Kur’an’ı Nasıl Anlamalıyız Veya Kur’an’ı Anlamanın Önündeki Engeller
İtikada tealluk eden hususların mutlaka Kur’an’dan alınması ve bunun dışına asla çıkılmaması gerekmektedir. Zira Kur’ari’ın Allah’tan geldiğinde en küçük bir şüphe bulunmamakta iken ve Kur’an Allah’ın kelâmı iken peygamberin söylediği söylenen sözler asla gerek rivayet gerekse anlam itibariyle Kur’an’ın sözleriyle eş değerde değildir ve olamaz da… Zira Allah hüküm koymada da ortak edinmemiştir.
GÜNCELLEME: bu yazı 26 Ocak 2015 tarihinde sitemizde yayınlanmıştır
Ercümend Özkan Yazıları sayfa 536
1. Kur’ân’ı anlamayı mümkün kılmak için öncelikle Kur’an’la ilgili görüşümüz belirmelidir. Yani geleneksel olarak algılandığı gibi Kur’an Allah kelâmı olmasına rağmen Allah’ın kulları düzeyinde indirdiği, kullarının seviyesinde bir KİTAB OLARAK ALGILANMALIDIR.
Bu anlayış Kür’an’a ulaşmanın, Onun anlamanın ilk ve vazgeçilmez şartıdır. Zira bir insan okuyacağı bir şeyi önce anlayabileceği birşey olarak görmelidir ki bu suretle anlayışı açılsın ve okuduğunu anlamaya çalışsın.
Evet Kur’an Allah kelamıdır. Lâkin Allah’ın kullarının seviyesinde, onların konuştuklarında birbirlerini anlayabildikleri düzeyde indirdiği bir kitabdır. Bu sebeble de “Anlayabilesiniz diye Onu apaçık (anlayabileceğiniz) arapça (bir dil ile) gönderdik.” buyurulmakta-dır. Ayrıca “Onu, onların anlamadığı bir başka dilden gönderse idik, bu defa de derlerdi ki bu adam ne söylüyor, bir anlayan olsa da bize anlatsa…” Duyurulmak suretiyle de kullarının anlaması için anlaşılabilir olarak gönderdiği anlatılmak istenilmektedir.
Bu sebeble ÖNCELİK Kur’an’ın ANLAŞILABİLİR biz kitab olduğu kanaatini taşıyarak O kitabı anlamaya çalışmaktır. Nitekim bu bakışla Onu okuyanlar, ya da dinleyenler gerçekten Kur’ân’ı anlamışlardır.
Kur’an indirildiği günlerde Mekke ve Medine’de yaşayan insanların ezici çoğunluğunun okuması-yazması bulunmamakta idi. Zaten okuyup yazanların okuyacakları ne vardı ki okusunlar ve kültür sahibi bulunsunlardı. Onların okuma-yazması ancak günlük hayatların-daki alış-verişlerinde kullandıkları ASlVATA okuma yazması idi. Şam’a gönderecekleri ticaret kervanları için tertib ettikleri MEKKE KONSORSİYOM’una satılacak mal verenlerin neler verdikleri ve Şamdan kendisi için neleri istediğinin yazılmasından öteye de okuma-yazmaya ihtiyaç yoktu. İrticâlî olarak söylenen şiirlerin ancak yarış birincileri veya yarışta derece alanları yazılıyor ve yalnızca bunlar Kabe’ye asılıyordu (Muallaka). Şimdi bile halk şairleri ellerine sazlarını aldıklarında irticalen söylerler ve yazmazlar. Bu bir gelenektir ve asırlardan beri ozanlığın sanki raconu olarak sürüp gelmiştir. Şayet bir başkası yazarsa bu takdirde yazılı hâle gelmiş olur şairlerin şiirleri…
2. Kur’ân’ı anlamayı mümkün kılacak ikinci derecede önemli husus ise Onun kendisine vahyen gönderildiği kimsenin, yani Hz .Muhammed’in, kendisine vahiy gönderilmeyen diğer insanlar gibi bir insan olduğunun algılanmasıyla mümkündür. Evet Allah’ın elçisi ile elçisi olmayanlar arasında fark vardır. Lâkin bu fark Mu-hammed’i lâyü’selleştiren (sorumlu kılmayan) bir fark olmayıp onunla diğer insanlar arasında yalnızca kendisine vahiy gelen kimse olduğu farkı ve onun yanlışlarının kendisi hayatta iken düzeltilmesi gereği ve gerçeği farkıdır. Ki Allah, yanılabilir elçisinin yanlışlarını şayet hayatta iken düzeltmezse bu takdirde Allah’ın dini, kulları arasında doğrusu öyledir şeklinde anlaşılacaktır. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da Allah ahirette, yapılan yanlışın düzeltilmemesinin sonucu kullarına hesab soramıyacaktır. Bu sonucun doğmaması için elçilerinin yanlışlarını düzeltmek, Allah’ın elçileri hayatta iken yapa-geldiği bir sünneti olagelmiştir.
Hz. Muhammed’in Kur’an’da MASUM olarak nitelendirilmesini geleneksel olarak yanlış algılayagelmenin doğurduğu sakîm sonuç olarak ONUN YANILMAZLIĞI, YANLIŞ YAPMAZLIĞI şekline dönüşmüş ve Muhammed erişilmez, ulaşılmaz, anlaşılmaz, yaptığı gibisini yapmanın mümkün olmadığı, ettiği gibisinin edilemiyeceği velhâsıl biz elçi olmayanlar için ÖRNEK alınması mümkün olmayan birisi hâline getirilmiş olması da Kur’ân’ı anlamanın önündeki büyük engellerden ikinci önemdeki bir engeldir.
İnsanlar, kendilerinden mutlaka ve esastan farklı ve erişilmesi mümkün olmayan derecede aralarında fark bulunan birisini nasıl olacaktır da örnek edinebileceklerdir, bunu anlamak, açıklamak doğrusu mümkün değildir. Kaldı ki Kur’an Onu, biz müslümanlar için “USVET’ÜL HASENE” olarak nitelendirmektedir. Örnek alınamıyacak kadar farkımız bulunan bir insanın, benzemesi mümkün olmayanlar için örnek gösterilmiş bulunması abes olmaz mı idi? Allah ise abesle iştigâl etmez. Buna göre de Hz. Muhammed gerçekten bu önemli farkına rağmen-ki bu fark Onu insanüstüleştirmemektedir-diğer insanlar gibi yiyen, içen, uyuyan, acıkan, unutan, yanlış yapan, yanılan, kandırılan, kanan, çarşılarda-pazarlarda dolaşan, insanlardan bir bölüğünün konuştuğu dil ile konuşan, kızan, sabreden, sakinleşen birisidir.
Onun MASUM olarak nitelendirilmesi tamamen farklı kalkış noktasından hareketle söylenmiş bir söz olup, asla yanılmaz, yanılmayacak şekilde-insan üstü-yaratılmış biri anlamına değildir. Kureyşliler kendisini NİFAK ÇIKARICI OLARAK SUÇLAMAKTADIRLAR. Kureyşlilere söylediği sözleri sebebiyle Kureyş arasında ikilik-nifak-çıkmıştır. Zira bir kısım Kureyşli bu sözleri tasdik etmiş, bir büyük kısmı ise reddetmiştir. İşte bu ayrılık Kureyş’i ayırmış ve nisbetsiz de olsa ikiye ayırmıştır. Birincileri Muhammed’in getirdiklerinin Allah’tan olduğuna inanan küçük gurup olarak ortaya çıkarken, diğeri bunların Muhammed’in uydurması olan kendi sözleri olduğunu söyleyen Kureyş’in ezici çoğunluğudur. Ve bu çoğunluk, azınlığın teşekkülüne sebeb gördükleri Muhammed’i NİFAK (İKİLİK) çıkarmakla suçlamaktadırlar. Bu nifakı da Muhammed’in kendi sözlerinin bir kısmından dolayı çıkarmış olduğunu söylemektedirler. Allah ise “o sözleri Ben Muhammed’e söylüyorum, Muhammed de sizlere söylüyor. O benim elçimdir. Söylediğimi yapıyor. Şayet ikilik çıkarmakla suçlayacaksınız Beni suçlayınız. Zira elçiye zeval yoktur, suç Onun değil, benimdir” anlamına peygamber için “..O MASUMDUR” buyurmaktadır. Bu ifadenin bundan başka asla bir anlamı bulunmamaktadır. İfade ettiğimiz anlamı dışında bir anlam taşımasına Kur’an bütünü ve Kur’an’daki Elçi ile ilgili âyetlerin hepsi manidir.
Özetle tekrar edersek Kur’an’ı gerçeğine uygun olarak anlayabilmek için ikinci derecede önemli olan husus MUHAMMED’in normal bir insan olduğu kabulü ile işe başlamaktır. Onu olağanüstüleş-tirmenin getirdiği ve boyutları ŞİRKE varıp dayanan anlayış tevhid dini İslâmı örtmekte ve bozmaktadır. Bu konuda verilebilecek örnekler çok olmakla birlikte biz bazılarından söz etmeden geçmek istemiyoruz. Muhammed’i insanüstü görmenin getirdiği sapmaların bariz örnekleri olarak aşağıdaki örnekleri rahatlıkla verebiliriz.
- ELEM NEŞRAHLEKE SADRAK ifadesinde kendini bulan ve aslında anlaşılması çok da kolay olduğu halde Muhammed’in olağanüstüleştirilmesinin kaçınılmaz olarak karşımıza çıkardığı bir örnektir. Güya Muhammed daha beş yaşında bir çocuk olduğu ve badi-yede (çölde) süt kardeşi ile oynarken beyaz önlüklü bir kaç kişinin onu süt kardeşinin yanından alarak biraz uzaklaştıkları ve yere yatırarak göğsünü yardıkları ve içinden kalbini çıkararak, kalbinden de bir kan pıhtısını alıp, dışarı attıktan sonra kalbini tekrar yerine koydukları efsanesidir. Bunu kimler rivayet etmiştir hiç ilgilenmemekle beraber, böylesi bir rivayete kulak verenlerin akıllarından şüphe etmemek mümkün görünmemektedir. Zira bir daha Muhammed’in kalbine hiç kan gitmemiş midir acaba? Hem daha beş yaşındaki bir çocuğun kalbinde damar tıkanıklığı (bugünkü ifadesi ile koroner rahatsızlığı) mı söz konusudur ki yeryüzünde beş yaşında koroner rahatsızlığı geçiren normal, yani doğuştan hasta olarak doğmamış bir kimseye rastlanmışlık duyulmamıştır.
Olayın gerçek yüzüne gelecek olursak; Düşünen ve içinde yaşadığı toplumun hali ile ilgilenen bir insan olarak bir çıkar yol bulamadığı, çözüm üretemediği için göğsü daralan-ki türkçede de bir deyim olarak GÖĞSÜM DARALIYOR ifadesi hep kullanılmaktadır- Mu-hammed’e çözüm gösteren, çıkar yol gösteren Allah Onun göğsünü açmış, yani yol bulmasını sağlayarak ONU FERAHLATMIŞ’tır. Ayetin ifadesi yalnızca bu anlama gelmekte bulunduğu halde, Muhammed’i insanüstüleştirmenin kaçınılmaz sonuçlarından biri olarak bu efsane uydurulmuş ve bu uydurmanın üzerine basa basa asırlardan beri anayol haline getirilmiştir.
- İkinci bir örnek olarak yine aldığı ilk VAHİY olduğundan kimsenin kuşkusunun bulunmadığı İKRA hitabının algınlanmasının yaygın bir efsaneye dönüştürülmesidir. Güya Cibril Muhammed’e sanki yazılı bir levha göstererek OKU demiş ve üç defa bunu tekrar ettiği halde üç sualine de aldığı cevap OKUMA BİLMEM olmuş ve bunun üzerine sen misin okuyamayan, tutup göğsünü sesi duyulacak kadar sıkmış, çatırdatmış ve Muhammed bundan sonra OKUMAYI SÖKEREK, başlamış okumaya.. Bu olay sokaktaki çocuktan ulemâya kadar hemen herkesin kültürünü teşkil eden ana motif olarak karşımızda durmaktadır. Kaldı ki düşünüp duran, alıp başını toplumun dışına, başını dinleyebileceği bir yere -Hıra Mağarası- gidip günlerce düşünen ve fakat bir sonuca varamayan biri olarak Cibril geldiğinde (gönderildiğinde) Onu düşünüp durur bulmuş ve SÖYLE ANLAT, DİYECEK BİR ŞEYİN VARSA DEL manasında Ona OKU demiştir. Bunun üzerine NE DİYEYİM, NE SÖYLEYEYİM, NE ANLATAYIM manasına NE OKUYAYIM diyen Muhammed’e Cibril “Madem ki ne okuyacağını, söyleyeceğini bilmiyorsun, Sana bilmediklerini öğretmek üzere ben gönderildim Rabbin tarafından, madem ki ne söyleyeceğini bilmiyorsun o zaman BEN SÖYLEYEYİM, SEN TEKRAR ET demiş ve OKU, RABBİNİN ADI İLE OKU (Söyle).. O ki seni bir kan pıhtısından yarattı, yani seni bir kan pıhtısından yaradanın adı ile oku diye başlamış ve devam etmiştir, Muhammed’in söyleyeceği şeyleri Ona öğretmeye.. Nitekim daha sonraları “SANA BİLMEDİKLERİNİ ÖĞRETEN BİZ DEĞİL MİYİZ? SENİ AÇ BULUP DOYURMADIK MI, ÇIPLAK BULUP GİYDİRMEDİK Mİ? ÖKSÜZ BULUP BÜYÜTMEDİK Mİ? ve ilââhir ifadeleri ile nelerin anlatılmak istenildiğini açıkça görüyoruz. Olayın oluş biçiminde de asla bir olağanüstülük yoktur ya da bu gözle görmek istersek, herkese gönderilmeyen Cibril, Meb’us (seçilmiş) birine gönderilmesi olağanüstülüğünün dışında olayımızın olağanüstü bir yanı bulunmamaktadır. Buna rağmen Muhammed’e olağanüstü kişilik izafe ederek bakma zaafı sonunda doğal olayları dahi doğa üstü hâle getirmektedir. Bu olay da çarpıcı örneklerden biridir.
- Üçüncü örnek olarak VE VECEDEKE DALLEN FEDEHA ifadesinde kendini bulan SENİ NE YAPACAĞINI BİLMEZ, ŞAŞIRMIŞ HALDE BULUP, NE YAPACAĞINI ÖĞRETEN, ÜZERİNDE YÜRÜYECEĞİN YOLU-Kİ DOĞRU YOLDUR O-GÖSTEREN BİZ DEĞİL MİYİZ anlamının dışında bir anlam taşımayan bu âyet de Muhammed’in gerçek kişiliğinin üzerine çıkılarak DAHA DOĞDUĞUNDAN BERİ PEYGAMBER OLDUĞUNU BİLİYORDU diye ifadelendirilmesi abesliğidir. Kaldı ki Allah Şura suresinin 52. âyetinde açık açık “İşte böylece emrimizle sana da Kur’ân’ı vahyettik. (Biz Onu sana vahyetmeden önce) Sen Kitab nedir, İmân nedir bilmedin…” buyurmakta olduğu halde peygambere tanınan insan üstü kişiliğin kaçınılmaz sonucu olarak bu anlam zulmedilerek yüklenmiş ve sonuçta insanlar yalnız Kur’an’a zulmetmekle kalmamış, kendilerini Kur’an’dan uzaklaştırarak, peygamberle aralarına aşılmaz, erişilmez engeller koyduklarından kendilerine de zulmetmişlerdir.
- d. Kur’an’dan başka örnekler vermek ve bunları çoğaltmak mümkün olmasına ek olarak insanüstüleştirilen Peygamberin OLAĞANÜSTÜLÜKLERLE DOLU BİR HAYAT YAŞADIĞI’na dair uydurulmuş Ayın yarılmasından, idrarın miske dönüşmesine kadar sayısız uydurmaların altında kalan peygamber anlaşılmaktan çıkıp, anlaşılmaz, erişilmez, uyulmaz, yaptığı gibi yapılmaz, inandığı gibi inanılamaz, velhâsıl insanüstü bir varlık haline getirilmiştir. Öylesine ileri gidilmiştir ki ALLAH’IN ÖNCE ONUN RUHUNU YARATTIĞI, SONRA DA BU RUHA AŞIK OLARAK ONUN HATIRINA (YÜZÜSUYU HÜRMETİNE) KAİNATI YARATMASINA KADAR İŞ UZATILARAK GÖTÜRÜLMÜŞ’tür. Düşünebiliyor musunuz Allah ilk yarattığına vurularak Onun aşkına kainatlar yaratsın. Tıpkı şuurunu yitiren ve maşukunda aşkını bulan aşıklar gibi bilinçsizce işler yapsın. Nasıl olur da Allah’a böylesi iftiraları hem de Kur’an ortada dururken yakıştırabildiler, bunu nasıl yapabildiler biz anlamaktan aciz kalıyoruz.
Allah’ın Kur’an’da etkili olmak bakımından birçok örnek verilebileceği gibi cehennem tasvirlerini vermesi okuyan üzerinde sanki bu konudaki ayetleri okurken, bir yandan da cehennemde yananların seslerini duyuyor gibi olmanız, bir anlatım farklılığıdır ve müessiri-yet düşünülmüştür. İnsanlar dahi sözlerinin müessiriyeti için bazen olacak şeyleri olmuş veya oluyor gibi anlatırlar. Allah da kullarına hitab ettiğine göre kullarının da zaman zaman kullandığı üslubu kullanarak bazı şeyleri anlatmaktadır. Nitekim daha haşir olmadığınız, ölmüş bütün insanların diriltilmesinin günü hâlen gelmediğine ve mizan kurulmadığına göre nasıl olur da cennet ve cehennem, adeta içine girenlerin memuniyet veya çektikleri azabı duyacak kadar tesirli anlatılır. Oluyor gibi anlatılmasına rağmen hepimiz biliyoruz ki daha hesaba çekilme söz konusu değildir ve şu anda ne cennete giden ne de cehenneme giren vardır. Ama buna rağmen Allah, sanki girmişler gibi cennet veya cehenneme girenlerin hallerini öylesine tesirli bir dille anlatıyor ki okuyan ve üzerinde düşünen olacak bir olayı değil, oluyor haldeki bir olayı izliyor gibi etkileniyorla,
Diğer yandan kainata verdiği ve halihazırda sürdürdüğü mevcut düzeni bozacağını anlatmak isterken de Allah “SAAT YAKLAŞTI (YAKLAŞIYOR) AY YARILDI (YARILACAK) DAĞLAR HALLAÇ PAMUĞU GİBİ ATILDI (ATILACAK) (Kamer/l) Velhâsıl şu gördüğünüz düzen bozulacak, bozuluşu böyle olacak anlamında tasvirler yapıyor ve etkili olması bakımından da OLACAK ŞEYLERİ, OLMUŞ GİBİ anlatıyor. Mazi ve Muzârî sigası kullanılması etkinlik açısından önem taşır ve kullanılmaktadır.
Sonuç olarak bu kısım içinde söyleyeceklerimiz örnekler çoğaltılabilir olsa da esas itibariyle bunlardır. Yani Peygamber de Kur’an’ın kolay ve doğru anlaşılması bakımından normal bir insan olarak görülmelidir. Böyle görülmemesi Kur’an’ın da yanlış anlaşılmasına sebeb olan önemli engellerden başlıcasıdır.
- İnsanların islamla yüzyüze gelmesinden önce edindiği kültürün etkisi de Kur’an’ın anlaşılmasının önünde bir engel olarak bulunmaktadır. Hiç kimse böylesi bir kültürle karşılaşmadan islamla tanışmadığına göre mümkün olduğunca Kur’ân’ı anlamaya çalışırken bu kültüründen kendini-önyargısından-uzak tutmaya çalışmalıdır. Herkes hangi annenin kucağında büyümüş hangi babanın çocuğu olarak büyümüş ise mutlaka Onların (anne-babasınm) dini ile dinlenerek büyür. Fakat belli bir yaşa, akıllandığı yaşa, düşünebilir çağa geldiği zamandan itibaren artık o güne kadar aldıklarını sorgulaması, öğrendiklerini Kur’an’ın öğretisine sunması ve Kur’an eleğinden geçirmesi gerektiğini kavramalıdır.
- Anlayış, kavrayış alışkanlıklarının insanı köstekleyen önemli şeylerden olduğu hatırdan çıkarılmamalı ve daha ufku açık olarak mes’elelere bakabilmenin yolları aranmalı, bulunmalıdır. Başkaları nasıl yapıyor, kendisi başka nasıl yapabilir diye düşünmelidir. Men-talite bozukluğundan kurtulmaya çalışmalıdır. Meş’eleleri saptırmamanın gayretini vermelidir. Örneğin FİLAN ADAMIN GAYBI BİLDİĞİ İLE İLGİLİ BİR İDDİA sahibinin itiraz üzerine verdiği cevapta olduğu gibi davranması açık bir sapma ve saptırmadır ve konu başka bir zemin üzerine oturtulmaktadır. Buna imkân verilmemelidir. Bunu örneklendirirsek itirazınız üzerine iddia sahibinin ALLAH İSTERSE GAYBINI FİLAN ŞAHSA BİLDİRMEZ Mİ? demesi konunun esasından sapmasına sebeb olmaktadır. Zira konu filan adamın gaybı bilip bilmediğidir, konu asla ALLAH’IN KUDRETİ meselesi değildir.
- Sağ duyuya duyulan ihtiyaç, normal çalışan bir kafa, ters çalışmayan bir mantık sahibi bulunmak. Genel kuralları ihmal etmemek. Anlayış bozukluklarından kurtulmaya çalışmak.. Düzgün çalışan bir muhakeme sahibi bulunmak. Kur’an’ın doğru anlaşılmasının gereklerindendir.
- İllet birlikteliğini tesbit edebilen bir yapıya sahip olmak. Çoğu kez insanlar bunu kolayca yapabildiklerini sandıkları halde maalesef yapamamaktadırlar. Ve sonuçta çok berbat noktalara gelinmesine sebeb olmaktadırlar.
- Mümkün olduğunca ÖNYARGI’dan uzak olunmaya çalışmakla Kur’an daha kolay anlaşılacaktır.
- İnsanın fıtratında bulunan ACELECİLİĞİ de Kur’an’ı anlamının önündeki engellerin önemlilerindendir. Zira bu acelecilik insanın çabuk ahkam kesmesine ve büyük yanlışlar yapmasına sebeb olmaktadır.
- KUR’AN’I anlamanın önündeki engellerden biri de KUR’AN’I bütün olarak değil, parça parça anlamaya çalışmaktır. Konularıyla ilgili olarak anlamaya çalışmanın yanında asla belli âyetler de olsa bütünlükten uzak anlaşılmaya çalışılmamalıdır.
- KUR’AN HURAFE ÇÖZÜCÜ VE KENDİNE KARIŞTIRILMIŞ HURAFELERDEN TEMİZLEYİCİDİR. Her vesile ile sık sık okunmalı ve Kur’an dışılıklardan arınmaya çalışılmalıdır.
- Kur’an’ı anlamının önündeki engellerden önemlilerinden başhcası da İNSANLARIN LEVMİNDEN ÇEKİNMENİN, ALLAH’TAN KORKMAYA AĞIR BASMASI’dır. Bu zaaf Kur’an’î gerçekleri söylemekten çekinme ve onları unutma sonucunu doğurmakta ve giderek Kur’an mesajı, insanlara hakim olan kültüre kurban edilmektedir. Kur’an’ı anlamaya çalışan birinin anladığı mana ile, halkta bulunan kültürün çelişmesi insanı korkutmakta ve NE DERLER endişesi kendine hakim olmaktadır. İşte bu endişe çoğu kişinin Kur’an mesajını anlamasının önündeki önemli etkenlerden birini oluşturmaktadır.
- Kur’an’daki ifadelerin de insanların günlük hayatlarında olduğu gibi bazen mecaz, bazen soyut, bazen teşbihli v.s. olduğu asla unutulmadan okunmakla daha kolay anlaşılır. Kur’an’dan olmadık anlamlar çıkarmaya çalışmanın da esastan yanlış bir şey olduğu asla unutulmamalıdır. İnsanlar birbirlerini anlamak ve muratlarını birbirlerine anlatmak için nasıl konuşuyorlar/konuşmuşlar ise Allah’ın da kullarına öyle konuştuğu unutulmamalıdır. Bunun unutulmaması Kur’ân’ı doğru anlamayı kolaylaştıracak iken, unutulması Onu anlamayı zorlaştırmaktadır.
- Günlük lisanda insanların da kullandığı gibi kimi hususların olacak şeylerden bahsederken tesirli kılınması için olmuş gibi anlatılması Kur’an’da birçok yerde kullanılan bir üslub olmuştur. Bu unutulmamalıdır. Bütün âyetlerin anlaşılmasında kimi yerde GAİ YORUM, kimi yerde LAFZİ YORUM yapma zarureti gözden ırak tutulmamalıdır.
Ayın yarılması, dağların atılması ve benzeri konulardaki kullanılan üslubun konumuzla ilgili örnekleri oluşturduğunu söylemeliyiz.
14.Kur’an’ın anlaşılmasının önündeki engellerden biri de Kur’an’la ilgili konuşanların konuştuğu ortamda herkesin bildiği müşterek dilden konuşmayıp bir kötü alışkanlık olarak âyetlerin arabçasını söyleyerek başlamalarıdır. Bir insan bulunduğu cematte herkes müştereken hangi dili biliyorsa o dil ile konuşmalıdır. Ki hem arabçayı bilmeyenler sıkıntılanmasın hem de arabça bilenler peşinen bu işlerden biz anlarız, anlamak bizim tekelimizdedir gibi bir zaafa duçar olmasınlar. Her iki durum da sakatlıktır ve Kur’an’ın anlaşılmasının önündeki engellerden biridir.
15.Nasıl yıldızlar ile arzdaki insanlar arasında kalınlığı şu kadar kilometre tutan atmosfer, yıldızların gerçek bulundukları yerlerinden farklı yerlerde bulunduğu zannını uyandırıyor ve öyle de görünüyor ise Biz de Kür’an’a bakarken (anlamaya çalışırken) bulunduğumuz asır (günler) ile, Kur’an’ın indiği yıllar arasında 1400 yıllık birikmiş kültür atmosferinin etkisi, kırıcılığı sonucu Kur’ân’ı anlaşılması gereken anlamından farklı anlıyor ve farklı manalandırıyoruz. Bu farkı kaçınılmaz olarak aradaki 14 asırlık kültür oluşturuyor. Bu kültürün saptırması (kırması) neden oluyor.
Kur’an anlaşılmaya çalışırken mümkün olduğunca Kur’an’a 14 asır boyunca yüklenen sair kültürün altından Kur’ân’ı çıkararak onu anlamaya çalışmak zarureti bulunmaktadır. Kur’an indiği zamanda yaşayan insanlar ile Kur’an arasında da İslama giren kimselerin eski kültürleri bir sapma/kırma etkisi yapıyordu. Lakin Peygamberin bu insanların başında bulunuyor oluşu mahzurları azami derecede azaltıyor ve asgariye indiriyordu. Buna rağmen bize kadar gelen haberlere bakılırsa görülmektedir ki birçok rivayet sahibi Kur’an dışı kültürüyle Kür’an’a uygun düşmeyen sözleri peygambere söyletebilmiş, Onu Kür’an’a rağmen konuşturmuş ve hareket ettirebilmiştir.
Diğer yandan bir başka garantimiz de peygamberlerin yanlışlarının hayatlarında iken düzeltilmesi gereğidir ki Allah’ın bunu defaatla yaptığı ve elçisinin din ile ilgili yanlışlarını düzelttiğini biliyoruz. Kur’an bize bunun örneklerini veriyor.
16. Kur’an’dan hareketle ortaya çıkarılan her düşüncenin Kur’ân’i olduğu düşüncesi görünürdeki gibi doğru olmayıp, tarih boyunca da şahit olduğumuz gibi birçok sapanın Kur’an’dan hareketle saptığını biliyoruz. Örneğin Mehdîlik inancının, Hızır anlayışının, Deccal telakkisinin, Muhammed’in Allah’ın son nebisi olduğu fakat son elçisi olmadığı, dolayısıyla Ondan sonra da nice kimseye vahiy indiği iddialarının birçok örneğine şahidiz. Meselâ Bahaullah’ın, Ahmed Kadıyânî’nin “Denizler mürekkeb, ağaçlar da kalem olsalar Allah’ın sözleri yazmakla bitmez” âyetinden herkesin,” Nasıl olur da bu kadar bitmezliği açıklanan sözlerin son olarak Muhammed’e bildirildiği kabul edilebilir. Böylesi bir anlayış Kür’an’a aykırıdır” diyen Bahullah’ı hatırlayalım, Kadıyânîleri hatırlayalım. Günümüzde dahi bunların örneklerinden geçilmez durumda iken, Kur’an’dan çıkarılan herşeyin Kür’ânî olduğu genellemesini yapabilmek mümkün değildir. Kontağı kapatılmış motorun ters çalışması gibi çalışan kafaların bulunduğunu bile bile, göre göre nasıl olur da böyle düşünülebilir, her halde pek düşünülmeden söylenen sözler olsa gerektir. Burada bir ayrı örnek daha vermekte yarar görüyor ve konunun önemine dikkat çekmek istiyorum. Adı çokça duyulan ve MEGA LAİK olarak kendini tanımlayan bir akıllının yine aynı akıldaki hocası ve aynı ismi taşıyan birisi “ASIL LAİKLİĞİN İSLAMDA BULUNDUĞUNU, AVRUPA’NIN LAİKLİĞİ BİLMEDİĞİNİ VE BİZ MÜSLÜMANLARIN AVRUPALILARA LAİKLİĞİ ÖĞRETMEMİZ GEREKTİĞİNİ SÖYLÜYOR oluşuna delil olarak Kur’an’dan âyet getirmesi garipsense de görülüp, yaşanmış bir olaydır. Nitekim bu olayı biz yaşadık ve gördük. Diyordu ki bu şahıs “Allah Kur’an’da… Sizin için dininizde RUHBAN yazmadık, fakat siz kendiniz için uygun görüp yazdınız, ama ona da uymadınız ya..” ifadesini insanların kanun yapabileceğini ve bunlara uymanın da Allah’ın rızasını getireceğini, kazandıracağını söylemesini nasıl karşılarsınız. Kaldı ki bu âyet açıkça yahûdilere “Ben size uygun görüp bir din yolladım. Fakat onu beğenmediğiniz için kendi beğendiğiniz şeyi (RUHBAN İHDAS ETME) yaptınız. Fakat ona da uymadınız ya… Demek suretiyle Yani ben sizin nerenizden tutayım, iler-tutar yanınız yok, suçunuzu hafifletecek hiçbir şeyiniz yok anlamında söylediği âyeti tam tersine ve hiç alakası bulunmayan anlamlar yükleyebilmek için çatlak kafalar hiç de noksan olmamıştır tarih boyunca.. Bu arada ADİL DÜZEN efsanesinin de Kur’an’dan çıkarıldığı kuruntuları ayrıca değinilmesi gereken bir gerçektir. Herkes yaptığı iş veya her türlü düşüncesi için Kur’an’dan delil getirmeye kalkmaktadır. Bu düşünceler Kur’an dışı ve Kur’an’la hiç alakası bulunmasa da bunu yapagelmiştir insanlar.
Kur’an gerçeğine uygun olarak anlaşılmak isteniyorsa böylesi ters çalışan kafaların varlığı da unutulmamalı ve engel olunmalıdır.
17. Bir başka ve hayati nitelikli engel de şu olagelmiştir. Klasik bir engel olarak saymakta bir beis görmediğimiz bu engel Kur’an’ın naslarının rivayetlere mahkûm ve mecbur edilmesi yanlışıdır. Bu zorlama ile Kur’an rayından çıkarılmakta ve Allah’ın resulüne söyletilen sözlerle çarpıtılmakta, saptırılmaktadır. En bariz örneği ile RECM konusu örnek olarak verilebileceği gibi Allah’ın Kur’an’da ALLAH’IN KULLARINDAN BİR KUL buyurduğu ve gerçek hüviyetini bilmediğimiz olaydaki KUL’un Hızır olduğu efsanesinin çıkarılmış, asırlarca tekrar edilmiş ve yaygınlaştırılmış olduğunu söylemek mümkündür. Ayette açık açık ZANİ VE ZANİYE lafzı olduğu ve bu lafızların asla EVLİ VEYA BEKAR anlamları taşımadığı bilinmesine rağmen Kur’an âyeti, peygambere söyletilen bir uyduruk söz ile rayından çıkarılmış ve saptırılmıştır. Hemen her mealde “… YÜZER DEĞNEK” ten sonra parantez açılıp, içine BEKAR OLANLAR denilmesi klasik yanlış haline gelmiştir. Daha nice örnekler verebilmek hiç de güç değildir.
18. SÜNNET, KUR’AN’IN AHLAK EDİNİLMESİ (DÜŞÜNCEYE VE DAVRANIŞLARA DÖNÜŞMESİ) anlamına geldiği ve KUR’AN’IN UYGULANMASI manasına geldiği halde geleneksel olarak kimi kimselerin SÜNNET’İ, sanki eksik bırakılmış olan KUR’AN’m TAMAMLAYICISI olarak değerlendirmesi kadar abes bir şey olamaz. Allah dinini eksik bırakmış ve Allah’ın elçisi de o dini ikmâl etmiş, tamamlamış demek açıkça Kür’an’a aykırıdır. Zira Kur’an kendisi için açıkça “EKMELTÜ LEKUM DİNİKUM” buyurmak suretiyle tamamlamamışlığın söz konusu edilemiyeceğini vurgulamakta iken nasıl olur da Sünnet Kur’an’ın uygulanması olduğu halde TAMAMLAYICISI olarak düşünülebilir, anlamak gerçekten güçtür. Bu anlayış tarih içinde giderek gelenekselleşmiş bir cinayetin , peygambere yüklenerek işlenmesi sonucunu doğurmuştur.
Velhâsıl KUR’AN ASLA RİVAYETLERE KURBAN EDİLMEMELİ, RİVAYETLER KÜR’AN’A MECBUR EDİLMELİ-MAHKUM EDİLMELİ’dir. Aksini yapmak Kur’ân’ı anlamayı önleyen önemli hususlardan ve tarih boyunca yapılagelen bir esaslı yanlış olarak günümüze de damgasını vurup duran bir yanlış olarak karşımızda durmaktadır.
19. Gerek Kur’an’ın, gerek peygamberin ve bunlara inzimamen ASR-I SAADET denilen devrin ve o devirde yaşayan insanların gerçekten bizlere aktarıldığı gibi mi olduğu konusu üzerinde durulmalıdır. ALTIN DEVİR manasına geldiğini bildiğimiz ASR-I SAADET deyimi, kimi olaylara bakıldığında açıkça görülmektedir ki PEK DE ALTIN DEVRE benzememektedir. Zina yapanların, yalan söyleyenlerin, suç işleyen çocuğuna peygamber nezdinde torpil yaparak cezasından kurtulmak isteyen kimselerin aralarında bulunduğu insanlara nasıl olur da UDÛL olarak bakılabilir. Üstelik de bu insanlar arasında cereyan eden CEMEL, SİFFİN VAK’ALARINA da bakarak nasıl bunları söyleyebiliriz?
Aişe’ye yapılan zina iftirasının dört şahit getirilmesi gerçeğine ve bir şahit bile bulunmadığı halde koskoca şehirde hemen herkes tarafından ve herkes arasında yayılması gerçeğini bilmemize ve peygamberin da hakkında zina iftirası çıkarılmış hanımı Aişe’yi babasının evine gönderdiği, en azından gideceksen sonra git, şimdi gidersen benim de bu iftiraya inandığım sanılır demeyip, babasının evine gönderdiği veya babasının evine gitmesine ses çıkarmadığını bilmemize rağmen nasıl oluyor da bu olaya karışan herkesi udûl kabul edebileceğiz. Ali’nin peygamberi teselli edeceğim diye “Medine’de kız mı yok, sana istediğini alırız, yeter ki sen üzülme (tabii Aişe üzülürmüş kimin umuru) diyerek çıkarılan iftiraya inanan biri gibi davranması, ileride CEMEL VAK’ALARI’nın temelindeki se-beblerden biri olmuştur, düşüncemizce.
Üstelik Ebû Bekr’in mensubu bulunduğu Kureyş kabilesinin Beni Haşim gibi, Beni Umeyye gibi birinci dereceden bir kabile olmamasının Ebû Bekr’e biat edilmesini kimi kimseler için geciktirici rol oynadığını bildiğimiz insanî zaaflarla dolu kimselerin hepsini udûl kabul edebilmek nasıl mümkün olacaktır? Abbas’ın İslama girmekte geç davranması sebebiyle Resulullah’tan sonrası için bizzat ortaya çıkmaması fakat peygamberin kızı Fatıma ve onun damadını ortaya sürerek bir bakıma Ebu Bekr’n riyasetinin meşru olmadığı izlenimini verecek davranışları ve sonuç olarak da bir emire biat etmeden ölenin cahiliyye ölümü ile ölmüş olacağı rivayetine rağmen ölene kadar Fatımâ’nın biat etmediği ve biat etmeden öldüğünü, kocası Ali’nin de ancak Fatıma’nm ölümünden sonra biat edebildiğini bildiğimize göre nasıl olacak da bu kişileri her şeyleriyle örnek alacak ve kendimize rehber edineceğiz? Bu örnekler olabildiğince çoğaltılabilir, çoğaltabiliriz de… Lakin amacımızı ifadeye yeterli bulduğumuz bu kadar örnekle yetinmek istiyoruz.
20. Kur’an indiğinde hiçbir tahsili bulunmayan, hattâ Mekkelilerin iki deveyi bile gütmeye güvenemediği, bu denli beceriksiz gördüğü kimselerin bile Kur’an’ı anladığını biliyoruz. Ö gün içtimaî durumu böyle olanlar dahi Kur’an’ı anlarlar iken, nasıl oluyor da bugün bunca tahsili ile, bunca kültürü ve bilgisi ile insanlar Kur’an’ı anlayamayacaklardır, doğrusu üzerinde düşünülmeye değer bir konu olarak görüyoruz. Ve bu esastan yanlış düşüncenin terkedilmesi gereğine inanıyoruz. Zira öyle düşünmek de Kur’an’ı anlamanın önündeki büyük engellerden biridir.
21. Tefsir okunurken de çok dikkatli olunmalı ve hattâ Kur’an’ın meali okunarak onun genel mesajı ile esaslı bir tanışıklıktan sonra belki tefsir okunmalıdır. Zira tefsirler o kadar çeşitli huraiterle donatılmıştır ki ayıklamakla bitecek gibi değildir denilse yendir. Bu kanımız genel için olup özel de bu mahzuru bulunmayan istisna kabilinden tefsir bulunmakta ise elbette onu kapsamında bulundurmamaktadır.
22. İtikada tealluk eden hususların mutlaka Kur’an’dan alınması ve bunun dışına asla çıkılmaması gerekmektedir. Zira Kur’ari’ın Allah’tan geldiğinde en küçük bir şüphe bulunmamakta iken ve Kur’an Allah’ın kelâmı iken peygamberin söylediği söylenen sözler asla gerek rivayet gerekse anlam itibariyle Kur’an’ın sözleriyle eş değerde değildir ve olamaz da… Zira Allah hüküm koymada da ortak edinmemiştir.
23. Gelenek bizâtihî bir suç değildir. Hattâ bazi gelenekler yaşatılması, yaşatılabilmesi için de delillendirilmesi, bilinç kazandırılması gereken gelenekler iken, kimi geleneklerin de NESEBLERİ GAYR-I SAHİH’tir. İşte bu durumdaki gelenekleri acımadan dinden uzaklaştırmak, müslümanların hayatlarından çıkarmak zarureti bulunmaktadır. Bunda hayatî önemi haiz zaruret vardır. Zira yaşanıp duran şeyler esas itibariyle bozuk, İslama, tevhide aykırı şeyler de olsa zaman içinde hak olduğu, doğru olduğu, doğru olmasa idi, insanların onları yapıp durmaması gerektiği, yapıp durduğuna göre de doğru olması gerektiği yanlış düşüncesi insanlara hakim düşünce olarak etkisini sürdürüp gelmektedir.
Gelenek olarak dâ karşımıza çıksa herhangi bir düşünce ve davranış bunu mutlaka sorgulamalı ve sağlaması doğru çıkarsa demirbaşımıza kaydetmeli, değilse o geleneği terketmelidir. Aksi halde gelenekler din olup çıkmaktadır. Halbuki din gelenek haline dönüşmelidir tabii bilincinden uzak kalınmadan… Sahih düşünme geleneğini kaybetmemek, düşüncenin metödlarına uygun düşünmeyi adet haline, huy haline getirmekle mümkündür.
24. Kur’an AKILLILIKLA anlaşılır, AKILCILIK (RASYONALİZM)^ değil. AKILLILIK İLE AKILCILIK asla birbirine karıştırılmamalıdır. Akılcılık islam dişilik iken AKILLILIK İSLAM’da temel unsurdur.
25. Halkın kültürüne bile inmiş ve girmiş olan şeri deliller dörttür: KİTAP/SÜNNET/İCMA VE KIYAS ifadesinde kendini bulan anlayış teorik olarak herkes tarafından biliniyor olmasına rağmen PRATİKTE Kitaba asla sıra gelmemekte ve insanlar ölüp gittikleri halde KİTAPLA tanışmadan, yani dillerinde birinci olarak saydıkları KİTAP’tan ayrı yaşayıp gitmektedirler. Buna kesin olarak çözüm bulunmalı ve insanlar İSLAM denildiğinde mutlaka ve öncelikle KUR’AN’ı anlamalıdırlar. Sonra bundan aşağıdakilere sıra gelmelidir. 1
26. ALLAH İNSANI BİR BAŞKA KUR’AN YAZABİLECEK ŞEKİLDE YARATMADIĞI İÇİN BİZ İNSANLAR KUR’AN YAZAMIYORUZ. AKSİ HALDE KUR’AN YAZABİLİRDİK gibi bir düşüncenin sakat bir akıldan sâdır olduğunu rahatlıkla söylemekte bir beis görmüyoruz. Aynı mantıkla biri de çıkıp dese ki “ALLAH BİZİ YARATICILIKTAN ALIKOYDUĞU, YARATACAK KABİLİYETTE YARATMADIĞI İÇİN BİZLER YARATMIYORUZ. AKSİ HALDE BİZ DE YOKTAN VAR EDERDİK demesi ne kadar akıl kârı bir iş ise yukarıdaki sözün de böyle mütaleasmı münasib görüyor ve saçma buluyoruz. Kur’an’da irab hatalarının bulunduğundan söz etmenin de bu cümleden esaslı yanlış olduğu kanısındayız. Rahat ve takıntısız düşünebilmek her ne kadar önemli ise de bundan da önemlisi AKLIN ESASLARINA AYKIRI düşünülmemesidir.
27. CEZAYI BELİRLEYEN TOPLUM VİCDANI’dır lafzı laik hukuk felsefesinin kabul ettiği esaslardandır, başka türlü de olamazdı. Zira Allah’ı işlerinize karıştırmaz iseniz konulacak kurallar ceza veya başka bir alanda olsun ister istemez başka mantıklar, esaslar geliştirmek, bulmak ve kabul etmek durumunda kalırsınız. Kendi dinlerini hayatlarından çıkaran batılılar, doğan boşluğu doldurmak gereğinden hareketle böylesi varsayımlar sahibi bulunmak durumunda kalmışlarken biz müslümanlar için Allah’ın korumasındaki Kur’an meydanda bulunduğu halde ve dinin cezalara dair esaslarını da kendisi belirlemiş iken nasıl olur da CEZAYI BELİRLEYEN TOPLUM VİCDANI’dır diyebiliriz. Böyle bir sözü ancak laik batının ceza felsefesinden bahs ederken söz konusu edebiliriz.
28. KUR’AN ALLAH’IN ZAMANA AÇILIMIDIR cinsinden çifte sarılı yumurta yumutlamanın da asla bir anlamı bulunmamaktadır. Zamanın değiştirebildiği ne kadar şey vardır ki? İnsan fıtratını zaman değiştirebilmekte midir, eşyanın tabiatını zaman değiştirebilmekte midir, asla.. Öyle ise bu türden saçmalıkların hiç bir anlamı olmayıp düpedüz bir CEVAHİR YUMURTLAMA’dan öteye bir anlamı yoktur ve olamaz da..
29. Kısas’ta hayat bulunduğu gerçeğine değinmek gerekirse açıkça görülmektedir ki Birini öldüreni öldürmekte hayat vardır diye yalın bir anlayışla olaya bakarsak, nasıl olur da birini öldüreni öldürmekte öldüren de öldürüleceğine göre hayat olabilir? Biz açıkça şöyle görüyor ve anlıyoruz. Bir kimsenin gözünde bir başkasının hayatı değersizleşebilir ve o dereceye varabilir ki bu değersizleşme, bir sinek kadar bile değeri kalmayabilir. Bu durumda o kişi, bu kadar değersiz ve böyle bulunduğu için de yaşamaması gerektiği kanısını taşıdığı o kimseyi rahatlıkla öldürür. İşte bu öldürmeyi engellemenin en geçerli yolu öldürenin de öldürüleceğini bilmesidir. Başkalarını öldürmek isteyenin gözünde onun canı değersiz olabilir, lakin hiç kimsenin hayatı kendi gözünde de değersiz olamaz. İntiharlar bir başka olay olarak konumuzun dışında kalmakta olduğundan burada bahis gereği duymuyoruz. İşte başkasını öldürmeyi düşünen birisini öldürmekten vazgeçirmenin en müessir tedbiri olarak kısası, öldüreni öldürmenin karşımıza çıktığını görüyoruz. Öldüreceğinin canına acımayan sırf kendi canına acıdığı ve onu kıymetli bildiği için öldürmekten vazgeçecektir. Zira kendi canı değerlidir. İşte böylece KISASTA GERÇEKTEN HAYAT bulunmaktadır. Kısas iki canı da kurtarmakta, öldüreni kurtardığı gibi, öldüreceği de kurtarmaktadır. Her ikisine-katil olacak ve maktul bulunacağa-da hayat vermektedir.
İslamın hiçbir hükmü, ortaya koyduğu değer UTANILACAK bir değer değildir. Kendine bu denli güvenini yitirmiş toplumlar helak olmaya mahkumdur. Böylesi bir UTANMA SÖZ KONUSU OLACAKSA asırlardır diğerlerine kıyas edilemiyecek derecede başarılı olarak milyonları idare eden İslam ahkamından utanmak değil, diğer düzen sahipleri kendi düzenlerinden UTANMALIDIRLAR. Zira dünyayı sömüren, insanları insanlığından çıkaran, insanlığa ölüm ve acıdan başka bir mürüvvet vermeyen, göstermeyen batının düzenini taşıyanlar, insanlığa bu dünyada gerçeğini yaşatmak amacıyla ortaya çıkan ve sonuçta onları bir somun ekmeğe muhtaç bırakan ve ellerini yanlarına düşüren marksist ideoloji sahipleri UTANMALIDIRLAR.
Ellerinde ve önlerindeki insanı ancak şerefli kılan İSLAMDAN UTANMAK UTANILACAK BİR ŞEYDİR. Utananlar utansın islamdan… Ve kendilerini tedavi ettirsinler.. Fakat biz islam ile, müs-lümanlığımızla iftihar ediyor, asla utanmıyoruz. Utananlardan utanıyoruz.
30. Kur’an tercümesi veya tefsiri yapma sorumluluk bakımından ferdî bir iştir. Lâkin bir ferdin çeviri veya tefsir yapmasının mahzurları, bu çeviri veya tefsiri bir kurula yaptırmak değildir. Lâkin sorumluluğu taşıyacak ferdin, istediği hususlarda ve tercümenin tümünde bilenlerle istişare etmesidir. Bu istişare doğrulara kulak verilerek yapılırsa ferdî mahzurları yok edicidir, kurulun mahzurlarına da meydan bırakmaz. Ayrıca tefsir veya tercümeyi yapanların mevcut siyasi sistemden maaş almıyor olmasında hayatî zorunluluk bulunmaktadır. Maaşlarla midelerinden bağlananların yaptıkları ve yapacakları tercüme veya .tefsirlerin hadım tercümeler ve tefsirler olduğunu hep göregelmişizdir. Bu mahzurun izalesi zarureti Kur’an’ın tercümesi veya tefsirini yalnız Allah’tan sakınılarak yapılması, insanların (halkın) levminden veya siyasi sistemden çekinilerek yapılmaması şartı öncelikli olarak görünmektedir.
31. Kur’an’ın anlaşılmasında SOFA (Suffa) ASHABI’nın rivayetlerine önemli derecede öncelik verilmemelidir. Zira Sofa Ashabı toplumda aceze olarak bilinen kimselerden oluşmaktadır. Öylesi ki halk deyimi ile AVRAT YOK, AKIL, YOK takımındandır. Zavallı insanların yaşamının, zavallı olmayan insanlar için örnek alınması kadar abeslik olamaz.
32. Rivayetlere vaktiyle ya pek az yapılmış veya hiç yapılmamış olan METİN TENKİDİ/DİRAYET TENKİDİ VE RİVAYET TENKİDİ yaparak yeniden bakmak ve bu konularda BUHARİ-MÜSLİM-v.s. kitapların dokunulmazlıkları kaldırılmalıdır. Burada söylemek istediğimiz şey kimseyi tepelemek olmayıp, eleştirmektir, eleştirebilmektir. Bu açıdan dokunulmazlıkları kaldırılmalı deyimini kullandık.
33. Peygamber de unutmuştur, unutur da. Lakin VAHİY konusunda Onun unutmasına mahal verilmeyeceği “DİLİNİ DEPREŞTİRME!. Onu senin kalbine yerleştirecek olan Biziz” buyurulmak suretiyle teminat altına alınmıştır. Vahiy de unutacak olsa Allah kefil olmuş ve unuttuğu vahyi Ona hatırlatacaktır. Zaten herşeyi yapmaya kadir olan Allah dilerse unutturur, dilerse unutturduğunu hatırlatır ve hattâ unutturduğundan daha alâsını Ona vahyeder. Bütün bunlara kadir olduğunu söylüyor olması, unutturmuş ve unutturduğunun yerine daha alâsını vahyetmiştir anlamına gelmemektedir.
34. NESİH konusu ile ilgili kanatımız odur ki Kur’an’da nesih yoktur. Ne hükmü, ne de metni neshedilmiş âyet bulunmamaktadır. Büyük bir kısmı haberlerden oluşan Kur’an’ın haberleri neshetmesi mümkün de değildir, caiz de değildir. Zira olan olaylardan bahseden haberlerin değiştirilmesi, sanki Allah yanlış hatırlamış da doğrusunu hatırlayarak verdiği haberi değiştirmiştir şeklinde anlaşılır ki Allah’ın kudreti buna kesin olarak manidir.
Nesh olsa olsa AHKAM âyetlerinde olabilir ki zaten Ahkam âyetlerinin miktarı 500 civarındadır. Bunların da neshi söz konusu olamaz. Bütün ahkâmı geçerlidir. “Benim indimde söz değişmez”de nesih olmadığını gösterir.
35. Kur’an’ın anlaşılmasında MUKAYESELİ İSLAM MİTOLOJİSİ oluşturmak ve MİT’lerin nasıl oluştuğu, nerelerden geldiği, nasıl islâmileştirildiği gösterilmelidir.
36. Kur’an’ı anlamada esaslar belirlemek, usul yöntem tesbit etmek gerekmektedir. Bu genel esaslar dahilinde hareket edilmesini sağlamak ve hemen herkes için bu esasların geçerliliği sağlanmaya çalışılmalıdır.
37. Kur’an Tarihi Disiplini oluşturulmalıdır.
38. Kitaplara mahkum olanlarla, Kitab’a hakim olmak arasındaki fark unutulmamalıdır.
39. Kur’an’ı inanmış insan olarak okumak ve okudukça inancını emin hâle getirmek.
40. Belli bir kültüre indiğini unutmadan okumak.
41. Hem takrir hem tebdil için gönderildiğini bilerek okumak.
42. Kıyamete kadar kalıcılığı unutulmadan okumak.
43. Asıl amacının Tevhid ve mükemmel ahlakı oluşturmak ve yerleştirmek için gönderildiği unutulmadan okunmalıdır Kur’an.