Müslümanlar Bugün Bu Halde Mi Olacaktı!?
Mehmet Bozkurtİktibas Çizgisi Ocak Sayısından
Kur’an’ın ifadesiyle, “Allah katında Hak (geçerli) din, İslam’dır…” (Al-i İmran, 3/19) emrinde, İslam’dan başka bir dine inanmak, Allah nezdinde kabul göremeyeceği ifade edilmektedir. Zaten İslam, insanlığa gönderilen bütün ilahi dinlerin ortak adıdır. İlahi dinler arasında bir tezat ve çelişki yoktur. Çünkü bütün ilahi dinlerin kaynağı Allah’tır. Ancak aslını koruyarak günümüze kadar ulaşan tek din İslam’dır. İslam, bir kavme ve bir millete değil, bütün insanlığa gönderilen tek evrensel din ve bütün dinlerin son halidir.
İslam dininden ve onun kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’den onay almayan yorumlara kesinlikle İslam denilemez. Biz, kendi arzu ve isteğimize göre bir İslam ortaya koyamayız. İslam’ın kurallarını Allah koymuştur. Allah’ın koyduğu kuralları kabul etmek ve uygulamak her insanın üzerine farz olan bir görevidir. İslam bize değil, biz İslam’a uymak zorundayız. Ayrıca hiç kimse, Kur’an’ın onay vermediği bir şekilde, herhangi bir ilahi emri kendisine göre yorumlayamaz. Çünkü Kur’an anlaşılmayan bir kitap değildir. Zaten Allah, kullarının anlamayacağı emirleri göndermez ve onları, gücünün yetemeyeceği şeylerden sorumlu da tutmaz.
“Bu (Kur’an), bütün insanlığa bir açıklamadır, takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.”
Al-i İmran, 3/138
“… Bunlar Kitab’ın ve apaçık bir Kur’an’ın Ayetleridir.”
Hicr, 15/1
“… Bunlar Kur’an‘ın, (gerçekleri) açıklayan Kitab’ın Ayetleridir.”
Neml, 27/1
“Rabb’inin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.”
En’am, 6/115
Benzer birçok ilahi emirlerde de ifade edildiği gibi, Kur’an’ın emirlerinin tamamı açık, anlaşılır ve herkesin kendisine göre yorumlayamayacağı niteliktedir. Ancak inanan veya inanç grupları İslam’ı bilmiyorsa, elbette ki, O’nun emirlerini yanlış yorumlayacak veya yanlış anlayacaktır. Bu durumda var olan sıkıntı ve eksiklik İslam’a ait değildir. Aslında dinimizi tam olarak bilmiyoruz. Kur’an’a millet olarak hürmetkârız. Onu okuyoruz ancak anlamıyoruz. Onu anlamadan okumak, ciddi bir eksikliktir.
Kur’an’ın dili Arapçadır. Kur’an’ı anlamak için Arapça bilmek veya dilimize çevirisi yapılmış mealini okumak suretiyle Kur’an’ı anlamamız mümkündür.
“(Allah’ın emirlerini) Onlara iyice açıklasın diye her Peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik…” (İbrahim, 14/4) emrinde anlaşılan her Peygambere, O’nun dili ile ilahi emirlerin gönderilişi, o Peygamber için bir kolaylıktır. Hz. Muhammed (s.a.v)‘in ana dili Arapça olduğundan dolayı, Kur’an’ın emirleri Arapça olarak gönderilmiştir. Yoksa Arapça’nın ayrıca özel bir anlamı ve önemi yoktur. Ancak Arapça, Müslümanların din dilidir. İslam dininin dili, Arapça olduğundan İslam toplumunda mutlaka Arapça bilenlere ihtiyaç vardır. Her birimizin Kur’an’ı anlaması için Arapça öğrenmesi gerekmez. Ancak dilimize çevirisi yapılan Kur’an mealinden Kur’an’ı okuyarak anlamamız, hem mümkün ve hem de en kolay yoldur. Elbette ki, orijinal Kur’an, Arapça halidir. Orijinal halini mutlaka okuyacağız, ibadetlerimizi de orijinal halini okuyarak yerine getireceğiz. Yani Müslüman olarak ibadet dilimiz de Arapça’dır. Bizim gördüğümüz eksiklik, onu anlamadan okumamızdır. Oysa Kur’an;
“Onlar Kur’an‘ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” diyor!
Muhammed, 47/24
“(Resulüm!) Sana bu mübarek Kitab’ı, Ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.”
Tevbe, 9/51
“Hala Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi?…”
Nisa, 4/82
Ayetlerden anlaşılan, düşünmemiz emredilmektedir. Düşünmek için de anlamak gerekir. İslam, biz anlayalım ve dolayısıyla uygulayalım diye gönderilmiş bir dindir. Anlamadan inandığımız, okurken anlamadığımız bir dine inanışımızda büyük bir eksikliğimiz vardır, bunu bilmeliyiz. Zaten inandığımız dinin emirlerini anlamak için bir çaba sarfetmiş olsaydık, binlerce Bid’at ve Hurafe’ye din diye inanmazdık. Çünkü Kur’an bunların birçoğunu şirk olarak kabul etmektedir.
“Âlemlere rahmet olarak gönderilen” Enbiya, 21/107
“Yüce bir ahlak üzere olan”
Kalem, 68/4
“Bütün insanlığa örnek ilan edilen”
Ahzab, 33/21
“İnsanlığın son Peygamberi olan”
Ahzab, 33/40
olarak insanlığa İslam’ı tebliğ eden bir Peygamberin ümmeti olarak, Kur’an’ı açıklayan, kaynağı Kur’an olan Sahih Sünnet’inin yanında, onunla asla ilişkisi olmayan, O’nun adına uydurulmuş yüzlerce rivayete Hadis diye inandık ve binlerce bid’at ve hurafe ürettik.
Düşünmeden, araştırmadan duyduğumuz her şeye din diye körü körüne inandık. Oysa İslam, bizden düşünmeyi, araştırmadan her duyduğumuza inanmamayı ve aklımızı kullanmayı emretmektedir. Düşünen insanlarımıza da dil uzattık ve onlar da korkularından dolayı bir kenara çekildiler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Ne acıdır ki, Müslüman olarak parça parça olduk, bölündük, hiziplere ayrıldık! Yalnız ve ancak Allah’a yönelme yerine, çok farklı şeylere yöneldik.
“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (Enam, 6/159) ilahi emrin, Yahudi ve Hıristiyanlarla birlikte Müşrikler için gönderildiği ve onlar kastedilmekte ise de, İslam ümmeti içinde, daha sonra ortaya çıkan gruplaşmalara işaret edildiği de düşünülebilir.
Ayette açıkça, dinde birlik ve beraberliğin önemi vurgulanmakta, bu konuda ayrılığa düşenlerin Hz Muhammed (s.a.v)’den uzaklaşmış olacakları uyarısında bulunmaktadır.
Konu ile ilgili olarak, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyuruyor:
“Yahudiler yetmişbir gruba ayrıldı, birinden başka hepsi Cehennem’dedir. Benim ümmetim de yetmişüç gruba ayrılacaktır. Birinden başka hepsi Cehennem’dedir.”
“O kurutuluşa eren grup kimdir ya Resulullah?“ sorusuna cevaben:
“Onlar benim ve ashabımın gittiği yoldan gidenlerdir.” buyurdu.
Ebu Davud, Sünnet, 1
Tirmizi, İman,18
İbn-i Mace, Fiten, 17
İbn-i Hanbel, 2/332
Kendilerini Müslüman olarak tarif etmelerine ve din kitaplarının Kur’an olduğunu söylemelerine rağmen, aralarında inanç yönünden büyük farklılıklar ve derin ayrılıklar mevcuttur. Bu ayrılıklar nedeniyle çeşitli fırkalara bölünmüşlerdir. Bu durumun mutlaka önemli bir nedeni olmalıdır diye düşünmeliyiz. Ancak bütün insanlığa hizmet etmek için, İslam’ı tebliğ edenleri, tarih minnet ve şükranla yadedecektir.
“Hepiniz O’na yönelerek, O’na karşı gelmekten sakının, Namazı kılın müşriklerden olmayın.”
Rum, 30/31
“Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın). (Bunlardan) Her fırka, kendilerinden olan ile böbürlenmektedir.”
Rum, 30/32
Ayetlerde, bütün gönlümüzle Allah’a yönelmemiz istenilmekte, değişik fırkalara ayrılan Yahudi ve Hıristiyanların, hak din olan İslam’ı terk edenlerin veya İslam ümmeti içinde bid’atlar geliştirenlerin ve bölünmeyi körükleyenlerin kastedildiği yorumları yapılmıştır. Bu durum Müslüman olarak çok daha dikkatli davranmamız gerektiğini göstermektedir.
İnsan yalnız Allah’a yönelerek ve yalnız Allah’tan korkarak bu dinin içinde kalabilir. Gerçek ve sağlam din, işte bu dindir. Ne var ki, insanların çoğu bunu bilememiş ve Tevhid inancına şirk bulaştırmışlardır. Ayetlerde, İslam ümmetinin başına gelenler, mucize bir biçimde anlatılmaktadır. Fırka, Mezhep, Tarikat, Parti ve Felsefi akım ayrımları ile yüzlerce parçaya bölünen İslam ümmeti, Kur’an’ın getirdiği Tevhid inancına büyük zarar vermiştir. Müslümanların asırlardır belini doğrultmamasının gerçek nedeni de budur. Bu beladan kurtulmanın tek yolu; İslam dinini Allah’ın kitabı olan Kur’an’a teslim etmek ve Kur’an’dan onay almayan bütün kaynakları ortadan kaldırmaktır. İslam dünyası; ya bunu yaparak kurtulur, yahut din adı altında alkışladığı tefrika manzaralarını yaşatarak perişanlığını sürdürmüş olur.
Ne acıdır ki, İslam birliği yerine, mezhep ve fırkalara, takva ile üstünlük yerine, soy sop üstünlüğüne, Namaz yerine oyun ve eğlenceye, Kâbe yerine türbeleri tavaf ettik.
Helal ticari kazanç yerine; faizcilik ve karaborsacılığa, Allah’ın korumasını isteme yerine, nazarlıklara sığınarak ve ağaçlara çaput bağlayarak medet ve koruma umduk.
Batıl inançlar normal bir hale dönüşmüş ve günlük hayatımızda birer gelenek gibi yadırganmadan, farkına bile varılmadan nesilden nesile yaşanmaktadır. Nazar boncuğu takmak, tütsü yapmak, kurşun dökmek, muska yazdırmak, düğümler bağlatmak, çok istediği halde ancak kendi çabaları ile elde edemediği şeylere ulaşmak için; türbelerde kurbanlar kesmek gibi, İslam’ın onaylamadığı hurafelere teslim olduk.
Gayb’a inanma yerine, gayb konusunda keyfi iddialara ve falcılara gönül bağladık. Kur’an’ı rehber edinme yerine, Kur’an’ın ifadesiyle tağuti şeyleri rehber edindik. Yüzlerce bid’at ve hurafeye inanarak imanımıza zarar verdik.
Türklerin Orta Asya’daki, büyük çoğunluğu Şamanizm ağırlıklı inançlarının günümüze kadar devam ettiğini görmekteyiz. Üstelik bunların İslam ile hiçbir ilgisi de yoktur. Kapının eşiğine basmamak, geceleri tırnak kesmemek, türbelere bez parçası bağlamak, Gök Tanrı inancındaki Kam’larla bazı tarikatlardaki uygulamalar arasındaki benzerlikler ilk akla gelenlerdir.
Toplumumuzda kültür ile dinin kuralları iç içe girmiş, çoğu zaman örf, adet, gelenek ve an’aneler din emri olarak kabul edilmiştir. Bütün bunlardan kurtulmak için inandığımız dini, doğru öğrenmek ve bilmek zorundayız.
Müslüman olarak görevimizin, mal biriktirmek olduğuna inandık. Biriktirdiğimiz maldan yoksul ve fakirin hakkını ayırmadık. Adeta Zekât emrini unuttuk! Malımız kadar kendimizi itibarlı kabul ettik ve kibirlendik. Mazlumu ve mağduru unuttuk. Kendimizi ayrı bir üst sınıf olarak gördük. Birilerine özendik, benzemeye çalıştık. Boğazımıza kadar israfa bulaştık. Gevşedik, anlamsız şeylere üzüldük, asıl üzülmemiz gereken şeyleri geçiştirdik. Oysa Kur’an:
“Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Al-i İmran, 3/139) emri, her Müslüman’ın rehberi ve umudu olmalıdır.
Müslüman malı kadar değil, inancı ve takvası kadar üstün olabileceğine inanmalıdır. Bugün Allah için ne yaptım? diyerek her gün kendisini kontrol etmelidir.
Bu dinin Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)’i dostdoğru tanımadan, bu dini anlamak mümkün değildir. Kaynağı Kur’an olan Sahih Hadis ve Sünnet’in dışında, Hadis diye iddia edilen, Hz. Muhammed (s.a.v)’e isnat edilen ve Kur’an’dan onay almayan rivayetlerden kurtulmadıkça, Hz. Muhammed (s.a.v)’i tanıdığımızı ve O’nun yolunda olduğumuzu söyleyemeyiz.
Ağaçlara çaput bağlamak, kapı eşiklerine nazar boncuğu takmak gibi binlerce İslam dışı inanışla, günaha girdiğimizi anladığımız gün, Allah’a teslim olduğumuza inanmalıyız.
İnsan olmanın erdemi ile Müslüman olmanın şerefini yüreğimizde buluşturduğumuz gün, aç ve açık olan komşumuzu fark edeceğiz.
Kendi milleti ile birlikte, dünya milletlerinin hidayeti ve aydınlanması için hizmet ve tebliğ görevimizi yaptığımız oranda, Allah’ın rahmetinin bizimle beraber olacağına inanmalıyız.
İslam’ın yeniden yorumlanması ve İslam düşüncesinin çağın ihtiyaç ve gereklerine uygun bir şekilde yeniden oluşturulması yolunda yapılacak çalışmalarda, öncelikle temel alınması gereken kaynağın Kur’an olduğu, çağdaş İslam düşünürleri tarafından, ortaya koydukları pek çok eserde hararetle savunulmuştur.
Şurasını asla hatırdan çıkarmamak gerekir ki, İslam’ın her zaman ve mekânda geçerli olabilmesi, onun değişen şartlarda değişik yorumlara açık olması ile mümkündür. “İctihad” adını verebileceğimiz bu önemli prensip ne yazık ki, sadece Fıkıh’a hasredilmiş, Tefsir, Kelam vb. branşlar yanında Sünnet tanımı ve anlayışlarımızda da bir ictihattan söz edilebileceği düşünülememiştir. Hâlbuki ictihad sadece Fıkıh’a mahsus olmayıp, geniş anlamda İslam’ın, yani Kur’an ve Sünnet’in değişen şartlara göre yeniden yorumlanması şeklinde anlaşılmalıdır.
“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.”
Enfal, 8/60
İslam dinine göre, savaş için hazırlanmaktan maksat, insanları öldürmek olmayıp, onların maddi ve manevi olarak zarar görmelerini engellemektir. Bu da, düşmandan daha güçlü olmakla mümkündür. Çünkü hiç kimse kendisinden daha güçlü bir topluma saldırmaz. Caydırıcı güç haline gelmek, beraberinde barışı da getirir. Ayetteki “besili savaş atları” semboldür. Bunun günümüze yansıyan anlamı ve karşılığı ise, en etkili silahlar, savunma ve savaş stratejilerine sahip olmak olarak anlamalıyız. İslam’ı zamana ve gelişen şartlara göre” anlamalıyızdan’’ kastedilen budur. Çünkü Kur’an, insanın imanını ve onurunu korumak ve görevini yerine getirebilmek için güçlü olmayı emretmektedir. Bu güçlü olma, o gün için gerekendir. Ayette geçen kuvvet, zamana ve şartlara göre değişebilir. Allah’ın ve iman ehlinin, düşmanlarını korkutacak düzeyde olması istenmektedir. Eğer bu Ayeti böyle anlamazsak, işgal edilmiş vatanınızda, güçlü silahlarla size karşı savaşan bir güce taş atarak kendinizi savunmaya kalkarsınız veya vatanınızı işgal için gelen tankları selamlayarak alkışlarsınız ve bunu kurtuluş kabul edersiniz. İslam’ın bizden istediği bu değildir. Düşmanın gücü kadar, güç sahibi olmayı ve gerektiğinde o gücü kullanmayı istemektedir. Böylesi bir mücadelede ölenleri büyük bir şeref sahibi olarak kabul eden dinimiz, uğrunda ölünmesi gereken değerlerin başında, inancı ve şerefiyle birlikte, üzerinde yaşayacağımız bir vatana sahip olmamızı istemektedir. Buna sahip olmak için, bir bedel ödemek gerekirse, o da şehit olmaktır. Çünkü Şehidi olmayan bir milletin şerefi olamaz!
İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an’ı ve Allah’ın Resulü Hz. Muhammed (s.a.v)’i çok iyi anlamamız lazımdır. Eğer İslam’ı ve Allah’ın Resulü (s.a.v)’i doğru anlayabilseydik; din bilginleri Camii memurları değil, Camilerde yapılan zorunlu günlük görevlerini yerine getirmekle birlikte, Peygamberler gibi öncelikle insanlara temiz, iyi ve adil bir hayat öğretirlerdi. İnsanların vicdan duygularını uyandırırlardı. İnsanlara nasıl iyilik yapabileceklerini öğretirlerdi. Bir milletin uyanışında ve mutlu geleceğe yürüyüşünde, din bilginlerinin büyük sorumluluğu vardır. Ölü sözlerle sıkıcı konuşmalar yapmak yerine, hemen herkeste büyük bir irade uyandırırlardı.
Milletler vardır ki, geçmişlerinden utanırlar, ama aynı zamanda gelecekleri için de sevinirler. Medeniyet yürüyüşünde, asırlarca önde yürümüş bir millet olarak, geçmişimizden utanmıyoruz, ancak gelecek için de çok sevinmemiz için, yeniden bir diriliş ve haykırışa ihtiyaç vardır.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in gösterdiği hedefler doğrultusunda, insanlık için bir şey yaparken, sonuç almak adına, hiçbir şeyde aşırıya kaçmamak gerekir. Her şey ölçülü olmalı, her şey zamanında olmalı ve her şey yerinde olmalıdır. İnsanlarımızın ve insanlığın mutluluğu için kurduğumuz hayaller öncelikle bizi heyecanlandırmalıdır ki, öncü ve önder olabilelim. Çünkü milletin ekonomik, sosyal, zihinsel ve ahlaki değerlerini yönetebilecek insanlara ihtiyaç vardır. O insanlardan birisi de, din bilgini olarak siz olun ki, Allah’ın rızasını kazanabilesiniz!
Büyük işler için ciddi hazırlanarak başlamak lazımdır. İslam’ın genel amaçlarından birisi de budur. Hz. Muhammed (s.a.v), bir an bile tereddüt etmeden, bir düzen içerisinde hareket ederek, “İki günü eşit olan Müslüman’ı ziyanda” kabul etmiştir.
Milletin geleceğinde her birimizin emeği olmalıdır. Yorulmadan fedakar bir biçimde coşku ile çalışmalıyız. Sağlam ve güçlü düşünce sahibi insanlar olmalıyız. Ancak o zaman insanlara bilgimizi ve aklımızı sevgiyle birlikte sunabiliriz. Çünkü sevgiden uzak bir insan, bilgisi ile gönülleri fethedemez. Din ve ilim bilginleri halkın eğitimli beyinleridir. Aydınları olmayan milletler talihsiz milletlerdir. Her birimiz de ışığımızla etrafımızı aydınlatmalıyız. Din bilginleri derin bilgileri olan, muhteşem konuşmacı, ilham veren vaizler ve kusursuz ahlak sahibi olmalıdırlar. Konuştukları zaman herkesi derin uykudan uyandırmalıdırlar. Hz. Muhammed (s.a.v) her alanda hayatın gerçek anlamını gösteren, onu nasıl elde edeceğimizi öğreten, bizim için sarsılmaz iradenin canlı örneğidir. Vahşi hayvan içgüdüleriyle yaşayan, Allah hakkında düşünmeyen ve kalplerinde Allah’a ihtiyaç duygusu olmayan insanlar için Kur’an:
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahrette) büyük bir azap vardır.”
Bakara, 2/7
“De ki: Ne dersiniz; eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse bunları size Allah’ tan başka hangi İlah geri verebilir! Bak, delilleri nasıl açıklıyoruz. O’nlar hala yüz çeviriyorlar!”
En’am, 6/46
“İşte onlar Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar gafillerin kendileridir.” buyurmaktadır.
Nahl, 16/108
Asıl görevimiz, hidayet bulamayan milyonlarca insanın nasırlaşmış, odunlaşmış kalbinde din ateşini yakmak ve Allah inancını uyandırmak olmalıdır. Dini yüzlerce kuralı, paragrafı olan bir inanç grameri haline getirmek yerine, Allah sevgisi çerçevesinde etrafımızdakilerle bir araya gelme, sıkı ilişkiler kurma duygusunu öncelikle geliştirmeliyiz. Belki de onları hidayetle buluşturacak o sözü işitmemiş insanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek olmalıdır. O söylenmesi gereken söz Tevhid’dir. Tevhid, toplumu manevi çürümeden kurtarmak için ruhsal ilahi uyanışa davettir. Bu mücadele erkek veya kadın her birimizin hayattaki en önemli görevi ve borcudur. Ancak bu görevimizi ve borcumuzu tebliğ görevimizi yaparak ödeyebiliriz.
İnsanlar vardır ki, yalanla yaşarlar, yalansız bir hayatı düşünemezler. Onların ticareti hırsızlıktır, siyaseti alışveriştir. Gerektiğinde vicdanını, vatanını ve inançlarını satabiliyorlar. Bu çirkin hayattan onları kurtarmak için ümitsizliğe kapılmadan, vazgeçmeden ve dinlenmemek üzere yürümeye karar vererek yolumuza devam etmeliyiz. Bu mücadelede sonuç da almayabiliriz. Çünkü onların vicdanları, dürüstlüğü ve iyi niyeti sadece kendi çıkarlarına yetecek kadardır. Önemli olan görevimizi yapmamızdır. Unutulmamalıdır ki, iyiliği emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek her birimizin üzerine farz olan bir görevdir.
Mücadele ederken hızlı başarılar da beklememeliyiz, yoksa hayal kırıklığına uğrarız, hatta bazen başarısız da olabiliriz. Çünkü yalnız ve ancak hidayet Allah’a aittir. Bizim görevimiz ise, hidayete götüren yolda bir ışık yakmaktır. Örnek olarak bizim için, Hz. Muhammed (s.a.v) ve onun muhteşem mücadelesi yeter.
Unutulmamalıdır ki, hayat bir mücadele, bir yardımlaşmadır. Bu yolculuğumuzda en büyük amacımız, Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Bu halimiz, sonsuza dek yaşayacağımız hayat için kurtuluşumuzun teminatı olacaktır.
Hidayete muhtaç karanlık güçler 1400 yıldır, nurlu din kitabımız Kur’an’ın ateşini söndürmek için uğraşıyorlar. Aslında onlar da görevlerini yapıyorlar. Oysa Kur’an, kendisini yaşam mimarlığına adamış insanlarda Allah sevgisi duygusunu uyandırmaya devam etmektedir. Tarih bunun canlı şahididir. Bunun önüne geçmek mümkün değildir. Bunun önüne geçmek isteyenlere Kur’an’ın ifadesiyle:
“Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönemezler.”
Bakara, 2/18
“(Hidayet çağrısına kulak vermeyen) Kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.”
Bakara, 2/171
Bizim görevimiz manen kör, sağır ve dilsiz olanlara yol göstermek değildir. Sağırlara duyurmak, körlere göstermek ne mümkün! Bakara, 2/7
Bizlerin yapacağı; görebilenlere göstermek, işitebilenlere duyurmak, anlayabilenlere anlatmak, hakikatlere antenlerini kapatmayanlara hakikati idrak etmelerine vesile olmak için gayret etmektir!