Hesap vereceğimiz kitabın bu olduğuna hem yazılarında, hem de konferanslarında büyük yer verirdi. Seksenli yıllarda moda olan klasik fetva kitaplarından fetvalar veren gazetelerin köşe yazarlarına hitaben :
”Bu insanlar Fetavayı Hindiy ’ye ye, Fetevayı Ali Efendi’ye, Veli Efendiye, Ebu Suud Efendiye bakıyorlar da İnsaf edip bir kerede Allah’ın kitabına bakarak Allah da bu konuda şöyle buyuruyor demiyorlar. Allah hesap günü bu insanları bu efendilerin kitaplarından mı hesaba çekecek yoksa kendi kitabından mı?” diyerek hayretini ve öfkesini izhar ederdi.

İktibasın bürosuna, kendine göre İslamcı olduğunu söyleyen birileri bomba koymuştu. Bu nedenle ifade vermek için Ercümed Beyi çağıran karakol amiri şu soruyu sormuştu:
“Siz de Müslüman olduğunuzu söylüyorsunuz onlar da aranızda ne fark var ki onlar size böyle davranıyorlar?” Bu insana farkımızı şöyle anlatmaya çalıştım demişti:
“Siz Müslümansınız değil mi? Komiser: Evet. Öldükten sonra dirilmeye inanıyor musunuz? Evet. İnsanların hesaba çekileceğine inanıyor musunuz? Evet. Peki, Allah insanları kendi kitabına göre mi hesaba çekecek; yoksa falan efendinin veya filan efendinin kitabına göre mi hesaba çekecek? Komiser durup düşündü ve Şöyle dedi:” Elbette Allah kendi kitabından hesaba çekecektir. Allah başkasının kitabına bakar mı?” Bunun üzerine bende dedim ki, işte onlarla aramızdaki fark budur. Ben diyorum ki dersimize Allah’ın kitabından çalışalım çünkü Allah hesabı bize bu kitaptan soracak. Onlar ise, efendilerinin kitabından çalışmalarını söylüyorlar. İşte farkımız budur dedim. Komiser: Evet şimdi çok güzel anladım Ercümend Bey “dediğini nakletmişti. Zannediyorum bu olay onun, Kur’an konusunda ki hassasiyetini anlatmaya yeterli olacaktır.

4-Malumunuzdur ki Gazze’de büyük bir insanlık dramı yaşandı ve halada yaşanmaya devam ediyor. Gazze’de yaşanan vahşet bağlamında sizce Müslümanların sorumlulukları neler olmalıdır?

Bu konuda Müslümanların ne yapması gerektiğini Rabbimiz şöyle özetlemektedir:
“Size ne oldu da Allah yolunda ve «Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!» diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!” (4/75)

İnsanlık tarihi boyunca küfür bir millet İslam da bir millet olarak gelmiştir. Bu gerçeğin bu gün de değişmediğini görüyoruz. Batı dünyası bir bütün olarak İsrail’in arkasında destek olurken, kapı komşusu olan halkı Müslüman olan ülkeler Filistin’in imdadına koşmada gösterdikleri tavır çok cılız kalmaktadır. En az ehli küfrün kendi yandaşları için gösterdiği tepki kadar bir tepki ortaya koymak zorundayız. Böyle bir karşı duruş olmadığı takdirde dünyaya fesat hâkim olacak, mazlumlar ise ezilecektir.

“İnkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz de aranızda dost olmazsanız yeryüzünde kargaşa, fitne ve büyük bir bozgun çıkar.” (8/73)
Bu gün İslam dünyası işte bu bozgunu yaşıyor. Kendi değerlerinden uzaklaşıp düşmanlarını dost edinmiş olmaları bütün dengelerini bozmuştur. Bu gün kardeşinin başına gelen akıbetin iki gün sonra kendi başına geleceğini düşünemez olmuştur. Bu ataletten kurtulmak için çok boyutlu bir mücadelenin göğüslenmesi gerekmektedir. Bu dünyanın insanı, asli kimliğine dönüp kendi dünyası ile kendi değerleri ile barışıp, siyahıyla, beyazıyla kardeşçe kucaklaşmadıkça, birbirlerinin dertleriyle dertlenmedikçe, dostuna dost düşmanına düşmanca tavırlar sergilemedikçe bu durumdan kurtulmak mümkün olmayacaktır.
“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden her kim ki, onları dost edinirse; o da, onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez.” (5/51)
Bu nedenle Müslümanlar olarak önce biz üzerimize düşeni yapmalıyız. Kardeşlerimizi sevgiyle kucaklamak, dertleriyle dertlenmek, acılarını paylaşmak, elimizden gelen maddi, manevi, siyasi, ekonomik, askeri, insani ve her türlü desteği vermemiz gerekmektedir. Bu dünya böyle devam ederse sadece zalimlerin adı değişir, fakat mazlumlara uygulanan zulüm asla değişmez. Zulüm bir milletin kaderi değildir. Onu değiştirmek o milletin mücadele azmi ve kararlılığı ile mümkündür. Bu konuda biz bize düşeni yaptığımız da, Allah Teâlâ da kendine düşeni yapacağını vaat etmektedir:
“Allah, sizlerden iman edip Salih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi, kendilerini de yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler. Hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (24/55)

Şimdi bu ayetin penceresinden baktığımızda iki konuya vurgu yapılıyor: İman ve Salih amel. Zilletten kurtulup İzzete ermenin ve yeryüzünde hükümran olmanın olmazsa olmaz iki ana ilkesidir. Birinci olan İman ilkesi: Allah’a, Allah’ın iman etmemizi istediği her şeye O’nun inanmamızı istediği gibi inanmaktır. İkincisi olan Salih Amel ise, Allah’tan olduğuna iman ettiğimiz İslam’ın hayata geçirilmesidir. Bunun anlamı Kur’an’ın Müslümanlarca ahlak edinilmesi, bir yaşam biçimi olarak hayatta yaşanması demektir. Bu anlayış ve yaşayışın olduğu bir toplumda zillet olmayacağı gibi, bu anlayışa sahip olmayan bir toplumda da izzet olmayacaktır. Allah’ın vâdi budur.
Bu nedenle dünya Müslümanları bu gerçeği görmelidirler. Allah’ı ve Allah’ın dostlarını dost düşmanlarını da düşman bilmelidirler. “İnananlar kardeştir” hükmünden hareketle birbirlerine kardeşçe davranmayı hazmetmelidirler. Allah için birbirlerini sevmeyi, mal, can ve hukuklarını korumayı şiar edinmelidirler. Her şeyden önce dünyada kalıcı olmadıklarına ve dünyanın kimseye kalmayacağına inanmalıdırlar. Kalıcı olan servetin, huzur veren saadetin, bitmeyen nimetin, izzet ve şerefin Allah’ın yanında olduğuna inanmalıdırlar. Başarının birlikte, hezimetin ayrılıkta olduğunu görmelidirler. Bu ümmetin düşmanlarının entrikalarını ve oyunlarını bozmalıdırlar. “Gevşemeyin, üzülmeyin, gerçekten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizlersiniz.” (3/139) “İnsanları Allah’a çağıran, Salih amel işleyen ve «Ben de Müslümanlardanım» diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? (41/33) müjdesine layık olmalıdırlar. Biz Allah’ın değerlerine dönmediğimiz sürece Allah’ın yardım ve nusratı da bize dönmeyecektir.

5-Müslümanların tek ve büyük bir aile olmasının gerekliliği birçok platformda yıllardır tartışılıyor. Türkiye özelinde Müslümanların çok parçalı görüntülerini de göz önüne alırsak; vahdet, bir arada bir bütün olma, bir arada iş yapabilme konularında bizlere neler söylemek istersiniz? Bu mümkün olacak mı acaba? Bu konuda neler yapılabilir?

İnsanı yaratan, onu, birliğe beraberliğe ve vahdete çağırıyorsa bunu mümkün kılacak ilkelerini, ilahi yasalarını da belirlemiş, insanlığın bilgisine sunmuştur. Her şeyi bilen, bir şey bilmeyen insandan bir şey istiyorsa, o şeyin nasıl gerçekleştirileceğini elbette bildirecektir. İnsanlığa gönderilen bunca Peygamber ve Kitabın gönderiliş amacı da budur. Bu kitapta insanların ne üzerinde niçin birleşmeleri gerektiğini ve gerekçelerini açıkça ortaya koyduğunu görüyoruz:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (3/103)

İnsanlar farklı coğrafyalarda, farklı dil ve renklerde ve etnik guruplara mensup olarak dünyaya gelmektedir. Bunların hiç biri insanın kendi tercihi olmayıp, içine doğduğu şartlardır. Hiç kimse kendi içine doğduğu şartları başkasına dayatmaya hak sahibi değildir. Bu yerel ve etnik şartlardan hiç birisi insanlığı üzerinde birleştirip huzura götürecek niteliğe sahip değildir. İnsanlığın üzerinde birleşip huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamasının dünya ve ahirette mümkün olması için bu şeyin insanlığın ortak paydası olabilecek bir niteliğe sahip olması gerekmektedir. Bu nedenle Allah Taala insanlığı kendi ipine “Kur’an’a” tutunmaya, onun gölgesinde birleşmeye ve vahdete çağırıyor.

İnsanlık bu çağrıya kulak vermeye başladığı gün, on dört asır önce olduğu gibi tarih yeniden tekerrür edecek ve insanlık yeniden bu gerçeğe şahit olacaktır. Ancak inandığını söyleyenlerin rabbimizin şu ayette vasıflarını dile getirdiği kimselerin sahip olduğu anlayışa sahip olmaları gerekir:
“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir.”
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (59/9-10)

6-Günümüzde Müslümanların birbirlerini asılsız ithamlarla suçladıklarını görüyoruz. Kimileri kimilerini ehlisünnet olmayıp dinden çıkmakla itham etmekteler, kimileri ise hadislerin itikadi konularda belirleyici olduğunu söylemektedirler. Hadislerin Kur’an tahlilinin olması gerektiğini söyleyen Müslümanları da ağır bir şekilde eleştirmektedirler. Hatta bu Müslümanları hadisleri inkâr ediyorlar şeklinde ağır bir itham altında tutuyorlar. Sanırsam bu konuda sünnet ile hadis birbirine karıştırılıyor. Bu konulardaki fikirlerinizi öğrenebilir miyiz?

Bu manzaraya baktığımız da ümmetin halinin Ehli kitabın haliyle ne kadar örtüştüğünü görüyoruz:
“Hepsi de kitabı (Tevrat ve İncil’i) okudukları halde Yahudiler: Hıristiyanlar doğru yolda değillerdir, dediler. Hıristiyanlar da: Yahudiler doğru yolda değillerdir, dediler. (Kitabı) bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyamet günü onlar hakkında hükmünü verecektir.” (2/113)

Elbette Allah bu ümmetin şiası, sünnisi, selefisi ve mutezilisi hakkında da nihai olarak hükmünü verecektir. Ancak o gün gelmezden önce elimizdeki kitaba bakarak nasıl Müslüman olunurun cevabını bulmamız ve her şeyden önce Ehli Kur’an olmamız gerektiğine inanıyoruz. Onları Yahudi veya Nasara olmaları kurtarmadığı gibi; bizi de Ehlisünnet veya Ehli Şia olmak kurtarmayacaktır. Ehli Kur’ an olmak, Ehli İman olmak ve Kur’ ana göre sahih iman, Salih amel sahibi olmak kurtaracaktır. Bu tartışmaların içi boş bir tartışmadan ibaret olduğu hepimizce malumdur. Bu anlayışın Allah indinde hiçbir anlamı yoktur. Anlamlı olan şeyin ise, iman ve Salih amel olduğunu şöyle ifade ediyor:
“Şüphe yok ki, iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîler, bunlardan her kim Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve Salih amel işlerse elbette Rabbi katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir.” (2/62, 5/69)
Bu insanlar Allah’ın hesap günü insanları neye göre hesaba çekeceğini hiç düşünmüyorlar mı? O gün ne şiadan sorulacak ne de ehlisünnetten. O gün hesap sadece Kurandan sorulacaktır. Allah Elçisine hitaben şöyle buyuruyor:
Ey Muhammed! “Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın. Doğrusu o Kur’an, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz ondan sorguya çekileceksiniz.” (43/43-44) Böylece Kur’ anî olmayan tüm anlayışlar hüsranla sonuçlanacaktır.
Sünnet ve hadis konusuna gelince biz hadisi şöyle tanımlıyoruz: Hadis, “Peygamberin sözü (fiili, takriri) olduğunu söyleyenlerin sözleri.” Çünkü bu sözü Peygamberimizden duyduğunu söyleyen kimse aynı lafızlarla / kelimelerle nakletmemiş, söylenenden anladığını mana olarak kendi kelimeleriyle nakletmiştir. Bu iş her ravi için aynı usul ile devam etmiştir. Kitaplarda kayıtlı olan hadis denilen lafızlar bu yöntemle gelmiştir. Bu sözlerin lafızları Peygamberimizin söylemiş olduğu lafızlar değildir. En son rivayet eden kimsenin duyduğu sözü nakletmek için kullandığı kendi lafızlarıdır. Peygamberimizin söylemek istediği maksat ile aynı olma ihtimali olduğu gibi, ayrı olma ihtimali de var. Bu nedenle hadisin tanımında direk olarak “Peygamberimizin sözleri “ifadesini kullanamıyoruz. Bu yüzden Arap dil bilimciler cahiliye şiirlerinden örnek alırken hadis lafızlarını örnek olarak almamışlardır. Muhaddisler bu sözleri kitaplarına alırken de kendilerine göre bir usul belirleyerek, bu usule uyanları almış uymayanları bırakmışlardır. Bizim bu konuda yapmamız gereken şeyin de bu nakilleri Kur’an’a götürerek onun ilkelerine uygun olanı almak, uygun olmayanı da bırakmaktır. Çünkü Kur’an asıldır. Hiçbir söz ve fiil onun koyduğu esaslara aykırı olamaz. Bu kural tüm hukuklar için böyledir. “Ana yasaya uygun olmayan yasa uygulanamaz.” Bu anlayışın hadis inkârcılığı ile hiçbir ilgisi yoktur. Bilakis her Müslüman bu titizliği göstermek ile de mükelleftir. Aksi halde peygamberimize yalan isnat edenlere bizde katılmış oluruz. Bir peygamber kendi kitabına aykırı düşecek bir sözü asla söylemeyeceğine olan inancımız, bize bunu yaptırmalıdır. İnsanların levmi Allah’ın azabından daha büyük değildir. Zira peygamberimiz :” Bana yalan isnadında bulunan cehennemdeki yerine hazırlansın.“ buyuruyor.
Sünnet ise, Kur’ anın hayata geçirilmesidir. Allah’ın Kur’an ile emrettiğini Peygamberimizin, bir ömür boyu ahlak edinerek, yapıp yaşayarak ümmetine göstermiş olduğu yaşam biçimidir. Bu manada ki “sünnet” farzdır. Peygamberimizin bu anlayış ve uygulamaları kitlelerin kuşaktan kuşağa intikal ettirmiş olduğu davranışlarla gelmektedir. Namaz, oruç hac, zekât, cihat ve hadlerin uygulanması gibi. Bu nedenle insanlar arasında bir ihtilaf söz konusu olmamıştır. Çünkü olay, Kur’ anda olanın hayata geçirilmesidir.
Hadislerin itikatta delil olabileceğini söylemek bu konunun ciddiyetiyle asla bağdaşmaz. İtikadî konular her bakımdan kesinlik ifade eden bir delile dayanmak zorundadır. Bu vasıf ancak Kur’ an ayetlerinde vardır. Hadisler ise durumları itibariyle zannilik arz etmektedirler. Zanni bir delil ile İtikat olmaz. İkinci olarak İtikadı belirleyen Allah olduğuna göre, onun bu belirlemesi vahiy ile olacağından vahyin dışında bir delil aramak söz konusu olamaz. İtikat Allah ile kulları arasında yapılan akitleşme, sözleşme demektir. Bu sözleşmenin nasıl yapılacağı, hangi konularda yapılacağı, hangi hallerde bozulacağı, Akdi yapmanın ve bozmanın sonuçlarını tümüyle belirleyip kullarına sunan Allah Taala’dır. Bu kullara ve kurallara Allah’ın Resulü de dâhildir. Zira Peygambere de söylenen şudur :

“İşte böylece sana da emrimizle Kur’an’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.” (42/52)

“Eğer Muhammed, bize karşı ona bazı sözler katmış olsaydı. Elbette Biz; onu, kuvvetle yakalardık. Sonra onun şah damarını koparırdık. O zaman sizden hiç biriniz de buna engel olamazdınız.” (69/44-47) buyurulan kimselerdir.

7-Son olarak İslam’î düşünce mücadelesine yıllarını vermiş birikimli bir büyüğümüz olarak özelde İslam Ve Hayat sitesi okurlarına genel olarak ta tüm kardeşlerimize tavsiyeleriniz neler olurdu?

Her şeyden önce kendi nefsimize “tavsiye ettiğimizi” doğruluğundan emin olduğumuz için, tüm kardeşlerimize de öneriyoruz. Bu güne kadar bildiklerimizi, duyduklarımızı bir yana koyarak Allah’ın kitabını anladığımız dilden altını çizerek, not alarak, ayetleri üzerinde düşünerek, tertil ile /ağır ağır okumayı her şeyden önce yapmaya çalışmalıyız. Bunu yaparken meallerdeki dip notları okumadan, tefsir kitaplarına bakmadan, Kur’an’ı Kur’an’la anlamaya çalışmalıyız. Mesajını anlayamadığımız bir ayet olursa onu bir kenara not alıp okumaya devam etmeliyiz. Okumamızın ilerleyen seyrinde bunun cevabını, açıklamasını mutlaka bulacağız. Bulduğumuzda o ayetin yanına bulduğumuz ayeti de kaydederek yine yolumuza devam etmeliyiz. Birinci okuyuşu bu şekilde bitirdikten sonra yine aynı yöntemle ikinci defa baştan sona yeniden okumalıyız. Bu okuyuştan sonra hâlâ anlayamadığımız ayetler varsa ilmine itimat ettiğimiz birileriyle paylaşmaya ve tefsirlere mukayeseli olarak bakmaya çalışmalıyız. Tefsirlere bakarken de yine israiliyattan ve bir esasa dayanmayan hurafî anlayışlardan uzak durmalıyız. Kur’an’ın ortaya koyduğu sahih Allah telakkisine, Peygamber telakkisine, Mümin telakkisine uygun düşmeyen rivayetlere asla itibar etmemeliyiz.

Bunun yanında Peygamberimizin hayatını ve İslam’ın içine geldiği hayatı en az değişik bir kaç kaynaktan mutlaka okumalıyız. Bunlar arasında muhakeme ve mukayeseler yaparak, doğru bir anlayışı bulmaya çalışmalıyız. Rivayet ilimlerinin usulünü ve rivayetlerin geçirmiş olduğu badireleri bilmek için bunları da okumalıyız.
Genelde insandan sadır olan fikir ve davranışları değerlendirirken taassuptan uzak durarak, anlamaya çalışmalıyız. Söyleneni anladıktan sonra tasvip etmediğimiz taraflarını uygun bir lisan ile ifadeye çalışmalıyız. Peşinen her insanın yanılabileceğini, hata edebileceği gibi isabette edebileceğini kabullenmeliyiz. Vahye muhatap olan Peygamberler haricinde hiç kimse mutlak doğru değildir. Bu hak yalnızca Kur’an’a ve Kur’an ile düzeltilen peygamberlere aittir. Bu açıdan bakarak geçmişin fıkhını din edinmeden görmeye çalışmalıyız.
Bütün inananlar olarak vahdete olan ihtiyacımızın farkına varmalıyız. Farklılıklarımızı Kur’an ile gidermeye, Kur’an üzerinde birleşmeye, kaynaşmaya “topluca Allah’ın ipine sarılmaya” çalışmalıyız.
Kişi merkezli düşüncelerden uzaklaşıp, Kur’ an merkezli düşüncede buluşmanın gayreti içinde olmalıyız. Rabbimizin :” Şüphesiz ki bu Kur’an en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.”(17/9) emrini şiar edinmeliyiz ki, sonumuz hüsran olmasın.

Sözlerime son verirken bizlere bu imkânı veren İslam ve Hayat mensuplarına ve şahsınıza da teşekkürlerimi sunuyorum. Allah’a emanet olun diyorum!..

*Bu röportaj 2009 yılında İslam ve Hayat sitesinde yayınlanmıştır.

Daha Fazla

İktibas Çizgisi

İktibas Çizgisi Yönetici

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir