Müşrikler ve Allah İnancı (2)
Yazının 1. Bölümü ( https://www.iktibascizgisi.com/musrikler-ve-allah-inanci-1/ )
3.Allah ile kulları arasına aracı kılmak/şefaat: Allah ile insanlar arasında aracı konumunda bir varlığın bulunduğu inancı çeşitli dinlerde yer almış, ancak insanlar melek, şeytan, cin ve ataların ruhları gibi görülemeyen tabiat üstü varlıklara da ilâhlık nispet ederek şirke düşmüştür. Kişi ile tapınılan varlıklar arasındaki ilişkiyi vahiy kaynaklı dinden farklı biçimde kuran politeist dinlerin bazıları meleklerin fonksiyonunu yerel tanrılar şeklinde algıladıkları varlıklara vermişlerdir. Mekke müşriklerinin ikon/putlarına kız ismi vermeleri bundandır. Allah’ın çok yüce olduğunu ve O’nunla irtibat kurmaya kendilerinin layık olmadıklarını düşünüp aracılığı yapacaklarını düşündükleri putlara da ilâhlık sıfatı atfeder, onlara da tapınırlardı. Ayrıca putlara da dişi isimler takarlardı. Çünkü onları melek mesabesinde görerek, meleklerin suretleri/heykelleri olarak kabul ederlerdi. Bu nedenle de putların Allah’ın kızları olan melekleri temsil ettiklerini düşünürlerdi. Zaten putlara Lât, Menât ve Uzza gibi müennes/dişi isimler vermeleri, onları, dişi olduklarını kabul ettikleri açık bir işaretidir. İşte müşrikler, Allah’ın kızları olarak görme suretiyle ilâhlık atfettikleri bu putlar önünde saygı ve tazim gösterileri yaparak, onlara sunaklar sunarak, ahiret gibi bir hayatın olması durumunda da onların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerine inanırlardı. Çünkü onlar Melekler Allah’ın kızları diye inanıyorlardı.
“Allah’a kızlar isnad ediyorlar; kendilerine de hoşlandıklarını.”(Nahl 57)
“Gerçekten ahirete inanmayanlar melekleri dişi adlarıyla adlandırıyorlar.” (Necim 27)
İnsan, kendisini var olduğu konumdan aşağı indirgediği zaman, bir şeyleri ve veya birilerini yüceltmekle o var olması gerektiği yere o yücelediği varlığı koyar. Çünkü Allah denen varlık, ona göre çok yücedir! Dolaysıyla kendisini aşağı gören onunla muhatap olamaz/olmaya layık değildir, olsa olsa O’na nazı geçecek, hatırını saydığı biri vasıtasıyla irtibata geçebilir. İşte bu anlayış aracı/şefaat makamının doğmasına sebebiyet vermektedir. Cahili inanç sistemlerinin tamamında bu anlayış vardır.
“Dikkat edin! Halis din yalnızca Allah’a aittir. O’nun yanı sıra veliler edinenler: “Onlara, bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.” diyorlar. Allah, hakkında tartıştıkları şey için hükmünü verecektir. Allah, yalancı olan ve gerçeği yalanlayan azılı nankörleri doğru yola iletmez.” (Zümer 3)
Her kim ki bu ayete göre, Allah’a yaklaşmak veya herhangi bir şey istemde bulunmak için aracı kılarsa onu Yüce Allah’a ortak koşmuş/müşrik olur. Mekke de 13 yıl boyunca Kur’an bu aracılık anlayışıyla mücadele etmiştir. Mekke’de inen surelerin tamamında bu mücadeleye şahit oluruz. “Elbette ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf 16) Allah için mesafe söz konusu değildir. Allah’ın; insana, insanın kendisinden daha yakın olduğu bu ayette vurgusu yapılmaktadır. Bu kadar yakın olanla direk irtibat kurmak var ikin taşeron/aracı kullanmak akıl işi değildir.
Kur’an’ın bize tanıttığı Allah, bütün zaaflardan münezzehtir. O birilerinin zaafında kalarak, hatırını gözeterek iş yapmaz. Günahları affetmek için O’nun ‘eşref saati’ yoktur. O’nu uyku ve uyuklama tutmaz, her an “hay”dır. O, zamandan da münezzehtir. Ne zaman ki, O’na yönelene her zaman icabet edendir. “Rabbiniz buyurdu: “Bana dua edin duanızı kabul edeyim. Bana ibadetten büyüklenenler küçük düşürülmüş olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min 60) “Kullarım, sana, Ben’i sorarlarsa bilsinler ki ben, yakınım. Bana dua edenin, duasına karşılık veririm. O halde onlar da Benim çağrıma uysunlar ve Bana gerçek anlamda iman etsinler ki doğru yola kavuşmuş olsunlar.” (Bakara 186) Yani: “Bana ulaşmak için başka bir varlığı aracı edinmeniz, bu manada “vesile” aramanız gerekmez.” Ayette Müşriklerin, “Allah’a yaklaşmak için ilah edindiklerini” iddia etmelerine cevap verilmektedir.” (E. Aktaş’ın Meal dipnotu)
Şefaat; bu bağlam içerisinde, bir kimsenin suçunun bağışlanması ya da dileğinin yerine getirilmesi konusunda o kimseyle bir başkası arasında yapılan aracılık demektir. Bunu her kim yapar ve aracı/şefaatcı kıldığı her ne olursa olsun Kur’an’a göre şirktir ve bu anlayış müşriklere aittir. Cahiliye döneminde de şefaat Arap toplumunun inançlarında görülen bir kavramdı. Şâfi ve şefî “aracılık eden, yardım/şefaatte bulunan” demektir. Şefaat, kurtuluş öğretisiyle bağlantılı olarak birçok dinde yer almakla birlikte niteliği ve biçimi her inanışta farklılık gösterir. Araplar putların kendilerine Allah katında şefaat edeceklerine inanırlardı. Fakat Kur’an onların bu inancını yıkarak şefaat edebilecek yegane gücün Allah olduğunu ve kıyamet günü O’nun huzurunda, O müsaade etmeden hiç kimsenin konuşamayacağını bildirmiştir.
“Hiç kimsenin kimse adına bir şey yapamayacağı, kimseden bir şefaatin kabul edilmeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı ve onların (hesaba çekilenlerin) bir yardım göremeyecekleri günden sakının.” (Bakara 48, 123, 254. En’am 70, 94) “De ki: “Şefaatin tümü Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.” (Zümer 44)
Şefaatle ilgili onlarca ayet vardır ve bu ayetlerin tamında da bu anlayış yerilmektedir. Çünkü Allah kıyamet günü, hiç kimsenin hatırını gözeterek, birilerinin zaafında kalarak, hiç kimseye torpil geçmeyecektir bu O’nun adaleti gereğidir.
4.Allah’ı hayatına karıştırmamak: Allah’ı Uluhiyete kabul etmek; bütün kainatı O’nun yarattığına, kozmolojiyi düzenlediğine, güneşin, ayın, yıldızın ve bütün galaksilerin O’nun azametine buyun eğerek itaat ettiğini, yeryüzünü düzenlediğini ve yaratılmışları O’nun yarattığını ve koymuş olduğu yasalara/sünnetullaha boyun eğdiğini kabul etmektir diye biliriz kısaca. Bu manadaki uluhiyeti Mekke müşrikleri de kabul ediyorlar. Onların kabul etmedikleri uluhiyet İlahlığı Allah’a vermemek şeklindeydi. İlah; insan açısından düşünüldüğünde, hayatını düzenleyen, kanun ve kurallar koyan neyi nasıl yapacağını belirleyen demektir. Bundan dolayıdır ki, Mekke müşrikleri “La İlahe İllallah” kelimesini söylememede direniyorlardı. Çünkü bu kelimenin ne anlama geldiğini biliyorlardı. Bunu söylediklerinde hayatlarının baştan sona komple değişeceğini; ekonomiden-siyasete, hukuktan-eğitime, kamudan-özele bütün bir hayatta Allah söz sahibi olacağı için, O’nun hayatlarına müdahale etmesini istemediklerinden dolayı, Allah’ı hayatlarına karıştırmıyorlardı kendi kafalarına göre hayatı düzenlemeye çalışıyorlardı. “Kendi zanlarınca: “Bunlar dokunulmaz ekinler ve hayvanlardır. Bunları bizim istediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da sırtlarına binilmesi ve yük yüklenilmesi yasaklanmış hayvanlardır” dediler. Allah’a iftirada bulunarak bazı hayvanların üzerlerine de Allah’ın adını anmazlar. Allah onları iftira etmelerinden dolayı cezalandıracaktır.” (En’am 138). Hayata Allah’ı karıştırmadıklarından dolayı müşrik olmuşlardı. Onlara göre Allah göklerdedir ve hayata karışmayandır. Kur’an da tanıtılan Allah, Hayatın her alanına müdahildir; yürümemize (İsra 37), konuşmamıza (Lokman 19), bakmamıza (Nur30), yatak odamıza (Nur 58,59), ticaretimize (Nahıl 114), kanun koymaya (Maide 44,45,47), savaşa (Bakara 190), barışa (Nahıl 90,91 ila ahir. Görüldüğü gibi O, bütün bir hayatı kuşatandır.
5.Ahireti inkâr etmek: Mekke müşriklerinin ahireti/ölümden sonra dirilmeyi/hesap vermeyi inkâr ediyorlardı. Özellikle de lider ve zenginleri, ölümden sonra/ahiretin, dirilip hesap vermenin olmayacağını, ölümden sonra bedenin toprağa dönüşmesi sebebiyle yeniden dirilişin gerçekleşmesinin çok zor olacağı, eğer gerçekleşse dahi kendilerinin aynı şekilde zengin, çok evlat sahibi ve nimetlere gark olacağına, dönseler de böyle geri döneceklerine dair itirazlarda bulunmuşlardır. Dünya hayatında sahip oldukları imkânları sebebiyle, kibre kapılmışlar ve kendilerini Allah tarafından ödüllendirilmiş olarak görüyorlardı. Dolaysıyla da güçsüz, kimsesiz olanlar, yetim ve yoksullar itilip kakılmayı, haksızlığa uğramayı, sömürülmeyi, hor ve hakir görülmeyi hak ediyorlardı! “Gördün mü o karşılık/ceza (gününü) yalanlayanı?! İşte o, yetimi iten, kakan, yoksulu doyurmaya önayak olmayan kimsedir.” (Maun 1-4) “ O kendisine zulmederek bahçesine girdi. (Bu sırada arkadaşına): “Ben bu güzelliklerin yok olacağını hiç sanmıyorum. Kıyametin kapacağını da zannetmiyorum. (Hadi diyelim öyle bir şey olur da) ben Rabbime döndürülürsem orda elbette buradakinden çok daha güzel nimetlerle karşı karşıya kalırım.” (Kef 35-36) Görüldüğü gibi bu kimse kendisini Allah indinde makbul bir kimse olarak görmekte ve hiç ihtimal vermemekle birlikte eğer ahiret diye bir şey olursa Dünyada iken kendisine bu kadar nimetleri veren Allah’ın orda çok daha fazlasını vereceğinden emin olabilmektedir. Ve şöyle diyorlardı; “Allah öleni diriltmez” diye Allah’a yemin ettiler. Hayır, bu O’nun üzerine gerçek bir vaaddir. Ancak insanların çoğu bilmezler.” Onların itirazları aslında yeniden dirilişe değil, ahirette azap edilecek olmalarınadır. Dünyada rahat içerisinde yaşayan bazı insanlarda şöyle bir kanı var; ‘biz dünyada cezalandırılmadığımıza, mahrumiyetler yaşamadığımıza göre eğer ahiret varsa orada da Allah bize ceza vermeyecektir. Çünkü biz cezalandırılması gereken birileri olsaydık burada da cezalandırılırdık.’ “İlk ölümümüzden sonra bir şey yoktur. Biz bir daha diriltilecek değiliz.” (Duhan 35) “Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak dehr(zaman) helâk eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zannediyorlar.” (Casiye 24)
“Nasıl yaratıldığını dikkate almayarak, bir de Bize örnek veriyor: “Kemiklerimiz çürüyüp gitmişken, kim onlara can verecek?” diyor.” De ki: “Onları ilk kez inşa eden diriltecek. O her yaratmayı bilendir.” (Yasin 78-79) Bu konuyla alakalı daha buraya alamadığımız onlarca ayet var, maksat hasıl olduğundan bu kadarla yetindik.
Öldükten sonra yeniden dirilişe iman etmek, tevhid inancının gereğidir.
İnsan oğlunun en çok korktuğu konulardan bir tanesi de öldükten son ne olacağım korkusudur. İşte bu konuya en doğru cevabı Kur’an vermektedir. O’nun ön gördüğü şekilde hayat yaşayanlar, süresiz kalacakları esenlik yurdunda rahat edecekler, bunun aksini yapanlar ise sürekli rahat yüzü görmeyecekleri bir yaşama mahkûm olacaklardır.
6.Atalarımızı böyle bulduk, bizde onların yolundan/dinleri üzere gitmek: Müşriklerin, yaşadıkları hayatı meşrulaştırmak adına ortaya koydukları argümanlardan bir tanesi de, atalarını taassubla/sorgulamadan/körü körüne takip etmeleridir. Bunu da şu mantıkla yapıyorlar; atalarımız, bizden önce yaşamış, birçok tecrübeye sahipler ve bir sürü akıllı insanlardılar. Dolaysıyla onlar yanılmış olamazlar! “Ey Muhammed, bunca tecrübe ve birikime sahip olan atalarımız yanılıyor, yanlış yapıyor da sen, Abdullah’ın yetimi bize doğruyu öğreteceksin öyle mi?” diye sormaları ve itirazları bundandır.
“Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun.” denildiği zaman, onlar: “Hayır! Biz, atalarımızdan gördüğümüz şeylere uyarız.” derler. Ya ataları akıllarını kullanmayan ve doğru yolu bulamamış kimselerse?” (Bakara 170)
Kendi yaptıkları yanlışlıkları dahi Allah’ın onayladığını zannedip meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Onlar bu yolla şirklerini bile Allah’ın razı olduğu bir şey olarak gösterip hiç çekinmeden (Bugünkü kaderci mantıkta olduğu gibi) Allah’ı suçlamışlardır “Şirk koşanlar, “Eğer Allah dileseydi biz onun yanı sıra başkasına kul olmazdık. Babalarımız da olmazdı. Ne biz ne de babalarımız O’nun haram kıldığından başka hiçbir şeyi haram kılmazdık dediler.” Onlardan öncekiler de böyle yaptılar. Bu durumda resullerin üzerine düşen, vahyi apaçık bir şekilde tebliğden başkası değil.” (Nahıl 35) Demek ki, herhangi bir şey hakkında helal ve haram koymak insanı şirke düşürür. Müşrikler yine bu mantığa dayanarak Allah adına birtakım helaller ve haramlar koymalarıdır. Nitekim onlar, bu yolla kendi kafalarına göre bilhassa eti yenilecek hayvanlar hakkında bir sürü yalan-yanlış hükümler uydurmuşlar sonra da onları Allah’a isnad etmişlerdir. (Enam 138,139)
“Taklit, birinden gördüğünü takip etmek, tekrar etmektir. Atadan, dededen kalma kulaktan dolma bilgilerle, “Biz böyle gördük” demektir. Taklidi iman, neye inandığını delillendirmeden, üzerinde düşünmeden, sorgulamadan inanmaktır. Taklidi imanın delili, referansı, bilgisi yoktur. Rüzgara kapılmış yaprak gibi gider. Taklidi imana bir süre sonra hurafeler, bidatlar, aslı olmayan şeyler de girebilir. Kişi, neye inandığını bilmediği için küfür olabilecek şeylere de inanıyor olabilir. Bundan haberi yoktur. İman taklitle başlayabilir, ama taklitle devam edemez. Taklitle sonuç getirilemez. İman tahkike, yani gerçeği araştırmaya dönüşmelidir. Yani kişi neye inandığının bilincinde olmalı, bir davranışı niye yaptığının farkında olmalı. Arzu edilen iman biçimi, bilerek inanmaktır.” (Tulp and Rosa sitesi)
Bugün de insanları Allah’ın indirdiği dine “Kur’an’a” çağırdığınızda ve bu dinle çelişen yanlış inanç ve amellerinin olduğunu söylediğinizde, “bunca alim, bunca hoca, bunca şeyh… bilmiyor da siz mi biliyorsunuz?” türden itirazlara muhatap oluyorsanız, atalarının dinlerine itiraz edişinizdendir!
“Onlara, Allah’ın indirdiğine ve resule gelin dendiği zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter.” dediler. Peki ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler ise?” (Maide 104. Ayrıca bkz. Lokman 21; Araf 28; Yunus 78; Enbiya 53; Şuara 74; Zuhruf 22-24).)
7.Putlarının dünyada kendilerine yardım edeceğine inanmak: İnsanlar genel itibariyle hep bu yola baş vurmuşlar Allah’tan başkasından meded/yardım dilenmede bulunmuşlardır. Bu isteme herhangi birinden bir şey istemek değildir. Buradaki isteme daha çok, gayb-i konularda Allah’a ait alanlara girmekle alakalıdır. Yüce Allah insanın bu zaafını bildiğinden sürekli vahiyle uyarmış, bu yolun çıkmaz yol olduğunu hatırlatmıştır.
“De ki: “Sizi gökten ve yerden rızıklandıran kimdir? Yahut kulaklara ve gözlere sahip olan kimdir? Ölüden diriyi diriden ölüyü çıkaran kimdir? İşleri düzene koyan kimdir?” “Allah” diyecekler. De ki: “Öyleyse sakınmıyor musunuz?” (Yunus 31)
Şu ayetlerden de net bir şekilde anlamaktayız ki: “Şüphesiz ki, sizin Allah’tan başka kendilerinden bir şeyler istedikleriniz (aslında) sizin gibi kullardır. Eğer iddianızda sadık iseniz onlara seslenin de bakalım size cevap versinler. (Onlar size nasıl cevap verecekler, onların şu anda) yürüyebildikleri ayakları mı var? Tutabildikleri elleri mi var? Görebildikleri gözleri mi var? duyabildikleri kulakları mı var? (Yani, onların ayakları, elleri, gözleri ve kulakları var ama taştan olduğu için hiçbir işe yaramıyorlar) (İşte size meydan okuyorum) Bütün o Allah’a ortak koştuğunuz (sahte) tanrılarınızı (yardıma) çağırın. Sonra da bana istediğiniz tuzağı kurun. Bana hiçbir mühlet de tanımayın. (Hemen ne yapabiliyorsanız yapmaya başlayın.) Şüphesiz ki, benim dostum, dayanağım Allah’tır. O Allah ki bu Kitabı indirmiştir. O, saIihlerin dostudur, yardımcısıdır. Ama sizin Allah’tan başka kendilerinden bir şeyler istedikleriniz (sahte ilahlarınız) size yardım edemezler. (Bırakın size) Onlar kendilerine bile yardım edemezler. Onları doğru yola çağırsanız duyamazlar (Çünkü kendileri sağ değildirler, sadece ortada heykelleri vardır.) Onlar size bakar gibi görürsünüz ama onlar sizi göremezler. (Çünkü heykelleri karşınızda sanki size bakar gibi durmaktadır, ama aslında görememektedirler.) (Araf 94-97)
Yüce Allah bize çok yakın olduğunu, eğer O’na gereği üzere iman eder isek, dualarımıza icabet edeceğini buyurmaktadır.
“Kullarım, sana, Ben’i sorarlarsa bilsinler ki Ben, yakınım. Bana dua edenin, duasına karşılık veririm. O halde onlar da Benim çağrıma uysunlar ve Bana gerçek anlamda iman etsinler ki doğru yola kavuşmuş olsunlar.” (Bakar 186)
Mekke müşrikleri genellikle, Allah’a dua ve niyazda bulunmazlardı, putlarda yaşadığına inandıkları meleklere dua ve niyazda bulunurlardı, isteklerini meleklerin Allah’a ilettiğine inanırdı. Bu şirktir. Allah’ın müşrik toplumlara vahiy, gönderme sebeplerinden biri budur.
Allah ile kulu arasına giren, yaşayan veya ölmüş bir insanın, meleklerin, ruhların vs. alınması demektir. Eğer Allah’tan değil de bu kişilerden, meleklerden, ruhlardan, cinlerden yardım istersek bu şirk olur. Kur’an’daki şirkin tanımı bu; Doğrudan Allah’tan istemiyor da Allah katında makamının yüksek olduğunu zannettiği bir “evliya”yı aracı koyarak, yardım istiyor…
Kur’an’ın içerisine indiği toplum, işte böylesine şirk anlayışına sahip bir toplumdu, ama o müşrik toplumdan Muhammed as’mın rehberliğinde kısa sürede Kur’an öyle bir nesil yetiştirip/değiştirip/dönüştürdü ki, onları bütün dünyaya örneklik edecek ideal bir nesil haline getirmiştir. Hiç şüphesiz, Kur’ an, her asırda kendisine kulak veren insanları değiştirecek böyle dinamik ve mucizevi güce her zaman sahip olan şirkin panzehri ilahi bir mesajdır. Vesselam