GenelYazarlardanYazılar

Sâbit Din, Sâbiteli Şeriat

“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

Şeriat: Sözlükte ‘bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak; açık hâle getirmek’ anlamlarındaki ‘şer’ kökünden türeyen şerîat (çoğulu şerâi’) ve şir’at. Yasa. Özellikle İslâm hukûku. Doğru yol. Hak din yolu. Büyük ve geniş cadde. Nûr, aydınlık, ışık. Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın târif ettiği ve bildirdiği yol. Kur’ân’ın âyetlerine, Hazreti Muhammet’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Allah’tan olduğu için sâbiteleri hiç-bir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar bütünü, İslâm hukûku”.

Bir şeriat “sâbiteli” olmazsa, “sabıkalı” olur. Sâbiteleri olmayan şeriatların mutlakâ sâbıkaları olur. Sâbıkalı şeriatlar, Allah’ın vahyine ve peygamberin örneklendirmesine göre değil, beşerin keyfine, arzularına ve kısır aklına göre ortaya çıkardığı şeriatlar yâni kânun ve kurallardır. İslâm sâbit bir din olduğu gibi, İslâm-Kur’ân şeriatı da sâbiteleri olan ve sâbitelere uyan bir şeriattır.

İslâm, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den, son peygamber olan Hz. Muhammed’e kadar gelen tek “hak din”dir. Bu bağlamda tüm peygamberler müslümandır, zîrâ tüm peygamberler tek hak din olan İslâm’a bağlıdırlar ki İslâm, “Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmak ve O’ndan başkasına teslim olmamak” anlamındadır. Zâten İslâm’ın vahiyleri de temelde aynı hakîkatleri ve ilkeleri vâz etmiştir. Çünkü İslâm Dîni sâbit bir dindir, sâbiteleri vardır ve bu sâbiteleri, ilkeleri ve temel hükümleri kıyâmete kadar değişmez. İşte îman edilmesi gereken şey budur.

İslâm bir şeriat da ortaya koyar. Şeriat, İslâm’ı merkeze alan her toplumda temelde aynıdır fakat bâzı küçük değişiklikler olabilir. Çünkü her toplumunun yaşadığı coğrafya, örf, kültür, sosyâl ve ekonomik hayat farklı ve değişik olabilir. Bu nedenle indirilen yeni vahiyler ve gönderilen yeni peygamberler ile birlikte şeriatlarda bâzı değişiklikler yapılır. Fakat bu değişiklik, İslâm’ın temel ilkelerine ve sâbitelerine uygun olmalıdır ve aykırı olamaz. Fakat şeriat tümden o toplumun tüm alışkanlıklarına ve örfüne göre değişecek ve şekil alacak değildir. Şeriat yine Allah’ın belirlediği ve peygamberin uyguladığı temel ilkelere aykırı olamaz. Şeriatın ana belirleyicisi her zaman vahiy ve peygamber olur. Yâni keyfe göre şeriat olmaz. Allah’ı ve dîni hesâba katmayan, vahye dayanmayan ve akla, arzulara ve çıkarlara göre belirlenecek olan bâtıl şeriatlar yâni yasalar ise, kısır kalacağından dolayı çok da uzak olmayan bir vâdede mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder. Çünkü akıl sonsuz değerlendirme kapasitesine sâhip değildir, üstelik işin içine Allah girmediğinde akıl da şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne, yönlendirmesine ve yönetmesine girerek bu minvâlde sınırlı bir akıl yürütme yapabilir. Sonuçta da sapması kaçınılmaz olur. Zîrâ akıl şaşmaz kuyumcu terâzisi değildir. Modernler, vahyin ve şeriatın yerine aklı koymaya çalışırlar. Fakat bir türlü şeriatın ortaya koyduğu nizâmı kuramazlar. Çünkü akıl tam yetkin değildir, eksiktir, sınırlıdır. Bu bağlamda Ercüment Özkan şunları söyler:

“Akıl ‘şeriat koyucu’ değil; -şer’i deliller vâsıtasıyla- ‘şeriat bulucu’dur. Buna karşılık ‘düzen koyucu’ akıl ‘tâğut’tur. Rasyonâlizm vahye karşı geliştirilmiş bir argümandır. Rasyonâlizme göre, Allah vâr olacaksa, onu da akıl yaratacaktır. Oysa insan akla, akıl da İslâm Dîni’ne muhtaçtır. Akıl doğru yola ihtiyaç duyar. Bu doğru yol ise İslâm’ın ta kendisidir. ‘Akılcı’ olmak ile ‘akıllı’ olmak bambaşka iki şeydir; Akılcı olmak küfür, akıllı olmak vâcibtir. Akıl, insana en güçlüye (Allah) teslim olmayı öğütlemiyorsa, en büyüğe îman etmeyi (Allah’tan emin olmayı) söylemiyorsa, işlevini yerine getirmiyor demektir”.

İslâm’da şeriat vahiy gibi sâbit değildir ama mutlakâ sâbiteleri vardır. Bu sâbiteleri belirleyecek olan Kur’ân ve Sünnet’tir. Böylece şeriatı her zaman Allah belirlemiş olur ki, Allah belirlediği için bu şeriat en ideâl şeriat olur.

Şeriatın değişmesi de yine vahiy ve peygamber ile olur. Son vahiy ve son Peygamber gelip-geçtiğine göre artık hukûkun-şeriatın değişmesi diye bir şey söz-konusu değildir, fakat üretilmesi devâm edecektir. Artık son vahiy ve peygamber ile birlikte din değişmeyeceği gibi, “örnek bir şeriat” da ortaya çıkmıştır. O hâlde gerektiğinde belirlenecek olan   şeriatlar yâni kânun ve kurallar da Kur’ân ve Sünnet’e uygun olmalıdır ve aykırı olmamak zorundadır. Yoksa insanların keyiflerine, arzularına, ihtiraslarına ve kısır akıllarına göre belirlenecek olan şeriat İslâmî olmayacağı gibi, İslâm’a aykırı olması kaçınılmazdır. İnsanın keyfine ve aklına göre değiştireceği şeriat kısa süre sonra “İslâmî” olmaktan çıkar ve bambaşka bir hâle gelir ki beşerî şeriatların ortaya çıkması bu şekilde olmuştur. Târih boyunca önceki toplumların şeriatları, yine yeni bir vahiy ve yeni bir peygamber ile değişmiştir ve güncellenmiştir. Yoksa birilerinin kısır ve sınırlı akıllarına, arzularına ve ihtiraslarına göre şeriat belirlenemez. Bunun olabileceğini söyleyenlerin İslâm ile, Kur’ân ile ve Peygamber ile sorunları var demektir.

Peygamberimiz Hz. Muhammed son Peygamber ve Kur’ân da “son vahiy” olduğu için, artık yeni kânun ve kurallar son vahye ve son şeriata uygun olmalı ve aykırı olmamalıdır. Buna rağmen İslâm’ı ahlâka indirgeyerek, kânunları-kuralları arzulara, keyfe ve ihtiraslara yada kısır akıllara göre değiştirmek düşüncesi, dîne karşı yapılmış bir küstahlıktan başkası değildir. Şu da var ki ahlâk ancak dinden yâni İslâm’dan neş’et edebilir. Yoksa insanlar nefislerinin kontrôlündeki akıllarıyla bir ahlâk ortaya koyamazlar ve koyamıyorlar da. Allah’a yâni vahye dayanmayınca ancak çeşitli ahlâksızlıklar üretilir ki günümüzde bu ahlâksızlıkların çeşitlerini saymakla bitiremeyiz. Ortaya çıkan tüm ahlâksızlıklar, Hallâk-merkezli ahlâktan kopup, şeytanın fısıldamalarıyla beliren akıl-merkezli akıl yürütmeler (ahlâk değil) ve lâik yâni dîni, vahyi, peygamberi yâni Allah’ı hayattan uzak tutan ve hiç-bir işe karıştırmayan dinsiz hukuklar nedeniyle ortaya çıkıyor. Allah-merkezli olmayınca “ahlâk” değil, “ahlâksızlar” ve “ahlâksızlıklar” ortaya çıkar. Bu ahlâksızların ortaya çıkaracağı şeriat ise ancak fitne üretir ve ifsâd eder:

 “O, iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

“Yoksa onların bir-takım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat kıldılar)?. Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acı bir azap vardır” (Şûra 21).

 “Aralarında Allah’ın indirdiği ile de hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın” (Mâide 44-50; Âl-i İmran 118-120; Bakara 85-86; A’raf 3).

 “Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 Târih boyunca birileri, İslâm’ın sâbitelerini yâni temel ilkelerini ve şeriatını; şeytanın, nefsin ve tâğutların arzuları, emirleri ve dayatmaları nedeniyle değiştirmek istemişlerdir. Yaşadıkları mevcut zamâna râm ve meftûn olmuş olanlar, ilkeli, dik-duruşa sâhip olmayan ve aslında sorunlu îmanlarının sonucunda İslâm’ı aynen tahrif olan dinler ve Protestanlıkta olduğu gibi modernizme yâni sınırsız arzu ve isteklere uygun hâle getirerek güyâ güncelleyebileceklerini düşünmüşlerdir. İslâm’ı mevcuda uydurmak yerine, mevcudu İslâm’a uygun hâle getirmeyi hiç düşünmemektedirler. Çünkü dediğimiz gibi, bunlar aslında içten-içe İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamber’e bir kin gütmekte, böylece küfre ve şirke düşmektedirler.

Diyorlar ki; “İslâm îman, ahlâk ve ibâdetten ibârettir ve bâkî ve bağlayıcı olan da bunlardır. Bunların hâricindeki hükümler ise, ahlâklı insanlar tarafından akla uygun olarak sürekli değiştirilmelidir”. Bu sözler ancak, yenilmiş ve ezik hâle gelerek dik duruşunu, iç enerjisini ve îmânını kaybederek alçalmış olanların söyleyebileceği ve savunabileceği sözlerdir. Peki zaman değiştikçe ahkâm neye uyarlanacak?. Mevcut modern zamâna ve mekâna mı?. İşte yenilmişliğin ve ezikliğin oluşturduğu psikoloji ve düşünce budur. “Bizim mücâdele edecek bir mecâlimiz ve inancımız kalmadı” diyeceklerine, ağır bir eziklikle, ahkâmı zamâna ve aslında daha doğrusu mekâna uydurmaktan bahsediyorlar. Bu din sizin babanızın malı mı ki onu istediğiniz gibi eğip-bükecek ve alıp-satacaksınız!. Bunlar, İslâm’ın iç-dinamiğinden, yine İslâm’a yâni Kur’ân’a ve Peygamber’e uygun bir şeriatın oluşturulabileceğine inanmıyorlar. Bunun yerine batı’nın şeytânî-beşerî dinsiz şeriatlarını öneriyorlar. Fakat bu, “İslâm’ı tahrip ve tahrif etmek” demektir. Çünkü beşere göre olan değişimin hiç-bir zaman sonu gelmez ve kısır akılların ortaya koyacağı yeni şeriat hiç-bir zaman yeterli olmaz. Sonunda da değiştire-değiştire ortaya çıkan şeriatın İslâm’la hiç-bir alakası kalmaz ve hattâ İslâm’a aykırı bir şeriat ve din ortaya çıkar. Hem de İslâm’ı indirgedikleri o sözde ahlâk da ortalarda gözükmez ki gelinen durum îtibârıyla yaşanan şey budur.

Bu tahrifi ve tahribi en çok yapanlar târihselciler ve modernistlerdir ki iki kesim de “zamâna tapmak” bakımında aynı yerde buluşurlar. Mevcut zamâna ve mekâna öyle bir taparlar ki, bu, İslâm’a iftirâ atmak ve kin duymak kadar ileriye varabilir. Peygamber’e yapılan tüm küstahlıkların da arkasında bu vardır. Uydurmalarla ve zırvalıklarla uğraşıp onları sahih olandan ayıracaklarına, tüm rivâyetleri toptan inkâr ederek, ilk başta Kur’ân’ın bir-kaç âyetini, sonra da Medenî âyetlerini tümden inkâr ederek İslâm’ı sâdece îmâna ve ahlâka indirgemeyi en yüce amaç edinirler. Böylelikle şeytanı, nefislerini ve emir aldıkları tâğutları râzı etmiş olurlar.

Bakmayın siz onların akademik unvanlarına, yazdıklarına ve konuştuklarına. Onlar doğru-düzgün adam değillerdir. Onlar aslında îmansızlıktan ve onmaz korkaklıklarından dolayı oluşan derin bir cehâlet içindedirler. Îmân yetersizliğinden dolayı dik duruş ve kararlıklılarını yitirdikleri ve içleri küflenip boşaldığı için artık Allah’ı ve İslâm’ı hakkıyla değerlendiremedikleri gibi, vahyin de gücünü ve kapsamını idrâk edemiyorlar. Zîrâ Allah ferâsetlerini almış ve geriye sâdece nefislerinin kontrôlündeki kısır akılları kalmıştır. Allah böyleleri için şunu söyler:

“Onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar” (Münâfikûn 4).

Meselâ derler ki; “önemli olan îmânî ibâdet ve ahlâktır. Îmâna ve ahlâka erişenler Allah gibi hüküm koyabilirler ve şeriat belirleyebilirler. Allah diğer kânun ve kuralları koymayı insana bırakmıştır”. Bu bağlamda İlhâmi Güler, şöyle diyerek açık bir şirke düşer:

“Kur’ân bütünüyle ‘ölçü’ değildir, örnektir. Örneği kavrayan, Allah’ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mü’min, Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar”.

Peki Allah hüküm koymayı sâdece, aklını ilahlaştırmış olan modern insana mı bırakmıştır?. Peygamberimiz ve sahabenin de böyle bir hakkı yok mudur?. Elbette vardır ve Peygamberimiz 23 yıl boyunca vahiy-merkezli olarak konuşmuş, uygulamalar yapmış ve şeriatı düzenlemiştir. Allah zaman-zaman yanlışlıklarda araya girmiş ve yanlışları düzeltmiştir. Yâni yapılan şeriat vahiy-merkezli olarak ve Allah’ın kontrôlünde yapılmıştır. Zâten onu üstün ve tüm zamanlar ve mekânlar için ölçü kılan budur:

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

Fakat diyorlar ki; “aradan uzun zaman geçti ve artık o şeriatın bir hükmü kalmadı”. Lâkin iş modern şeriatlara gelince, modern şeriatların hükmü bir türlü geçmiyor. İslâm’ın 1.400 yıl önce ortaya koyduğu “örnek şeriat”ı inkâr edenler hattâ küfredenler, sıra 2.500 yıl önceye dayanan, Roma’nın “cumhûriyet şeriatı”na ve Yunan’ın “demokrasi şeriatı”na sâhip çıkabiliyorlar ve bunları övüyorlar. Peki bu beşerî şeriatların hükmü hiç geçmiyor mu?. Meselâ diyorlar ki; “içki içmenin, kumar oynamanın ve fâiz almanın cezâsı tâyin edilmemiştir”. Peki niçin; “bu suçların yaptırımları hiç-bir zaman insanlara bırakılmamıştır” demiyorsun?. Günümüzün modern insanının bunlara şeriat belirleyerek bir yetkisi var da, Peygamber ve sahabenin mi yok?. Modern insan yaptırım yâni şeriat koyabilecekse, Peygamber ve sahabe niçin bunlara bir belirleme ve şeriat yapamasın?. Üstelik modern insan bunu ilahlaştırdığı kısır aklına göre yaparken, Peygamber ve sahabe ise Allah’ın kontrôlünde vahiy-merkezli olarak yapmıştır ki bu nedenle bağlayıcıdır o şeriat. İçki içmenin cezâsı 80 sopadır. Zîrâ içki içenlerin iftirâ atması çok olasıdır ve bunun baştan önlemi bu şekilde alınmıştır. Bu nedenle de tüm zamanlarda şeriatta yapılacak değişiklikler önce Kur’ân’a, sonra da Peygamberimiz’in ortaya koyduğu şeriata uygun olmalı ve aykırı olmamalıdır. Mâruf ve münker, vahye uygun olan yada aykırı olan şeylerdir. Peygamberimiz 23 yıl boyunca mâruf ve münkere yâni Kur’ân’a göre bir şeriat belirlemiştir.

Kur’ân’ın hükümlerinin bâzıları “şartlara göre” iptâl edilemez ama o hükmü o-anda uygulamak için bir neden yoksa o neden tekrar ortaya çıkana kadar askıya alınır yada ilmin konusu hâline gelir. Şartlar günümüzde değiştiyse, bir zaman sonra yine değişebilir ve o “neden” yeniden ortaya çıkabilir. Allah’ın günleri bitmedi ve târihin sonuna gelinmedi ya!. Şartlar sâdece bir kere değişecek değildir. Değişen şart yine değişir ve geçici olarak askıya alınan hükümler tekrar gündeme gelir. Bir değişim olduğunda, şeriat da yine vahye göre belirlenmelidir. Şeriat yine Kur’ân ve Sünnet’e uygun olmalı ve aykırı olmamalıdır.

Vahyin hükümleri, şartların, zamânın ve mekânın nesnesi değil öznesidir. Vahiy elbette bir topluma ve sosyâl-kültürel-ekonomik-hukûki bir ortama inecektir-inmiştir. Fakat o toplumun ve ortamın şartlarına birebir uymak için değil, o toplumu ve ortamı vahye göre düzenlemek ve düzeltmek için inmiştir. Vahyin indiği ortamda câri olan şeriat, ancak vahiy-merkezli olarak güncellenecektir. Yoksa insanların keyiflerine bırakılacak değildir.

İslâm’da meşrû örfe ve geleneğe izin vardır elbette. Fakat bu, “İslâm’ın örfe ve geleneklere göre şekillenmesi” demek değildir. Hattâ İslâm akla göre de şekillenmez. Tam-aksine akıl İslâm’a göre şekillenir. Örf ve gelenek ancak İslâm’ın temel ilkelerine aykırı olmamak kaydıyla-şartıyla kullanılabilir.

Eğer İslâm, yayılmanın sonucunda yeni insanlar, örfler, âdetler ve yeni düşüncelerle karşılaşmışsa, İslâm-Kur’ân bu örflere ve düşüncelere uydurulacak değil, bu örfler ve düşünceler içinde İslâm’a aykırı olmayanlar aynen korunacak ama aykırı olanlar da İslâm’a göre değiştirilecek yada iptâl edilecektir. Zîrâ İslâm’a aykırı olan örf ve düşünce nefisten kaynaklanır. İslâm nefislerin nesnesi yapılacak değildir. Eğer zaman ve mekân İslâm’a aykırı bir şekle gelmişse, İslâm’ı mevcut zamâna ve mekâna uydurmak ve bunun için de “bir yerlerini yırtanlar” gibi yapmak doğru değildir. Doğru olan, mevcut zamânı ve mekânı İslâm’a göre değiştirmektir. Çünkü İslâm mevcut modern zamânın, arzuların ve ihtirasların nesnesi olacak bir din değildir. İslâm insanın keyfine-arzularına yada devletin zorlamasına göre değiştirilemez ve buna göre yeni bir şeriat belirlenemez.

İslâm, Kur’ân ve Sünnet’tir. Kur’ân tüm zamanlar ve mekânlar için bilginin, bilincin ve şeriatın en temel kaynağı ve dayanağı iken, Sünnet ise bunları yerine getirme noktasında amel ve eylemin kaynağıdır. Bunlar kıyâmete kadar bağlayıcıdır ve belirleyicidir. Bu nedenle Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olmayan ve aykırı olan hiç-bir yorum din ve İslâm şeriatı olamaz. Çünkü böyle olunca kelle-başı din ve kelle-başı bir şeriat ortaya çıkar.

İnsanların akıllarına ve arzularına göre şeriat belirleyebileceğini söyleyen kişiler, dîni, îmânı ve ibâdetleri evrensel, fakat hukûku ve siyâseti târihsel olarak görüyorlar ve öyle kabûl ediyorlar. Oysa bu düşüncenin hiç-bir dayanağı yoktur. Böyle düşünmenin tek nedeni, modern insanın, modern kânunların, lîderlerin, küresel güçlerin ve Allah’sız ideolojilerin, ilâhi kânun ve kuralları yâni Kur’ân-merkezli hukûku istemiyor oluşlarıdır. Buna çanak tutan müslümanlar(!) da onlara karşı koymayı göze alamadıkları için onların isteklerine ve arzularına uymak zorunda kalıyorlar. Tabi bir zaman sonra onlar da tâğutların inandıkları gibi inanmaya başlıyor, onların benimsedikleri düşünceleri benimsemeye başlıyorlar. Çünkü kimin ekmeğini yerseniz onun davulunu çalmaya başlarsınız.

Şöyle bir şey var.. Diyorlar ki “Kur’ân sınırlı bir Kitap’tır ve hükümleri sınırlıdır. Peygamber ise sâdece 23 yıl peygamberlik yapmış ve bu süre içinde o zamâna uygun olan bir şeriat belirlemiştir. Lâkin insanların ortaya koyduğu olaylar ve sorunlar ise sınırsızdır”. Fakat, insanların ortaya çıkardığı olayların ve sorunların çoğu İslâm’a aykırıdır ve İslâm’ın temel ilkelerine uygun değildir. Bu nedenle bu aykırılıkların tekrarlanmasını önleyecek önlemlerin alınması yeterli olacaktır. Zâten aslında tüm zamanlardaki insanların duygu ve düşünceleri temelde aynı yada benzerdir. İnsan yaşayışları en azından modernizme kadar aynı yada benzerdi. Doğala, normâle ve fıtrata uygun olduğu için aralarında çok farklı yaşam-şekilleri ve bundan dolayı da çok farklı ve aykırı düşünceler olmazdı. Çünkü yaşanan değişim de doğal olacağından dolayı insanları afallatacak sorunlar ve sorular ortaya çıkmıyordu. Bu gidişat, insanlık târihinin en büyük sapkınlığı olan modernizm ilke birlikte değişti. Böylece çok aykırı düşünceler ve uygulamalar ortaya çıktı. Fakat vahye uygun olmayan çok aykırı şeyler ortaya çıkmışsa, bu aykırılıklar yine tüm zamanlardaki gibi yine İslâm ile bertarâf edilecektir. Yâni insanların ortaya çıkardığı sapık düşünceler, sözler, fikirler, yaptığı mîmâri, mekân ve ürettiği ürünler İslâm’a uyuyorsa ne âlâ”. Yok eğer uymuyorsa, uymayan davranış ve düşüncelere İslâm’ın tüm zamanlar için olan hükümleri uygulanır. İslâm’a aykırı olarak ortaya çıkan şeyler tüm zamanlardaki gibi bertarâf edilir. İslâm’ın potansiyeli buna yeter. Çünkü İslâm insanların sapıkça ortaya çıkardığı sorunlara ve sorulara cevap vermek zorunda değildir. Meselâ İslâm modern zamâna ve mekâna uymak zorunda değildir. Tam-aksine modern zamânı ve mekânı İslâm’a göre değiştirmek esastır. Fakat eğer değişen ve ortaya çıkan şeyler gerçek sorunlara yada sorulara neden olmuşsa, gerçekten cevaplanmaya ve giderilmeye muhtaç ise, bu sorunlar ve sorular da Kur’ân’a ve Sünnet bütünlüğüne uygun olarak ele alınır ve sorular cevaplanır ve sorunlar giderilir. İslâm’ın yâni Kur’ân ve Sünnet’in buna gücü yeter. Zîrâ insanların ortaya koyacağı gerçek sorular ve sorunlar tüm zamanlarda aynı yada benzer olacaktır. Sapık sorular ve sorunlar ise İslâm’ın tüm zamanlarda yaptığı gibi bertarâf edilir yada edilmeye çalışılır. İslâm sapkınlığın muhâtabı ve nesnesi olacak değildir. Çünkü Kur’ân ve de Sünnet tüm zamanlarda ve mekânlarda öznedir, nesne değil. Hiç-bir zaman ve mekân, Kur’ân ve Sünnet’i nesneleştiremez ve kendine uyduramaz. Sapkın zamanlar ve mekânlar Kur’ân’dan ve de Sünnet’ten kopmuş olan “müslümanları” kendine uydurup sapkınlaştırabilir ama bu Kur’ân ve Sünnet yâni “İslâm” için geçerli değildir. Bir yanlış ve sapkınlık varsa bu, Kur’ân’dan değil, modern zaman ve mekândan çok etkilenen vahiyden uzaklaşmış olan insandan dolayıdır.

Hiç-bir zaman, hiç-bir mekân ve hiç-bir insan düşüncesi vahyi yâni Allah’ın sözünü kısıtlayamaz, zayıflatamaz ve onun üstüne çıkamaz. Hiç-bir insan da Kur’ân’ı Peygamber kadar idrâk edemez ve o’nun kadar ahlâklı da olamaz. Zîrâ Peygamberimiz “muhteşem bir ahlâka” sâhiptir ve üstelik “âlemlere rahmet”tir. Bu nedenle hiç kimse Peygamber’in ortaya koyduğu ideâl bir örnekliği ve şeriatı hayâta yansıtamaz. O hâlde gereken yerde ve zamanda belirlenecek olan şeriat mutlakâ Kur’ân’a ve de Sünnet’e uygun olmak ve aykırı olmamak zorundadır. Zîrâ İslâm şeriatının sâbiteleri vardır. Bir şeriat ancak bu sâbitelere uygun olursa “hak” olur. Çünkü hiç-bir modern kânun-kural yâni beşerî şeriat belirlemesi, vahyiyle ölçüşebilecek yeterliliğe sâhip değildir, olamaz da. Zîrâ Allah’ın sözünden daha üstün bir söz olamaz. İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi ve İnsan Hakları Bildirgesi vs. gibi metinlerin işe yaramaması yada herkes için işe yaramaması bu nedenledir. Çünkü hakkı ve hakîkati yansıtmıyor ve yansıtamaz. Zîrâ Allah’tan ve dinden kopuktur. Âlemlerin Rabbi’ni işe karıştırmayan tüm uygulamalar eksik ve yanlış kalmaya mahkûmdur. Zâten bakıldığında bu metinlerin insanların yarısını görmezden geldiği bârizdir. Çünkü hiç-bir beşer, kendi çıkarını yâni nefsini düşünmeden ve önemsemeden bir hukuk ve şeriat ortaya koyamaz. İnsanın hem aklı sınırlıdır ve yetersizdir hem de şeytanın, nefsin ve tâğutların yönlendirmesine çok açık olduğu için İslâm’dan bağımsız olarak hakkı ve hakîkati tam olarak ortaya koyması mümkün değildir ve hiç-bir zaman da mümkün olmayacaktır.

En ideâl ve yüce belirleyici Kur’ân’dır, vahyi en ideâl şekilde idrâk ederek hayâta hâkim kılan ise Peygamber’dir. Zâten Kur’ân bu yüzden Peygamberimiz’e “en güzel örneklik” der. Hiç kimse Kur’ân gibi bir Kitap ortaya koyamayacağı ve hiç kimse Kur’ân’ı Peygamber kadar iyi anlayıp uygulayamayacağı için Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüne göre olan bir şeriattan daha iyi ve de üstün bir şeriat ortaya koyamayacaktır. Zâten ne müslümanların târih boyunca ortaya koyduğu vahye ve sahih Sünnet’e aykırı olan şeriatlar, ne de modernistlerin moderniteye uydurmak için ortaya çıkardıkları şeriatlar insanları hidâyet edememektedir. Ancak Kur’ân’a ve sahih Sünnet’e uygunluğu ölçüsünde yararlı olmuşlardır ve olurlar. O hâlde “yeni bir şeriat” değil, Kur’ân’a ve sahih Sünnet’e uygun olan ve aykırı olmayan şeriat güncellemeleri yapılabilir.

İslâm’a göre kamunun yararı vahiyden üstün değildir ki zâten kamunun yararı ancak Kur’ân ve Sünnet örnekliğine uygunluğu kadar ortaya çıkabilir. Yoksa yarar “kamunun yararı” değil, “mutlu azınlığın yararı” ve “şeytanın rızâsı” olur. Zâten gelinen noktada olan şey budur.

“Müjde, dünyâ-hayâtında ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur” (Yûnus 64).

Kur’ân bir anayasa kitabıdır ve ana-konular dışındaki “teferruat” cinsinden olan konular için yapılan kânun ve kurallar da bu anayasaya göre yapılmalıdır. Ancak önemsiz ve kişilerin özel durumlarına göre bâzı örfî-insânî olan farklı uygulamalar da yapılabilir ki Kur’ân bunun da örneğini vermiştir. Özellikle kadın-erkek, karı-koca, iş-ortaklığı gibi konularda, karşılıklı rızâya dayanan ama yine Kur’ân’a aykırı olmayacak uygulamalar için izin verilmiştir. Meselâ çocuğun sütten kesilmesi, çocuğu süt-anneye emzirtmek, mehrin -anlaşma yapıldıktan sonra bile- oranının değiştirilmesi vb. gibi.

Lâkin zaman “ana belirleyici” değildir. Çünkü zamânı da Allah yaratmıştır ve bu nedenle zamânın bir hükmü olamaz. “Yaratıcı” varken yaratılmışa göre bir düzenleme yapmak ne kadar da ahmakçadır. Zâten yapıldığında yanlış bir uygulama olacağından dolayı, yakın-uzak vâdede mutlakâ olumsuz bir durum ortaya çıkar.

Mecelle’nin otuz dokuzuncu maddesinde: “Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” yâni; “zaman değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” denilerek, zamân özne, ahkâm ise nesne durumuna düşürülmüştür. Bu söz “Mecelle’nin ayıbı”dır. Bu sözün doğrusu; “zamânın yada mekânın doğal ve normâl değişiminde, şeriat yine Kur’ân ve Sünnet örnekliğine göre güncellenir” şeklinde olmalıydı. Zamânın değişmesiyle Allah’ın sâdece ahkâmında değil, hiç-bir yasasında değişme olmaz. Zîrâ Allah’ın sünnetinde (sünnetullah) değişme olmaz:

“(Bu,) daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah’ın sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın” (Ahzâb 62).

İslâm’da “yasama”yı insanlar yapamaz. İnsanlar sâdece, Kur’ân anayasasına uygun olan ve aykırı olmayan bir şeriat güncellemesi, vahye uygun “yargılama” ve yine bu anayasaya tam uygun olan “yürütme” yapabilirler. İnsanların görevi, bir anayasa olan “Kur’ân’ı hayatta uygulamak”tır çünkü.

Şu da var ki, bir şeriat güncellemesi yapıldığında da güncelleme yine bir-önceki şeriat baz alınarak değil, yinen Kur’ân ve Sünnet merkeze alınarak ve Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun ve aykırı olmayacak şekilde yapılmalıdır. Eski şeriat güncellemesine göre yeni bir şeriat güncellemesi yapılamaz. Zîrâ “suyunun suyu” bir şeriat olmaz. Bir konuda olacak olan yeni bir şeriat güncellemesi Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olmalı ve zinhar aykırı olmamalıdır.

Dîni sâbit tutup şeriatı ha-bire zamâna ve mekâna göre akıl-merkezli olarak değiştirmeyi en çok savunanlar; İslâm yâni Kur’ân’ı ve Sünnet’i târihe hapsederek hırsız, kâtil, müşrik, kâfir ve zâlim bâtıl batı’nın ortaya koyduğu din-karşıtı kânun ve kurallara meftûn ve râm olan târihselcilerdir. Mahmut Muhammed Taha, Muhammed Arkun, Hasan Hanefi ve Roger Garaudy gibi sapkınlar ve Türkiye’de de Fazlurrahman yalakası târihselci akademisyenlerdir. Bunu en çok yapan da, “fitnenin merkezi” durumunda olan Ankara Okulu’dur ki zâten bu okul zamânında lâikler tarafından bu amaçla kurulmuştur. Bunlar din ve ahlâk ile hukûku-siyâseti ayırmışlar, Sezar’ın payını da unutmamışlardır. Oysa İslâm Dîni, “hukûkun ahlâklı ve adâletli bir uygulaması”ndan başkası değildir.

Târihselciliği ortaya çıkaran şey modernizmdir. Bu bakımdan târihselcilik sözde meşrûiyetini de moderniteden almaktadır. Bu bağlamda Ömer Özsoy şunları söyler:

“Müslümanlar verili durumla Kur’ân’ın hitâbı arasındaki örtüşmezliği ancak moderniteyle birlikte, şimdiki kadar net teşhis edebilmişlerdir. Kur’ân’ın verili durumunun sorunları, çağdaş müslümanın sorunlarından farklıdır. O hâlde Kur’ân’dan modern durumun sorunlarına yönelik çözümleri nasıl çıkarabiliriz?. Ayrışma noktası işte bu soruya verilen cevaplarda belirmektedir”.

 İlhami Güler’in şu tespiti ise bu konudaki fikrî çerçeveyi özetler mahiyettedir:

“Şeriatların değişmesi gösteriyor ki, çözümler, nesnesini bir kere ve bütün zamanlar için veren nihâi, ebedî ve evrensel çözümler değil; zamâna ve mekâna, toplumsal yapıya, kavimlerin etnik, antropolojik, demografik, ekolojik, sosyolojik yapısına bağlıdır. Daha somut konuşmak gerekirse, Allah’a tapınma (ubûdiyet) Din’dir; fakat bunun menâsiki (ritüelleri) değişebilir ve şeriat’tır. Mîrâsı âdil bir şekilde paylaştırmak Din’dir. Fakat bunun hangi oranlarda paylaştırılacağı şeriat’tır. Hırsızlığın, adam öldürmenin, zinânın kötü (ahlâksızlık) olarak nitelenmesi ve bunların engellenmesi, cezâlandırılması gerektiği Din’dir; fakat bu suçlara hangi cezâların terettüp ettiği şeriat’tır. Sosyâl ve siyâsi ahlâk Din’dir; fakat sosyâl ve siyâsî kurumlaşmalar şeriat’tır. O hâlde, Din sâbittir, değişmez ve evrenseldir; şeriat ise dinamiktir”.

Görüldüğü gibi şeriatın belirlenmesinde hiç-bir İslâmî sâbite gözetilmemektedir ve şeriatın değiştirilmesi modern zamâna, mekâna, insanların aklına ve hüküm vermesine bırakılmıştır. Hâlbuki Kur’ân şu âyetlerle bu düşünceyi yerin dibine geçirir:

“Hüküm vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).

“Yalnız Allah’ın hükmüne dâvet edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat şirk unsuru olan başka hükümler bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysaki hüküm yalnız her-şeye gücü yeten Allah’ındır” (Mü’min 12).

“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).

Din sâbittir, şeriat ise ancak İslâm’ın sâbitelerine göre güncellenebilir. “Sâbit din, dinamik şeriat” gibi sözlerle ortaya konulacak olan şeriat ise ancak fitne üretir ve ifsâd eder. O hâlde yapılması gereken şey, şu âyete uymaktan başkası değildir:

“Sonra seni bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ (istek ve tutku)larına uyma!” (Câsiye 18).

Allah’ın kâinâta koyduğu yasalar nasıl sâbit ve değişmezse, Kur’ân’a koyduğu yasalar da sâbittir ve değişmez. O-hâlde her hâlükârda doğaya aykırı davranmak yanlış olacağı gibi, yeni şeriat güncellemelerinde vahye uymamak ve aykırılık yanlış olur. İnsan, değişmez doğa yasalarına sâhip olan sünnetullahın ve Kur’ân’ın sâbitelerine uygun davranmalı ve ona göre kurallar belirlemelidir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir