GenelMektuplara Cevap

Kur’an Müslümanlar için ‘tek’ kaynak mıdır ‘temel’ kaynak mıdır?

Soru : Kur’an müslümanlar için ‘tek’ kaynak mıdır ‘temel’ kaynak mıdır? Tek kaynak değilse Kur’an’ın yetersiz kaldığı konulara bir örnek verebilir misiniz?

Cevap: İslam’ın kaynağı hiç şüphesiz Kur’an’dır. Bu gerçeği Allah, kitabında şöyle açıklıyor:

“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir.”(42/51)

“İşte böylece sana da emrimizle Ruhu / Kur’an’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen (onunla insanlara) doğru bir yolu göstermektesin.”(42/52)

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi bir ümmettir / topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.”(6/38)

“De ki, (Bu Kitap) Allah’tan başkasına ibadet etmemeniz için (indirildi). Şüphesiz ki ben, onun tarafından size (gönderilmiş) bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”(11/1-2)

Rabbimiz bu gerçekleri Peygamberimizin dilinden insanlığa duyurmuş ve bu mesajla her şeyin hükmünü koyup, sınırını- statüsünü, belirlemiştir. İnancın, ibadetin, helal, haram ve farzların, hak ve batılın, dünya ve ahiretin, hayatın ve ölümün, yeniden diriltilmenin, haşır ve hesabın, cennet ve cehennemin bütün ayrıntılarını bildirmiştir. Bu bilginin kaynağı ise sadece Kur’an’dır. Bunu, mealini vermeye çalıştığımız ayetler ortaya koymaktadır. Bu nedenle Peygamberimiz de bütün bildiklerini Kur’an’dan biliyor ve bütün söylediklerini de Kur’an’dan söylüyordu. Çünkü Rabbi ona şöyle buyuruyordu:

“Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver.“(50/45)

“(Bu), kendisiyle insanları uyarman, inananlara öğüt vermen için sana indirilen bir kitaptır. Artık bu hususta kalbinde bir şüphe olmasın.”(07/02)

“De ki, bana vahyolunan da, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir.”(06/145)

Kur’an’la belirlenen hükümleri özelliklerine göre iki bölümde değerlendirmek mümkündür.

Birincisi, zamanın ve zeminin değişmesiyle değişmeyenler, ki bunlar değişmeyen eşyanın tabiatını ve insanın fıtratını esas alarak konulmuş hükümlerdir. İlk insan olan Hz. Adem’in fıtratı ile bugün yaşayan bir insanın fıtratında herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Onun fıtratına konulmuş olan fucur ve takva, bugünün insanında da aynıdır. Bu nedenle ödül ve ceza, teşvik ve tehdit, öğüt ve te’dib hep aynı kalmaktadır. İnsanın zaafları olarak sayılan, nankörlük, acelecilik, zalimlik, cahillik, mala düşkünlük, gözü doymazlık, bencillik, azgınlık gibi.

İkinci bölüme girenler ise, temel ilkesi Kur’an’da var olmakla birlikte hükmün üzerine uygulanacağı şey zaman ve zemin ile kayıtlı olduğundan, zamanın ve zeminin değişmesiyle değişkenlik gösteren şeylerdir. Bir örnek ile açacak olursak Allah’u Teâlâ bir çok ayette “namazı kılın zekatı verin “ buyuruyor. Tevbe suresi 60. ayetinde de kimlere verileceğini beyan ediyor. Bu beyan aynı zamanda verileceklerin başında “fakirler” dediğine göre zekat alınacak olanların zenginler olacağı anlaşılıyor. Fakat zengin kimdir? Ne zenginliktir? Bildirilmemiştir. Çünkü insanı zengin kılan şey zaman ve zemin ile ilgilidir. Dün zenginlik olan şey bugün değildir. Türkiye de zenginlik olan şey Avustralya da zenginlik olmaya biliyor. İslam tüm insanlar için olduğuna göre her zaman ve zeminde yaşayanlar için adaleti gözetmek zorundadır.

İşte bu konuda durumu belirlemek zamanın “Ulul Emiri”ne bırakılmıştır. Allah din konusunda bir şeyi asla unutmaz ve ihmal etmez. İlk günden itibaren bunu Peygamberlerin eliyle yaptırmış sonrada onun sünnetini takip eden müminler eliyle bu sünnet sürdürülmüştür.

Bu konuda Peygamberimizin ilk uygulaması sayılabilecek Bedir esirleri konusunda yapmış olduğu istişare ve içtihadı örnek gösterebiliriz.

Yeni durumla ilgili Kur’an’da bir hüküm olmadığı için acilen hükme bağlanması gereken esirler konusunu bu şekilde halletmiştir.

Bu hiçbir zaman Kur’an’ın yetersizliği anlamına gelmez. Allah işin tabiatına göre müminlere bu yöntemi bizzat kendisi vermektedir.

“Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.”(42/38)

“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet, bağışlanmaları için dua et, iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”(3/159)

Ameli konulardaki müşküllerimizi halletme konusunda harama düşmediğimiz sürece, işi yapacağımız kimselerin görüş, bilgi ve tecrübelerinden de istifade etmek akıllılıktır. Elbette akleden kimse bu yöntemden istifade ederek daha isabetli sonuçlara ulaşacaktır. Bizim insanımız “İçtihat” denilince tüyleri diken diken olmakta, rengi değişmektedir. Adı üzerinde içtihattır. Yani bir kimsenin bir konudaki görüşüdür. İnsanın görüşünde isabet edebildiği gibi yanılada bilir. Bu iş tarih boyu da böyle olmuştur. Peygamberimiz de yaptığı içtihatlarından bir kısmında yanılmış ve (yine O’na mahsus olarak) Allah Tarafından düzeltilmiştir. Netice bir müşküle çözüm üretmekten ibarettir.

Ancak üretilen bu çözümler üzerinden uzun bir zaman geçmiş olmasından zaman aşımına uğrayarak, olayla arasında intibaksızlıklar doğabilmektedir. Çünkü görüşün dayandığı esas tabiatı gereği zamanla ve zeminle bağlantılıdır. Bunun en açık örneği zekatın nisabını belirleyen miktarların bugün gelmiş oldukları durumdur. Yaşadığı döneme göre zenginlik sayılabilecek olan şeyleri Peygamberimiz içinde yaşadığı zaman diliminde şöyle belirlemişti:

Altından yirmi miskal, yaklaşık ağırlığı 96gr. Bugünki değeri 78000 TL’dir.

Gümüşten 200 dirhem yaklaşık 640gr. Bugünki bedeli 12800 TL’dir.

Koyundan 40 adet, oda değer olarak 40×7000=280000 TL’dir.

Deveden 5 adet, onun değeri de 5x 200000= 1000000 TL’dir

Sığırdan 30 adet, onun değeri de 30×70000= 2800000 TL’dir. Şimdi bunların üzerinde düşünelim. Bunların hepsi de o gün, zengin olmanın en asgari seviyesini belirleyen bir zenginlik iken, bugün aralarında uçurumlar bulunan bir değer haline gelmiştir

İşte bugün yeniden belirlenmesi gereken şey, zekat alınabilecek zenginlik miktarının ne olduğudur. İki yüz dirhem gümüşün bedeli olan bugünün parasıyla 12800 lirası olanı zengin kabul etmenin hak ve adaletle izahı mümkün değildir.

Bunun sebebi harici şartların (enflasyon denilen şeyin) bir takım reel değerleri az, bazılarını da çok değer kaybına uğratmış olmasıdır. İşte bu zaman ve zeminle alakalıdır. Türkiye şartlarında bir koyunun bedeli yaklaşık 7000 lira iken Avusturalya’da ise kıyaslanamayacak kadar ucuz olması da malın bulunduğu zeminle alakalıdır.

Yaptığımız işlerde hak ve adalet üzere olmak, bunları yeniden ele alarak beş devenin zenginlik sayıldığı dönemdeki ekonomik değerinin, bugün neye tekabül ettiğini tespitten geçmektedir. Aksi halde yapılan uygulamaların İslam adına zulüm olacağı izahtan varestedir. O gün nisap / zenginlik olarak kabul edilen değer ve miktarların da bu yöntemle teker teker ele alınması gerekmektedir diyoruz.

Kur’an’ın dışında kalan tefsir, hadis, siyer, fıkıh, kelam ve İslam tarihi gibi kaynaklar dinin kaynağı değil, dindar insanların dinin kaynağından anladıkları ve bu anlayışla ortaya konulan yaşam biçimidir.

Bize gelene kadar uzun bir zaman diliminde bunca insanın el emeği göz nuruyla ortaya koyduğu hayat tecrübesini görmezden gelmek akıl karı değildir. Bunlar bizim kültür mirasımızdır. Bu mirastan gereği gibi istifade etmek için, Kur’an’ın süzgecinden geçirerek uygun olanını alır olmayanını bırakırız. Bunların hepsini süpürüp almak doğru olmadığı gibi, süpürüp atmakta doğru değildir. Her zaman ve zeminde doğrular müslümanın kayıp malıdır bulduğu yerde alır.

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir