
“DÜŞÜNSEL VE SİYASAL DURUŞ”TA NETLİĞİN ÖNEMİ!..-“İlkesiz Değişim” Süreci Tezahürünün Örnekleri-
Bu yazı ile, son zamanlarda sıkça rastlamaya başladığımız reaksiyoner tavırları ve “siyaset” konusundaki çelişkili yaklaşımları/duruşları değerlendirmeye çalışacağız… Böyle bir değerlendirmede kişi isimlerinin öne çıkarılmasını doğru bulmamakla birlikte, son dönemlerdeki söylem, reaksiyoner yaklaşım ve “siyaset” konusundaki çelişkili ve aldatıcı değerlendirmeleriyle öne çıkan Mustafa İslamoğlu’ndan söz etmek durumunda kaldığımızı da ifade etmek durumundayız. Ki bu zorunluluğa rağmen bahse konu kişi için paranteze alınabilecek diğer örneklerle birlikte okunmasını sağlayacak bir dil kullanmaya gayret edeceğiz… Yani “niyetimiz üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil!”…
Ercümend Özkan ile 1970’li yıllarda tanışanların yayımlanan çeşitli hatıralarında şu ifadelere rast gelmek gerçekten üzücü: ‘Onunla tanışmam “siyasi bilinç” kazanmama neden oldu. Lakin “bazı şeyleri” de kaybettiğimizi fark ettik!’… Ve bu şahısların hiçbirinin mantıklı ve tutarlı bir şekilde değerlendirmelerinin altını dolduramadıklarını görmek hiç de şaşırtıcı değil!.. Ercümend Özkan’ı yakinen tanımış ve ondan çok şey öğrenmiş biri olarak benim bu ifadeleri “anlamam” ve “anlamladırmam” ise kesinlikle mümkün değil!..
O dönemlerde “bizim mahalle”de insanımızın büyük çoğunluğu geleneksel din anlayışının değişik şubelerine mensuptular. Ve dolayısıyla “kişi merkezli” bir din anlayışı ile malüldürler. Zamanla gördüm ki dar anlamıyla “bizim mahalle” diyebileceğimiz ve Kur’an merkezli, Nebi-Resül’ü örnek olarak görenlerin büyük bir kısmı da “siyasal duruş”/siyasal bilinç konusunda ciddi handikaplarla karşı karşıyaydılar… Böyle bir vasatta , Ercümend Özkan, değişik vesile ve araçlarla; “durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!” diyerek haykırdı… Hem de toplumun levminden çekinmeden, -ömrünün sonuna kadar- aralıksız devam etti bu haykırış… Evet, her ‘hakikati arayış çizgisi’nde yol alan ve bu yolda ısrarlı olanlar gibi o da birilerinden yararlandı. Süreç içerisinde yanlış bildiklerini, Allah’ın kitabını esas alarak düzeltti. Ve bunu yaparken de “ilkeli değişim” yolunu kullandı; konjonktürel/dönemsel rüzgarların/ “fırtınalar”ın önünde savrulmadı… “Aydın fikir”in kimsenin tekelinde olmadığını, hayat sınavı bitene kadar hakikati öğrenmek; inanmak ve yaşamak gerektiğini dillendirdi, kendisi de yaşamaya çalıştı…
“İlkeli değişim” yerine dönemsel rüzgarların önünde savrulanlar ise zamanla girdikleri kavram karmaşası girdabına kapıldılar; dönemlerin baskın anlayışlarıyla ünsiyet kurarak, “ikbal beklentileriyle ‘ideolojik’ kaygılarını telif” düzleminde duruşlarını değiştirdiler. Daha doğru bir ifadeyle ‘savruldular’!.. Bunların büyük çoğunluğu, önce ‘sistem/rejim’in taraflarından birinde saf tuttu… Ve bunu da yüzeysel gerekçelerle meşrulaştırmakta zorlanmadılar. Entelektüel seviyelerinden kaynaklanan malum bir kesim ise kibirleriyle birlikte öncülük ettikleri insanları, -reaksiyoner- yaklaşımlarıyla -söz konusu savrulma sürecine ittiler-; onların kolayca sisteme entegre olma gerekçelerini/bahanelerini önlerine koydular… İlkesel hiçbir gerekçe ortaya koyma gereği duymadan; peşine taktıkları insanlardan ciddi bir itiraz ve sorgulamaya maruz kalmadan…
Değişen dünya ve bölge koşullarında, bir başka ifadeyle Modernist ve Post-modernist düşüncenin açtığı alanda üretilen “kullanışlı ideolojilerle” -çöküş sürecine giren eski düzenin yerine- yeni bir düzen, küresel ve bölgesel yeni bir denge kurmak üzere harekete geçtiler… Ve bu sürecin Türkiye’ye ve bölgeye yansımaları 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte başladı… 1. ve 2. Dünya Savaşları sonrasında boyunduruk altına alınan (Laik-Demokratik) Türkiye Cumhuriyeti de küresel güçler için stratejik önemi büyük olduğundan şüphe olmayan bir ülkeydi. Ve yeni konumu ve misyonuyla Türkiye, yeni dönemde, bir ABD projesinin partneriydi artık!.. Ta ki küresel güçler /ABD strateji değiştirene kadar…Yani yeni bir dünya dengesi kurma projesinin sahaya yansımalarının ikinci evresine değin Türkiye’nin misyonu belliydi.1. evrede Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nin(GBOP) bir parçası olan Türkiye, ABD’nin strateji değişimiyle birlikte, kendi güvenliği ve geleceği için kendi eksenini oluşturmak üzere dengeli adımlar atmaya başladı…Her ne kadar malum “radikal Batıcılar”, bu mecburi yönelime “eksen kayması” deseler de gerçek hiç de öyle değildi. “Arap Baharı” süreci’nin Suriye ayağıyla birlikte gündeme gelen küresel güçlerin (ABD öncülüğünde) strateji değişimi(2011-2015 aralığında) netleşti; bölge coğrafyasındaki tezahürleri açık bir şekilde belirginleşti…İkinci evrede ise değişen dünya ve bölge şartlarının açtığı alanda(ılımlı)Laik-Demokrat Türkiye Cumhuriyeti’nin, kendi güvenliği ve geleceği için küresel güçler arasındaki dengeyi gözeterek dikkatli ve emin adımlar attı.Belli oldu ki Türkiye’nin “derin”lerinde, değişik şartlara göre hazırlıklar yapılmıştı…Ne var ki ABD, -vesayetindeki Türkiye’nin bu adımlarını, kendi stratejisine ters, dolayısıyla çıkarlarına aykırı bularak- “Gezi Olayları”ndan başlayarak bir seri operasyonun arkaplanında yer aldı… 17/25 Aralık “Yargı darbesi”, çözüm sürecinde masanın devrilmesi, ABD yaptırımları ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimleriyle Türkiye-ABD ilişkileri, hızla olumsuz bir sürece girmiş oldu.Ve artık ABD/Batının açık açık tehdit ettiği Türkiye, savunma sanayi başta olmak üzere bir çok alanda kendi ayakları üstünde durma yolunda ilerliyordu.Bu süreçte, kimileri NATO’dan çıkmaktan söz ederken “yeni Türkiye”, “denge politikası”nda ısrar ediyor, küresel güçlerden birine tamamen yaslanmanın risklerinin farkında olarak hareket ediyor; üst üste hamleler yapıyordu…
Yukarıda kısaca hatırlatmaya çalıştığımız, küresel ve bölgesel değişim sürecinin birinci evresinde, kendilerini İslam ile tavsif edenlerin büyük çoğunluğunun çarpık duruşları, ikinci evrede bazı değişimleri beraberinde getirdi. “Düşünsel ve siyasal duruş”ta bir netliğe, özellikle “siyasi okuma”larda bir bilince sahip olmayan malum çevreler, sürecin birinci evresinde entegre oldukları sistem içindeki pozisyonlarını değiştirmek üzere hareketlendirildiler.1. evrede “sistem-içi” mücadele tercihlerini meşrulaştırmak üzere ortaya koydukları sığ gerekçelerini unutarak, “sistem-içi”nde pozisyon değiştirmeye başladılar.Şüphesiz bu değişimin iç ve dış etkenleri mevcuttu.En önemlisi de kutuplaşmanın iyice belirginleştiği bir vasatta yeni Türkiye’den yana saf tutmayı bir çıkış olarak gören malum çevrelerin bir kısmı da sistem içindeki pozisyonlarını değiştirme sürecine girdiler.Ve bu defaki sistem-içi pozisyonlarının gerekçeleri de sığdı ama kitleleri rahatlıkla manipüle edebilecek özgürlük, insan hakları, söylemlerinin bayraktarlığında adalet ve liyakat kavramları çerçevesinde ‘algı yönetimi’ teknikleri kullanılarak, “Erdoğan karşıtı” cephe/ittifaka yakınlaştırma operasyonu için anlamlıydı…
Paranteze Alınabilecek “İlkesiz Değişim” Örneklerinden Biri Mustafa İslamoğlu…
Yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız bir vasatta Mustafa İslamoğlu da ‘düşünsel ve siyasal duruş’ta, daha çok “siyasal duruş”taki netliğe ulaşamamasının tezahürlerini sergilemektedir, paranteze alınabilecek diğer benzerleri gibi…
NFETÖ konusundaki hatalı okumalarının yanı sıra özellikle Modernist/Tarihselcilerin saldırılarını “düşünce özgürlüğü” bağlamında okuması, son dönemlerde de “sistem-içi” konumlanmasını derinleştirerek ‘pozisyon değiştirme’ sürecindeki reaksiyoner yaklaşımlarıyla Mustafa İslamoğlu “ilkesiz değişim” ile “sistem-içi”ne savrulanların parantezine girmiş oldu. Ve reaksiyoner savruluşunun emarelerini, bir süre önce, Ruşen Çakır’ın internet kanalına verdiği söyleşide olduğu gibi şimdilerde de Karar Tv’de yapılan, “Türkiye’de Din ve Siyaset İlişkisi” başlıklı söyleşisinde de -reaksiyonerliğinin dozunu arttırarak- devam ettirmektedir…Öyle ki “sistem-içi- unsurların kutuplaştığı bir vasatta, Türkiye’de muhafazakarlığın ne anlama geldiğini, muhafazakarım demenin neye tekabül ettiğini konuşmanın ötesinde, benzerleri gibi Mustafa İslamoğlu’nun öfkesini ve reaksiyonerliğini doğru okumanın önemli olduğu bir söyleşiden kesitler sunarak değerlendirmemize başlamak isabetli olacaktır: ‘Muhafazakarlık yerine Makyavelizm deselerdi, ne olurdu…Üzerine eser miktarda Narsizm, Sadizm ve biraz da Şizofreni koysalardı, ne değişirdi…’ Türkiye’de muhafazakarlar, kar’ı muhafaza ediyorlar, diye ilave ediyor, Mustafa İslamoğlu…İlim Yayma Vakfı’nın, son zamanlarda gündeme düşen malum inşaatından hareketle yukarıdaki ifadeler kullanılıyor; daha doğrusu birden öfkesini ortaya koyuyor…Ve hemen peşi sıra Mustafa İslamoğlu, söyleşinin açtığı alanda, “özgürlük” konusuna giriyor…Ama ne giriş!.. Mustafa İslamoğlu, (bu bağlamdaki) sorunlar yeni ortaya çıkmadı,meseleleri yeni sormanız böyle bir algı oluşturuyor; insanlar kendi kendilerini aldatıyorlar.Zira bazı sorunlar bu coğrafyada “ur” haline gelmiştir; ve uzun bir geçmişe sahiptir’, diyerek konuşulması gereken asıl meseleye getiriyor sözü… ‘Sorunların nereden kaynaklandığını, ne zaman başladığını doğru tespit etmek gerekir’ vurgusundan sonra önemli bir değerlendirmeyi aktarıyor, Mustafa İslamoğlu: ‘Sebepleri bilmiyorsanız, bilmiyorsunuzdur! ‘Bu, bilmek değildir.’
‘Bu coğrafyada insan-iktidar ilişkisi ne üzerine yürüdü?.. Hatta bu coğrafyada “din” ne üzerine yürüdü?.. Meseleleri sukunetle ele almak gerekir, (bu konuyu) magazinleştirmemek gerekmektedir, ifadelerinden sonra Mustafa İslamoğlu, özensiz bir şekilde kullandığı ve kavramsal netliğin bulunmadığı konuşmasını “Hangi din?” diye sorarak devam ettiriyor…Söyleşinin muhatapları için gündeme taşıdığı önemli soruyu netleştirmeden hemen bir başka önemli soruyu soruyor: ‘İslami yönetimde muhalefet var mıdır?’ Ve İslam siyaset geleneğinde “Tegallüb” denilen bir sistemin/kuralın varlığından söz etmeye başlıyor… Son dönemlerde kavramsal hassasiyeti, özellikle “siyasi” konularda, giderek azalan Mustafa İslamoğlu, ‘İslam siyaset geleneği’nde bir kuraldan söz ederken “hangi İslam” sorusunu yeterince açıklığa kavuşturma gereği bile duymuyor. Müslümanların Sorunlu Tarihi’ndeki bir kuralın “İslam siyaseti” bağlamında algılanmasına neden olacak reaksiyoner bir dille devam ediyor.Zira o, konuyu mevcut vasattaki ‘iktidar- muhalefet’ ilişkisiyle, “özensiz” bir şekilde ilişkilendirmek niyetinde…Nitekim Tegallüb kuralından söz etmeye devam ediyor… ‘Bu kuralda, birden fazla hizip/parti varsa, kazanan haklıdır’; ‘ölçü kazanmaktır, hak ve adalet değildir’…Müslümanların Sorunlu Tarihi’nden örneklerle devam eden Mustafa İslamoğlu, ‘kavramsal hassasiyet eksiklerinin yanı sıra modern kavramların bir kısmını da kendi felsefi arka planları bağlamında anlamlandırmak yerine bu kavramların adeta tüm insanlığın ortak değerleri intibaını veren değerlendirmelerinin yeni bir aşamasına geçiyor’… ‘Kur’an’da her ayet ilke değildir; Kur’an’da çok az ilke vardır; insanlık ilkesidir bunlar ve Kur’an bunlara maruf diyor’… Ve söyleşinin bu aşamasında, kitabın ortasından, büyük laflar etmeye devam ediyor…Ve Mustafa İslamoğlu, kavramsal çerçevesini netleştirmek için özen göstermediği ifadelerini sıralamakta ısrar ediyor: ‘Kur’an yardımcı kitaptır, asıl değildir’; ‘İslam dininin amacı, insanı daha iyi insan etmektir…’ ‘Vahyin amacı akla yardımcı olmak; ibadetlerin amacı ahlaka yardımcı olmaktır.’ ‘Dinin amacı insana yardımcı olmaktır; onun için asıl kitap kainattır/insandır; bizim okuduğumuz ayetler detaydır’…
Bahse konu söyleşiyi, benzerlerini dikkatle dinlediğinizde göreceksiniz ki Mustafa İslamoğlu, “ilkesiz değişim süreci” ile birlikte Batılı kavramları kendi anlam dünyası içinde insanımıza sunmakta ciddi irtifa kaybetmiş gözükmektedir.Entellektüel kaygılarını kibriyle mecz ettiği izlenimi aldığımız Mustafa İslamoğlu, reaksiyoner yaklaşımlarıyla da değişen şartları ve “sistem-içi” kutuplaşma ve saf değişikliklerinin arkaplanını okuyabilecek bir düşünce netliğine ve psikolojiye de sahip gözükmemektedir…Aynı zamanda siyaset anlayışının çarpıklığı da son zamanlarda yaşananları doğru tanımlamaya, doğru anlamlandırmaya müsait biri olmadığını ortaya koyuyor…’Dini ideolojileştirmek bizzat dini içeriden vurmaktır’ derken de Mustafa İslamoğlu, Kur’an’daki dini ve hayatın önemli boyutlarından biri olan İslam’da siyaseti doğru anlamadığını ortaya koymaktadır.Nitekim gayri İslami bir rejimde siyaset, iktidarla birleşirse nur topu gibi bir faşizm doğar’ tespitinin muhataplarına nasıl yansıdığını Mustafa İslamoğlu ve onun gibi düşünenler yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir…
“Düşünsel ve siyasal duruş”ta netleşmemiş ve içinde yaşamak durumunda olduğu rejimi doğru okuyamamış birinin -paranteze alınabilecek benzerleri gibi- değişen dünya ve bölge şartlarında, küresel ve bölgesel değişim ve dönüşüm süreçlerini doğru analiz etmesini beklemek beyhudedir…Yaşamak durumunda kaldığımız rejimi/sistemi doğru tanımlamadan, doğru anlamlandırmadan, “itikadi”/“ideolojik” duruşumuzun Müslim/Mümin’ce olmayacağı gibi hakikat/doğruluğun şahitliğini de yapmakta zorlanılması kaçınılmazdır…Bu konuda Resul-Nebi’lerin Kur’an’daki kıssaları, bizlere, özellikle ilkesel düzlemde “en güzel önekler”dir…
Not:Konuyla ilgili çapraz okumalar ve çapraz dinlemeler mutlaka yapılmalı!..Bu nedenle Mustafa İslamoğlu’nun Karar TV’de Elif Çakır ve Yıldıray Oğur ile yaptığı röportajın çözümlemesini aşağıda bulabilirsiniz.Videonun linki https://www.youtube.com/watch?v=0WQW1cLBAXQ 28.dakikadan itibaren izleyebilirsiniz
Elif Çakır:Süleymaniye Camii’ni görmüşsünüzdür sizde yorum yazmışsınız. Binanın Cemiyete ait olduğu ortaya çıktı.
Mustafa İslamoğlu:Yazdım. Hiç mi utanmıyorsunuz yazdım.
Evet.
Yıldıray Oğur:Çok ilginç! Yani bu böyle bir Türkiye’nin belki de en eski İslami vakıflarından biri yani İlim Yayma Cemiyeti 1950-60’larda kurulmuş bir vakıftan bahsediyoruz. Yani Süleymaniye Camii İstanbul’un en göz bebeği yerlerinden biri nasıl olabiliyor bu şimdi? Tabi geri adım atacaklarını söylediler ama siz nasıl yorumluyorsunuz? Bu muhafazakarların muhafaza etme konusundaki duyarsızlıklarını?
M.İ:Doğru, Türkiye’de muhafazakârlık ne anlama geliyor? Üç aşağı ben yukarı bunu biliyoruz. Hani İdris Küçükömer diyordu ki. Bundan Tabi 70 yıl öncesinin tezleri bunları biliyorsun. İşte bu memlekette gerçekte sağ sol sol sağ falan. Bu memlekette aslında muhafazakarım diyenler neye tekabül ediyorlar? Yani makyavelist deselerdi bizim ideolojimiz, ne değişirdi? mesela. Yani onu onun yerine onu koysaydınız, üstüne de eser miktarı narsizmi koysaydınız, sadizmi koysaydınız, biraz da şizofreni koysaydınız ne elde ederdiniz bu alaşımdan? Türkiye’de muhafazakarlık özü itibariyle kârı muhafaza etme. Mustafa Bey’i selamla analım. Efendim kârı muhafaza etme üzerine kurulu. Yoksa bir değeri muhafaza etmek üzerine değil. Kaldı ki işte Vakıf diyorsunuz işte ilim diyorsunuz. İlimden ne anladıklarını tartıştık mı? Bunları konuşmamız lazım aslında, vakıftan ne anlıyorlar mesela? Vakıf deyince ne anlıyorlar? Mahallenin duvarlarını yükseltip, kalenin duvarlarını yükseltip, içerisini cennet ilan edip, dışarısını Cehennem ilan edip kaleyi bir ötekilere karşı sığınak olarak mı kullanıyorlar? Vakıftan anladıkları bu mu?
Bunu biraz açabilirmisiniz bu söylediğiniz çok ilginç bir şey?
M:İ::Ama bu vakıf dedikleri şeyi böyle kullanıyorlar. Yani kale yapıyorlar mahalle değil. Artık o mahalle çok hafif kalıyor. Kalenin duvarlarını kalın kalın yükseltiyorlar ve kalenin içinde kale beyine bir sopa bir havuç veriyorlar. Kale Bey’i gaz kullanıyor yani. Hamasetten taharet, necasetten taharet ten evladır aslında tam günümüzde. Hamaseti gaz olarak veriyor kalenin içine onlar gazla ayılıp bayılıyorlar. Ondan sonra kalenin içini cennet dışını cehennemi ilan ediyorlar. Kalenin içinde olanı kurtulmuş, dışında olanı bakmış cehennemlik olarak gösteriyorlar. Dinde bu böyle kodlanıyor ve bu dinin Tanrısı kalenin beyi. Dolayısıyla kimin cennetlik kimin cehennemlik olduğunu onlar karar veriyorlar. Hatta kimi İhya kimi imha edeceklerine onlar karar veriyorlar. Yani Allah’ın işte sıfatlarını onlarda tecelli ediyor haşa.
Bu bir nevi şirk değilmidir?
M:İ;Yani özetle şu, aslında Ortaçağ’da kalelerin hikayesini bilirsiniz diye düşünüyorum. Kalelerin hikayesi insanlıkla başlamadı. Kaleler hikayesi daha sonra başladı, kentleşmeden sonra başladı. Yani yeryüzünde insanlık güvensizleşmeye başlayınca başladı kalelerin hikayesi. Ve nasıl bitti bu çok önemli. 15 yüzyılda kalelerin hikâyesi kalenin surunu aşan silah icat edildi. Top icat edildiğinde bitti. Ve kale bittiğinde insanlar bir şey gördüler. İstanbul’a da bakınız 17. yüzyıla sarktı bu kalenin bitişi. Hatta 18 yüzyıla 1730’lara 1710’dan 3.Ahmet dönemine. Nedir efendim Sadabat? Bu kaleden çıkışın kutlamasıdır aslında. Kağıthane var ya, aslında kaleden çıktık. Bununla sevinmeyi de bilmez. Üzülmeyi bilmezde sevinmeyide bilmez. Aslında cenaze ve bayram namazları üzülme ve sevinme eğitimidir. Tabii kim durur bunun üstünde? Kim indirir? Hangi ilahiyatçı bunu dile getirmiştir falan. Onlar ayrı bir şeyde. Bu millet sevmeyi de bilmez sevilmeyi de. Derken kaplumbağaların sırtına mum dizmek aklına geldi, Bir lale soğanına bir servet ödemek aklına geldi böylesi de sonra çılgınlıklara dönüştü ayrı mesele. Kaleler hikâyesini bitiren top oldu. Bugün kaleler imar ediliyor. Olur mu? Olmaz. Tutar mı? tutmaz
Neden tutmaz, Neden olmaz.
M.İ:İnsanların özgürlüğü bir kez gördükten sonra geri adım atmazlar. Özgürlük böyle bir şeydir. Özgürlük yapısal bir şeydir. Yani Kognitif değildir. Hatta ve hatta inşa edilen bir şey değildir. Varoluşsal bir şeydir. Varoluşunuzla getirirsiniz özgürlüğünüzü. Onun için insan özgürlüğü tattıktan sonra geri vermez. Göreceksiniz! Göreceğiz hep beraber…
Yok tarihte de bunun örnekleri var yani. Yani kalbine baktığınız zaman. Dindar ve bir din toplumu yaratmak istiyor ama bunların hiçbirisi başarılı olmadı. Bu her zaman böyle miydi? yoksa bir değişimi siz görüyor musunuz? Çünkü 80’lerde 90’larda sanki Türkiye’deki İslami çevre muhafazakârlar böyle dışarıya açılmaya çalışıyordu. Başkaları ile ilişki kurma çabaları çok daha fazla vardı AK Parti ilk dönemleri de böyleydi aslında. Bu kapanma, içeriye kapanma, kale inşa etme yeni yakın zamanların bir şeyi tercihi yok. Hep böyle bir zaten kendi alanını inşa etme ve orada hüküm sürme şeyi var mıydı? Nasıl değerlendiriyorsunuz bunu?
M:İ:Yani yeni bir şey değil bu aslında. Belki de meseleleri suhulet ve sükûnetle konuşmamız çözmemiz temelinde karşılaştığımız olumsuzlukları yeni bir şey zannetmemiz geliyor. Yeni bir şey değil bu. Yeni bir şey zannetmekte kendi kendimizi aldatma performansımızdan kaynaklanıyor. Bu çok yüksek bir performanstır. İnsan kendi kendini aldatır. Aldatma performansı yüksek olunca böyle yeni bir şey olarak adlandırıyorsunuz. Yeni şeyler de geçici olarak kodlanıyor. Hayır değil! Bu çok temel çok kalıcı bir zaafımız bizim. Özellikle bu coğrafyada kangren olmuş, bu coğrafyada ur olmuş bir zaafımız. Dün de böyleydi evvelki gün de böyleydi. O zaman bunu geriye doğru bir çetelesini tutmamız lazım. Yani sorunun nereden başladığını doğru tespit etmemiz lazım. Yani sebepler üzerine konuşurken bizler maalesef dilsiziz, düşüncemiz dumura uğruyor. Sonuçlar üzerine konuşmayı çok seviyoruz. Sonuçlar üzerine konuşunca da çözüm gelmiyor. Çözüm gelmez çünkü, o sonuç o sebebin. Yani “bilmek” der ya hani Aristo, sebepleri bilmektir Dolayısıyla sebepleri bilmiyorsunuz. Bilmek değildir, o bilgi çerçevesine girmiyor. Ya bu anlamda 100 yıl evvel sinin AK Partisi hangisiydi? Onu sormak lazım 200 yıl evvelsinin hangisiydi? Onu sormak lazım. Daha doğrusu bu coğrafyada Müslüman şartta iktidar insan ilişkisi ne üzerine yürüdü? Hatta bu coğrafyada din neyin üzerine yürüdü. Yani bu coğrafyanın insanlarının tüm eylemleri dinsiz ininde eylemi dincidir onu söyleyeyim. Dinsizinin de eylemin temelinde din vardır .Bu kesin!
Mesela buna bir örnek verir misiniz?
M:İ:Yani o kadar Sünni’yi size ateist gösterebilirim ki. Evet, ateist örneğini dine karşı Allah’a karşı örnek verirken, Sünniliğin uydurduğu şeylerden veriyor mesela. Yani argüman kullanma biçimi diğeriyle aynı. Yani öbürü Allah’ı kullanarak ne yapacaksa, bu da Allahsızlığı kullanarak aynı şeyi yapıyor. Onun için burada mesela, şu anda görmüyor musunuz şu koalisyonu? Der miydiniz ki Doğu Perinçek’le Tayyip Erdoğan yan yana gelir? Neydi yan yana getiren? İlah Beyi! Evet, evet yani güce tapıp, adını Allah koymak demiştim. Budur bunun adı, adını doğru koyalım. Yani cümleler ağır vakıa ağırsa, hafif cümleler ifade etmeye yetmiyor. Vakıa ağır. Doğuyu iyi tahlil etmek lazım, Müslüman şarkı iyi tahlil etmek lazım.300 yıl evvel 500 yıl evvel 1000 yıl evvel nasıldı. O günün işte aktörleri kimlerdir. Dolayısıyla yani bu yeni bir şey değil onun için sükûnetle aslında ele almak lazım. Biraz düşünsel olarak emek vermek lazım meseleye. Yani magazinleştirmemek lazım şunu magazinleştirince hemen dağılıyor, dikkat dağılıyor konuşamıyorsunuz bir şey ifade etmiyor bu konuştuklarımız da herkes zaten konuşuyor.
Şu magazinleşmeye girer mi bilmiyorum ama sormak istiyorum. Şimdi bu sadece Türkiye’nin sorunu değil. Bir İslam ülkesi olarak Türkiye’de o yere koyabiliriz ama bütün İslam ülkelerinde genel bir problem var. Yani ben bunu anlamaya çalışıyorum. Fakat bunu anlayamıyorum. Ali Bardakoğlu hocamızın yazdığı bir “Yüzleşme” kitabı var. O kitapta da bahsi geçiyor. Şimdi yani bütün İslam ülkelerinde genelde bir otoriterleşme. Yani otoriter yönetimler var ve bu, buraların tamamında bir demokrasi sorunu var. Yozlaşma sorunu var. Yolsuzluk, hırsızlık, adaletsizlik, özgürlük alanlarında bu alanların tamamında. Bu İslam ülkelerinin tamamı de neredeyse problemli. Mezhep çatışmaları! Bakıyorsunuz, bu da işin başka bir boyutu. Neden mesela bütün dünyaya Batı ülkelerine rol model olan? Oysa Kur’an-ı Kerim Adaletli olun diyor. Zulmetmeyin diyor ve bu emirler ortada ama bununla bunlarla örnek olabilen bir tane İslam ülkesinin olmamasının sebebi nedir sizce?
M:İ:Bakın, girişte ilim dediniz, vakıf dediniz, Süleymaniye dediniz, cami dediniz… Bakın kullandığımız kavramların içeriği nedir. Yani din dediniz, İslam dediniz. Hangi İslam? Bu dinle buraya kadar. Bu din böyle eder zaten. Bu din böyle etsin diye vardır zaten. Bu böyle diye vardır. Yani bu dinle ahlaklı olunamaz ki. Bu dinle adil olunamaz ki. Dün de böyleydi. Düşünün, yani 1000 sene evvel hatta 1200 sene evvel tegallüp kuralı diye bir kural konmuş. İslam siyaset teorileri diye bir alan var. Dağlar gibi bir literatür var. Siyasetnamelerden daha önce literatür var. Düşünün, şunu hiç sordunuz mu kendinize, İslam siyaset geleneğinde muhalefet var mıdır?
Mutezile falan.
M:İ:Başına ne gelmiş. Soykırım, soykırım. Cesedinin üstünde tepiniyorlar. Baksanıza bugünküler öldürmüşler hala tepiniyorlar. Dolayısıyla niye yoktur? Allah resulü kendi muhalefetini sıfırlamamış. Yahu münafıkların başı muhalif olmuş. Medine’de Abdullah Bin Ubeyd. Oğlu gelmiş babama ‘’Ne yapmamı istersen nasıl cezalandırma mı istersen öyle cezalandıracağım’’ Resule söyle. ‘’Babana dokunma! İlişme’’ demiş. ‘’Muhammed adamlarını diskalifiye ediyor! dedirtme. Devre dışı bırakıyor dedirtme’’. Bu adam peygamberin eşine açıkça zina iftirası yapmış bir adam daha birçok örnek verebilir.
Muhalefet meselesi, bakınız uydurdukları hadise bakar mısınız? Bu dindir ama! Ben burada uydurulmuş hadis diyorum! ama onlar için vahiydir bu. Hepsi vahiy derler. Yani mistik olanından tutun tarikatçı olanından selefi olanına kadar değişmez. Bu anlamda epistemik yaklaşımları, bilgi yaklaşımları aynıdır. Bilgiye verdikleri değer de aynıdır. Yani bu değerlendirme kriterleri, yani bu söz hadistir. ‘’Bu söz vahiydir’’ dediği zaman, bu bir epistemik yaklaşımdır. Allah’ın sözü olur vahiy. Nedir o? Eğer 2 lider çıkarsa, 2 tane halife çıkarsa, birini öldür. Bunun üzerine, Malikten başlayarak Malikten, Malik 179 da öldü Malik ten başlayarak Şafi üstüne daha iyi bir beton attı. Ondan sonra Hambeli’ de tüy dikti üstüne. Ahmet bin Hambeli 246 vefatlı. Dolayısıyla nedir tegallüp kuralı diye bir kural vardır. Bu İslam siyaset teorisinin en temelinde yatar. Ne demektir tegallüp? Kim devlet başkanı olacak birden fazla iktidar adayı varsa eğer, birden fazla parti varsa bugünün diliyle konuşalım. Birden fazla Parti varsa kazanan haklıdır. Güçlü olan haklıdır. Buna tagallüp kuralı denir. Galibiyettir. Ölçü, ölçü nedir, hak, adalet. Hayır, ne hakkı, ne adaleti galibiyettir ölçü. Tek bir ölçü vardır o da galibiyet. Sen galip gel sen haklı ol. Böyle bir makyavelizm gördünüz mü? Siz makyavel de prens okuyun, bu kadar aslını bulamazsın!
Bu peki 19. yüzyılda Osmanlı’da İslamcılar var, ortaya çıkıyor işte. Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh onlar, Namık Kemal Ali Suavi iyi bir yeni Osmanlılar. Bir İslamcı hareket ortaya çıkıyor. Onlar başka türlü yorumluyorlar. Bütün bu literatürü ve daha işte, Şura işte ifade hürriyeti. Bunlar Hürriyet kelimesi üretiyorlar yeni bir yorum yapıyorlar ve bu bayağı büyük muhalefet hareketine dönüşüyor. Yani Meşrutiyet’in ilanına neden oluyor falan bu. Peki yani böyle başka bir gelenek de yok mu yani? Bu sizin tarihsel olarak köklerini bulduğunuz, o muhalefete karşı bu tahammülsüz şeyin dışında daha modern zamanlarda ortaya çıkmış
M:İ:Olmaz mı! yani bu modern değil bunun arka planı da var. Şunu söyleyeyim iki oluk hep akmıştır. Yani zalimler varsa mazlumlar da hep vardır, hep olacaktır olmuştur. O söylediğiniz modern bir şey değildir. Yani Afgani ile başlamış, Abduh ile başlamış, Akiflerle başlamış, Efendim işte Tunus’ta Hayrettin’le başlamış, Sait Halim Paşa ile başlamış. Gelenek falan değil ta Allah resulünden sonra bir kırılma yaşanmıştır. Emeviler, yani Kur’an’ın yerine paralel bir Kur’an, İslam’ın yerine paralel bir İslam, peygamberinin yerine paralel bir peygamber, Kâbe’nin yerine paralel bir Kâbe. Kudüs’e gider görürsünüz. Orada kubbe diye bir şey vardır. O 9 yıl Kâbe olarak tavaf edildi. Şaka yapmıyorum, mecaz yapmıyorum, mecaz falan değil Abdülmelik bin Mervan, Mekke’yi Abdullah Bin Zübeyir aldığında 1. Halife Ebu Bekir’in torunu Abdullah Bin Zübeyir ve Esma’nın oğlu. O’da 9 yıl ‘’Mekke’niz Kudüs’tür Kâbe’miz Kubbedir ve haremi Şerif’te burasıdır’’ diyerek zorunlu hac yeri, hac mahalli olarak Kudüs’ü gösterdi. Devlet resmen bunu ilan etti. Aksi davranana da ölümü reva gördü.
Demek ki anlatacak çok şey var. Benim “Kader risalesi” Hasan El Basri’nin İslam literatürünün ilk ürünlerinden biridir. O 70’li yıllarda yazılmıştır. Literatürünün ilk örneklerindendir. Hasan El Basri’nin Kader risalesine yazdığım şerhi okumanızı tavsiye ederim. Onda bu Kudüs hikâyesi kaynakları ile beraber birincil kaynaklar ile beraber okursunuz.
Başka bir gelenek daha var diyordunuz?
M:İ:Ebu Hanife’yi nereye koyacağız? Bakıyor musunuz? isimlerle bile oynamışlar… ya isimlerle. Ebu Hanife ‘’Hanife’nin babası’’ demek. Ebu Hanif’i kimdir? Bakıyor musunuz? isimlerle bile oynamışlar. “Ebu Hanif” adamın sanı. Bu namı, bu yani tevhidin babası… Bir tane oğlu var o da Hammad. Hiç kızı olmamış, hiçbir kaynakta hiçbir iddia bile yok. Niye Hanife’nin babası konur böyle değil. Yani nerden tutuyorlar nasıl bir çarpıtılmış.
Bugün niye yapıyorlar?
M.İ:Bugün aynısını yapıyorlar. Bana yapıyorlar! Amaç karalamak… Tevhidin babası deyince imaj farklı oluşuyor. İmaj oluşturuyor adam. Hanife’nin babası olunca, Hanife kızın babası. Hanife’nin babası başka bir şey, tevhidin babası başka bir şey. Bugün görmüyor musunuz, aynı sefalet, aynı kepazelik bugün de geçerli. Kuran’da lakap takmayın falan filan. Buda bir lakap takma işi, bu da bir imaj çalışması. Yani adamlar imaj operasyonu yapıyorlar. Trol bugün mü var zannediyorsunuz? Bir paylaşım yapmıştım; Osmanlı’da 3. Mehmet döneminde, adam Kadı aynı zamanda “Yahya” efendim aynı zamanda tarihçi bu. ‘’Padişahımız o kadar merhametliydi ki’’ diyor saltanata gelir gelmez, 19 karındaşını diyor merhametinden dolayı diyor, Cennet kayığına bindirip yolladı diyor. 19 kardeşini bebek, çoluk, çocuk demeden katletmiş. O günün Trolü Kadı Yahya Efendi işte. Böyle veriyor haberi. Nasıl buldunuz? Trollükte yeni değil Ebu Hanife’nin döneminde de troller var. Adam zaten muhalif. Adam, rakibi karşı yapılan her şeyin zaten adı. Belli o dinde bu bir din unutmayın “el-harbi hudat. Bu da bir hadis, hadiste vahiydir. Onlara göre Allah dedi! Harp hiledir, kimle mesela? O yapılana Harp denir
Bu dönemin motivasyonu da biraz bu.
Şu anda yaşadığımız bu durumu yani nasıl izah edelim diyorsunuz değil mi? Orda duruyorsunuz, yani nereye sığdıracağız diyorsunuz? Yani vicdana insafa adalete yani dine İslam’a, insanlığa, Hristiyanlığa, Yahudiliğe hiçbir yere sığmaz. Nereye “oraya” sığdıracaksınız orda var bu. Yani adam, yaptığı şey, eğer bir hinlik yapmak istiyorsa o hinliğine hiç kimse manii olamaz, o hinlikten ecir alacağına inanır, sevap alacağına İnanır ve o hinliğin kendisini cennete götüren bir adamı olduğuna inanır. Niye? Çünkü yaptığı her şeyi harp olarak nitelemiştir. Sadece bir nitelemeye bağlı, bir vasıf, bir sıfat, harp koyar. Harpte hiledir.
Peki bütün bunlar 28 Şubat medyasını eleştiriyorduk. Yaptıkları işleri “toplumsal mühendislik yalan haber” bu dönemin motivasyonu da ortada. Bir din mücadelesi yok ama bir iktidar mücadelesi var. Fakat bir din mücadelesi var motivasyonuyla hareket ediyor iktidar. Hal Böyle olunca da işte mesela dava kavramı. Harp hiledir hadisi Şerifi
Şerif mi böyle söylemeyin, bari benim yanımda söylemeyin…
Yani böyle söylendiği için söylüyorum. Cihat bunlardan birisi, dava bunlardan bir tanesi, işte Ümmet bunlardan birisi. Hayrettin Karaman mesela. İşte hükümetin iktidarın bütün politikalarını meşrulaştıran ya da tasdik eden onaylayan fetvalar yazıyor, buradaki burada mesela. İslam alimleri kanaat önderleri neden sesini çıkartıp da bunların yanlış kullanımı ya da bunlar tamamı ile kökten yanlıştır diye bunları düzeltmek ya da söylemek sizlerin ve sizin gibi insanların görevi değil mi? Yani bunu benim söylememin bir anlamı yok. Bu suskunluğu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu suskunluk gayet anlaşılabilir bir şey. Çünkü kalın çizgi, ana gelenek budur. Biraz önce bakınız; deve dişi gibi isimler saydım. Mezhep kurucusu bu insanlar. Malikten bahsettim, Şafiden bahsettim, Ahmet Bin Hanbel’ den bahsettim. Yani 3 tane mezhebin 3 tane kurucusundan bahsettim ve bunlarla gelen bir siyasi teoriden bahsettim, tagallüp kuralı. Yani adamlar ‘’devleti kimin yönetmesi lazım?’’ sorusunda, kim Ehil ise o, kim layıksa o, demesini beklersiniz değil mi. Niye beklersiniz, bunların bir dini var, bu dinin adı İslam. İslam’ın da bir kitabı var, Onun adı da Kur’an. Kur’an’da açıkça şöyle kocaman bir ilke yazıyor, ayet değil sadece, Kur’an’da her ayet ilke değil. Çok az ilke var Kur’an’da, insanlık ilkesi. Bunlar ama bunların bu ilkelerin tamamına Kur’an ‘’maruf’’ der. Evet, bu insanlığın ortak doğruları demektir. Nedir? Allah sizlere emaneti yani devlet yönetme işlerini, aslında oradaki emanet yönetim işlerini ehli layık olana vermenizi emreder. Bunu beklersiniz değil mi? Bu adamların dini İslam’dı. Bu adamlar imamdı üstelik. O zaman, ‘’bu din, hangi din?’’ diye sorgulamadan edemiyoruz!
O zaman aynı sorgulamayı başka insanlarda yapıyor. Sizin eleştirilerinizi biraz önce dediniz ya, ateistlerde kullanıyor bu şeyleri ordan. Aslında bir şey sormak istiyorum. Çünkü bu eleştirileri, bu bütün, bu islam tarihindeki bütün, bu hani şimdi şu an sizin dillendirdiğiniz eleştirileri insanlar dillendiriyorlar ve gün sonu da şöyle bir sonuca varılıyor; Ana akım dediniz ya. Bu, bu ana akım diye niye bu ana akım olduğu zaman, yani burda dinde bir sorun var? Yani şu anda mı tarihin şu anında mı bunu değiştireceğiz ki? Tarih boyunca bu düzelmemiş demek ki. Dinde bir sorun var derim. İnsanı dinden çıkıyorlar. Yani siz bu, böyle insanlarla karşılaşıyorsunuzdur hadi son zamanlarda.
Bu çok müthiş yaklaşım değil mi sizce de? Yani sahte dolar her zaman olmuştur ama dolar da bir sorun var diyemem ben.
Ama sadece dolar ortalıkta dolaşımda ise ve yıllarca binlerce yıldır da böyle devam ettiyse…
Altın daha eski, altında züyuf akçe hep olmuştur. Altının altınlığına hiç zarar vermemiştir. Eski mısırlarda altın ölçüsü var çünkü. Her değerin sahtesi vardır. İnsan bu aslında, insan böyle bir şey insan, sınavdan da öte sınavda bir din dili onu da aşalım. İnsan hatta hayatta kalma güdüsü insanda sahteliği ortaya çıkaran temel güdüdür. Şu jestler mimikler evrimsel süreçte evrimsel biyoloji de nasıl ortaya çıkmıştır? Mesela kaşın ortaya çıkışını evrimsel biyologlar jest ve mimiklerle ilgili sayarlar. Çünkü konuşmaması gerekiyor. Yoksa avcının haberi olacak. Konuşursa olmayacak, konuşmadan da bir şey ifade etmesi lazım, orayı oynatacak ve hücreler özelleşiyor. Harika bir izah bu… Dolayısıyla bu anlamda hayatta kalma güdüsüyle alakalı, bu sahtesini icat etme. Kuşlar harika bir sahtecilik oyunu oynarlar bilir misiniz? Bazı kuşlar getirirler yumurtalarını, kendilerine ait olmayan yuvanın içine bırakırlar. O yumurtayı civciv olarak çıkarma görevini oradaki salağa verirler af edersiniz. Alın buyurun size bir sahtecilik olayı, tabiatta var sahtecilik. Dolayısıyla insanı ele alırken, insan üzerinden konuşmak lazım. Ben burada konuştuğumuz her şey insan üzerinden konuşulduğunda hep var…
O yüzden halifelerin birbirini öldürmesi de
Aynen. Niye efendim, müslümanlara has görüyoruz ki bunu. Bizans Sarayı’na bakalım mı? Roma’ya bakalım mı? ne dersiniz? Hadi gidelim eski Mısır firavunlarına bakalım, gelin. Öyle dümenler dönmüş ki, Bizans’ta olanlar yanında solda sıfır kalır. Dolayısıyla, ya bu anlamda herhangi bir kültüre, herhangi bir dini gruba, herhangi bir zaafı şey yapmak doğru değil, İnhisar ettirmek. Bu anlamda İnsanoğlunu ele almak lazım. İnsan böyle bir varlık ama bunu dedikten sonra İslam diye bir din kendisinin insanı daha iyi insan edeceği iddiası var değil mi? Dinin amacı bu. İnsan, insanı daha iyi insan etmek. Vahyin amacı akla yardımcı olmak ibadetlerin amacı ahlaka yardımcı olmak, dinin amacı insana yardımcı olmak. Yardımcı kitaptır Kur’an, asıl kitap değil. Asıl kitap kainattır. Kâinat Kur’an’ıdır. Hep ona referans verir zaten. Ayet de bu demektir, işaret demektir. Dolayısıyla bu detaydır yani. Bu bizim okuduğumuz ayetler detaydır, asıl odur, kâinattır, insandır mesela asıl Kur’an. Mesela kâinattır asıl Kur’an, ona ifade eder, onu gösterir. Parmak ayı gösterirken aya bakarlar, parmağa değil ya. Bu anlamda biz meseleleri konuşurken herhangi bir kültür havzasına, herhangi bir medeniyet, herhangi bir din havzasını referans da konuşuyoruz da ama ana fotoğrafı unutmamamız lazım. Biz insanı konuşuyoruz yani. Hani Marx öyle demişti ya “insan olayı hiçbir şey beni şaşırtmıyor” insana dair hiçbir şey bizi şaşırtmamalı. Eğer yaratılışın özünü biliyorsak ilgilenmişsek ya. Ben Kur’an’la iştigal eden bir teoloji insanıyım. Ömrüm teolojik araştırmalarla geçti yani ben bir teoloğum. Yani neyi sorarsanız sorun, bulunduğum alandan konuşurum, bildiğim alandan konuşurum, bilmediğim konuda konuşmam benim cehaletim olur. Doğru değil bildiğim alan aynı zamanda bugünkü sorunlarında ortaya çıktığı alan o zaman işte o zaman affedersin de at gibi kişniyorum yani. Başka çaresi yok, ya bildiğim alan aynı zamanda sorunlarında ortaya çıktığı nedenleri oluşturuyor.
Görüyorsunuz yani…
Görüyorum. Ben Konuşurken, ‘’biraz fazla özgüvenli’’ diye düşünüyorsanız eğer. Yani özgüvenimin çok olduğundan değil sorular bildiğim alandan geliyor.
Siz bu tartışma işte dinde bir sorun mu var? Yani bu kadar şeyse dinden uzaklaşma dedi Yıldıray size. Siz dediniz ki birçok hiçbir tartışma değil mi. Bence değil. Yani eğer böyle bir düşünce varsa, toplumda ve insanlarda bu sorunun cevabını alamadıkları için dine mesafe koyuyorlarsa, bu sorunun cevabını İslam âlimlerin oturup vermesi gerekiyor. Yani bu sizin alanınız.
Bende veriyorum zaten yani, İslam’ın sahtesi var diyorum. Sahtesine bakarak aslı hakkında hüküm veremezsiniz diyorum. Gelin oturup konuşalım o zaman yani. Biz bugün Stalin’e bakarak Marx hakkında değer hükmü verebilir miyiz? Ben vermem, siz verir misiniz? Ne kadar Marx okudunuz bilmiyorum, ben vermem. Marx’ a büyük haksızlık bu. Oysaki bir ideolojiden bahsediyoruz dinden bile değil. Gerçi ideolojiler ile dinler arasında bir bakışımlılık var.
Sahtesine bakarak aslını değerlendiremeyiz ama niye hep sahtesinin olduğu örneklerle karşı karşıyız. Yani, mesela bir islamilik endeksi var. Burada hep Hristiyan ülkeler işte, Yeni Zelanda 1. sırada çıkıyor, İslam ülkeleri Hep sınıfta kalıyor. Kanada öyle İskandinav ülkeleri Öyle bir tane bir tane yani 10 tane İslam ülkesi olur Bundan 5 tanesi kötü örnek olur, ya da 9’u kötü örnek olsun da bir tanesi iyi örnek olsun bir tanesi de yok
Olmaz, mevzuat müsait değil!
Hangi mevzuat?
İnandıkları din ahlaksız eder bunları. Mecburlar buna mazurlar, hatta ona inandıkları ve sorgulamadıkları sürece yani Sokrat’ın o ünlü sözü var ya “sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez”. Ben de ondan nazire olarak bir söz söyledim “sorgulanmamış din inanmaya değmez” yani. Dolayısıyla sorgulamadıkları, yüzleşmedikleri sürece o inandıkları şeyin, din dedikleri sürece onlar olamazlar ya ahlaksızlık yapmak zorundadırlar yalan söylemek zorundadır.
Mustafa Bey şimdi iktidar dediğimiz iktidarlar yani Suudi Arabistan’ ada bakın, İran’ ada bakın, Pakistan’ ada, Afganistan’ ada. İktidarların, hükmedenlerin sayısı Türkiye’de diyelim Ak Parti İlçe Başkanı Teşkilatı filan mesela baktığınız zaman hadi 10000 kişi olsun ,Türkiye 85 milyon hadi bunun 40 milyonu değil mi? 40 milyonu da Müslüman ve dindar. Daha çok ben şu anda matematiğim iyi olmadığı için böyle hesaplarım. Şimdi burada bu iktidarı siyasetçiler kendilerine göre kullanıyorlar ve dini genleri rant aracı haline getiriyorlar. Kur’an-ı Kerim’deki ilkeleri uygulamıyorlar. Ama bir taraftan da Müslümanız ve İslam Edebiyatı yapıyorlar, din hamaseti yapıyorlar. Peki burada iktidar tamam fakat burada toplumlarda da yani bu Dindar top topluluklar inanan kişilerde de problem yok mu? Sadece iktidarlar değil ki buna susan din adamları var. Bugün işte devlet kurumları yozlaşıyor ama Türkiye’de bugün bildiğimiz bir sürü İslami Vakıflar cemaatler tarikatlar Bunların hepsi sınıfta kalıyor. Sadece burası değil.
Hepsi aynı şeye hizmet ederler.
Niye buna itiraz edecek bir damar ortaya çıkmıyor?
Çıkıyor ve boğuyorlar, boğdular. Boğulma tarihini anlatayım ben size; Sabır eder misiniz? Yani Birini bitirmeden birine başlıyorsunuz yani. Şimdi boğulma tarihi Allah Resul’ünün vefat ettiği günden başlar boğulma tarihi. Ali niye boğuldu? Ondan sonra işte belki ismini hiç duymadığınız Amr El Maksus diye bir adam var diri diri gömüldü. Bu ikinci Muaviye’nin hocasıdır. 2.Muaviye kimdir? Yezidin oğludur. Yani halife idi, altı aylık bir halifeliği var. Niye diri diri gömülür bir adam ki? Bu adam allamedir. Adamın adaletten başka çıkış yolu yoktur ‘’tebaanı tebaa olarak değil de şahsiyet olarak yetiştir’’ dediği için.
Yezide bunu söyledi.
Yezit’ in oğluna bunu söylüyor Yezit’ e değil. Ve Onu öyle yetiştirdi ki ilk Hilafet hutbesinde çıktı, babamın da dedemin de günahlarını üstlenmiyorum ve reddediyorum. Benim “imamlar ve sultanlardan” kitabında onun hutbesini okuyabilirsiniz. Böyle bir Halife. Ne yaptılar 6. ayda aile zehirledi, hocayı da diri diri gömdüler. Sen çocuğumuzu yoldan çıkardın diye. Şimdi bu ordular boğarlar efendim boğarlar.
Hasan El Basriye yaptıklarını yazdım orada. İşte Ebu Hanife örneği ortada. Adamı 70 yaşında her gün 100 sopa çekmeye, ondan sonra da zehirli bir çorba ile öldürerek kurtuldular. Yani C’ad Bin Dirhem vardır. Özgürlük, adam özgürlük istiyor yani. Hatta şartlarından biri, 4 tane şartı var. Halifeye şartına bakın, düşünürüm şartına bakın, vergilerin halktan hafifletilmesi, yani böyle düşünülür mü? Allah aşkına böyle bir şart var. Ne yaptılar biliyor musunuz bu adamı? Basra valisi kurban günü ‘’Allah kurbanlarınızı kabul etsin’’ dedi. Bayram hutbesini okudu vali ve indi. ‘’Benimde kurbanım burada’’ dedi. ‘’Getirin’’ dedi C’ad Bin Dirhemi getirdiler. Halıyı kaldırttı yatırdı oraya, kör bıçağını çıkardı, caminin ortasında adamı kesti. Siz kodeksi bilir misiniz? Müslümanların Aforoz kodeksi nedir bilir misiniz? Likayi diye bir adam vardır, Fıkıhçılar referans olarak verirler bu kodeksi çok iyi yazmıştır muhalif olan. Selam verirse alınmaz, yolda karşılaşırsa selam verilmez, hasta olursa ziyarete gidilmez, hasta olursanız ziyaretinize kabul edilmez, kızı alınmaz, kız verilmez, ölürse cenazesi kılınmaz, Müslüman kabristanlığına gömülmez, söyler misiniz size böyle bir Kodeks uygulandığını? Medeni mevta, kaç kişi dayanır buna? Sizde tutturmuşsunuz bu niye yürümedi diyorsunuz! Niye yürüsün, niye yürüsün. Böyle bir geleneğiniz var sizin. Onun için bakınız çoban mı, sürümü meselesinde işte. Geleneğiniz, öyle bir dininiz var ki, o din size ya çoban ya sürü olmaktan başka üçüncü bir şık tanımıyor, insan olmayı tanımıyor. Hani ne diyordu efendim, Taliban’ ı anlatıyorlarda, Taliban çok çok çok zulmetti diyor. Bir örnek verir misiniz insan olmanıza izin vermiyorlar diyor. Uçurtmayı yasakladı adamlar ya uçurtmayı, Uçurtmayı Vurmasınlar romanının çıkış nedenidir yani. Benim bir talebem vardı Afganistan’ lı burada okudu mühendisliği bitirdi gitti. Yavrum git dedim oraya, vatanına hizmet et dedim. Burada ne yapacaksın, sana orada ihtiyaç var. Gitti 1 hafta sonra ağlayarak geldi, ‘’niye geldin’’ dedim. Daha sınırda girişte sakalımın boyunu santimle ölçtüler hocam dedi. İnanamazsınız, inanamazsınız. Bunlar Sufi’dir biliyorsunuz Taliban Nakşi’dir sufidir bir tarikat yapılanmasıdır. Yani selefi diyeceksinizde, öyle atacaksınız, buna öyle de yapamıyorsunuz. Selefiler’ le araları zaten yapısal olarak bozuktur. Evet, ben bunların medreselerindeki ders kitapları üzerinden bunları anlattım bir programda.
Amerika’da hazırlanmıştır öyle şeyler söyleniyordu?
Mazeret fabrikalarımız boş durmuyor!
Hocam, peki şu andaki durumu nasıl analiz ediyorsunuz? Çünkü bütün bu 80’ler 90’lar da bir İslamcı hareket İslami hareketi Türkiye’de de yükseldi. Arap dünyasında İslam dünyasının da yükseldi. Müslüman Kardeşler hareketi büyüdü. Türkiye’deki işte Refah Partisi hareketi, bir diğer tarikatlar cemaatler büyüdüler, bir yükselme dönemi yaşandı. Böyle parıltılı bir dönem yaşandı. İşte en son AK Parti Türkiye’de iktidara geldi. İşte cemaatler çok büyüdü. İslam dünyasında da Arap baharı yaşandığı ve burada işte İslami hareketler iktidara geldi. Mısır’da geldi, başka ülkelerde geldi. Tunus’ta geldi. Fakat bu da sönümlendi tam tersine döndü. Darbeler oldu. Şimdi tam tersi bir dalga var işte böyle Suudi Arabistan işte, BAE’nin işte demokrasi dışı ama Seküler bir dalga var. İran Devrimi çok parıltılı bir şey yaşadığı ama orada da bir otoriter rejim ciddi eleştiriler var. Şu anda geldiğimiz noktayı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de de bu İslami hareketlere çok ciddi eleştiriler var. Fetret döneminin mi, bir duraklama dönemi mi? Yoksa bir şeylerin bitmesi iyi mi oldu? Diyorsunuz. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz tarihsel olarak?
Ben çok ümitliyim çok. Yani bunu biraz da sizleri rahatlatmak için izleyicilerimizi rahatlamak için söylemiyorum ümitliyim. Çünkü tarihin dinamiklerini az çok biliyorum. Diyalektik tarihinde yasası var yani. Hegel’le başlamadı bu iş. Diyalektik insanlıkla beraber. Hatta varlıkla beraber yaşıttır. Dolayısıyla diyalektik yasası devam ediyor, pinpon topu gibi bir vuracak bir gelecek ve bir denge noktasını yakalayacak, olacak, yani başka türlü olmaz noktadır.
Hangi noktadayız şu anda?
Şu anda dipteyiz.
Tam dipte miyiz?
Yok, biraz daha var. Efendim biraz daha var yani. Kötü bitti, en kötüsüne hazırlanın. Ama bir dip var dipsiz bir şey yok Efendim. Bir ikincisi biraz önce söyledim şartta değil, dindarlıkların. Ben Kahire’de liberallerin toplantısına davet edilmiştim. Çok ilginçtir aslında onu size özel olarak anlatmak isterim. Kahire de liberal nasıl olunur tartışıyorlardı. Mesela beni davet ettikleri şeyde ben de ucundan kıyısından müdahil oldum. Tabii bir salon dolusu her şey o salonun içinde kalmak şartı ile konuşmak serbest Mübarek dönemi, ama o salonun içinde kalmak şartıyla yani. Kahire’nin, Mısır’ın en liberal yazarları var orada, ünlü isimleri var çok sanat yüzleri var falan filan efendim çok da cesur konuşuyorlar, ama her biri en azılı tabiri caizse liberali şimdi. “Elhamdülillah Elhamdülillah elhamdülillahillezi” diye başlıyor bir salavat, bir giriş, bir-iki ayet, dedim nereye geldik biz? Şimdi şunu söyleyeceğim ben. Şimdi bu coğrafyada ateistler bile karşıt olduklarına yaklaşımları, dincilerin yaklaşım tarzı ile aynıdır, zihniyet aynıdır yani. Onun için biraz önce dediniz ki, Seküler, yani monarşiler aslında Seküler monarşiler. Çünkü dün aslında dini kullanmak, sopa olarak kullanmak ihtiyacı hissettiler. Mesela Suudileri ele alalım; 18. yüzyılda biliyorsunuz Abdulvehap çıkt.ı Vehhabilik hareketi 18. Yüzyıl da yeni Selefilik olarak doğdu ve sırtını Ali Suuda yasladı, Suud kabilesine yasladı ve ne oldu bunların elinde büyütüldü. Bunların elinde serpildi ve bir devlet dini oldu vahhabilik. Unutmayın! ve vahabilik yüzünden o ülkede insanlar kaç insan öldürüldü biliyor musunuz? Çok ilgilinizi çekecektir. Bundan 4 yıl evvel Suudi Arabistan’a gittiğimde İbni Teymiyye’nin El Fetevasını aradım. Allah seni inandırsın ülkenin en büyük kitapçılarını dolaştım. İbni Teymiyye’nin elfetevası yok. İbni Teymiye ideolojisi üzerine kurulmadı mı bu devlet? Enteresan değil mi sizce? Ha bakın aslında kıvrılma katsayısının ne kadar yüksek olduğunu da gösteriyor.
Güncelleme yapılıyordur belki de.
Hayır hayır. Yine oraya geldik.Güce tapıp, adını Allah koyuyorlar yani hiç değişmedi. Sisi, Suudi Arabistan monarkları, İran mollaları İran’daki Molla diktatörlüğü, ne zannediyorsunuz? Yani ne fark ediyor… söyle bir? Hiç fark etmiyor. Hangi rengi olursa olsun, hangi rengi olursa olsun aynı, kullanışlı ise kullanırlar. Onun için İslamcılığa getirelim sözü. Çünkü oradan sordunuz bir kere. İslamcılığın elindeki din İslamcılığa evrilmişse, din ideolojiye dönüşmüş demektir. Dini ideolojiye dönüştürmek bizzat dini kendi içinden vurmaktır, yani dini eğer ta yüreğinden vurmak istiyorsanız, dini ideolojileştirin. Dini ideoleştirdiğinizde de din artık din olmaktan çıkar ve o dine ideolojileştirdiğiniz o din, eğer güçle ve Siyasetle buluşursa, nur topu gibi bir faşizminiz olur. Hiç istisnası yok!
Yok mu?
Yok. Bunu ihvan’ın tarihini yazmış biri olarak konuşuyorum. İhvan’ın liderleri ile konuşmuş biri olarak konuşuyorum, el-mansurada o insanlarla oturup meseleleri tartışmış biri olarak konuşuyorum, genel merkezlerinde.
Yani dolayısıyla İslamcılığın kendisi hata mıydı ?
Hataydı. Peki Akif’i nereye koyayım? Ben Akif’e kıyamam onu çok severim. Ona karşı zaafım var tabii ama zaafımın sebepleri de var. O böyle İslamcılığı görse “neuzibillah Allah’a sığınırım sizden” der ve yaka silker di, onu biliyorum. Akif’te böyle bir kumaş var. Çünkü ömrünün içerisinde böyle örnekler var ve bunlara yaptığını da biliyorum. Dolayısıyla Akif’i kültürel İslamcı olarak görebiliriz. Ama Akif’i kim İslamcı olarak kim kodladı ki? Akif kendisini İslamcı olarak kodlamadı ki. İsmail karaların vurduğu, efendim şablonları niye biz kullanıyoruz ki bunlar hakkında? Sait Halim Paşa İslamcı diyebiliriz. Çünkü İslamcılık diye bir kitabın yazarı. Siz Akif’in şiirlerinde gördünüz mü? böyle kodlama, yok. Dolayısıyla yani orada da bir hokus pokus dönüyor. Orada da bir çuvalın içine şey yapıp ağzını bağlama dönüyor yani, toptancılık. Doğru değil bunlar. Hepsi ayrı ayrı ele alınmalı ama kültürel İslamcılığı yine de ayırabiliriz bu anlamda. Fakat şunu söyleyeyim din boyasına boyadığımızda siyaset ve gücü, faşizm çıkar ordan. Başka türlü yapamazsınız, faşizm çıkar. Siz biliyor musunuz Müslüman faşistlerin tarihini? Müslüman Nazilerin tarihini? Bir tarihte isterseniz bir çalışın bu mevzuya. Çok mu şey var malzeme var ben size yardımcı olurum.
Mehmet Azimli yazdı Engizisyon diye.
Hayır bu o değil. Adı sanı ile faşizimden bahsediyorum. Nazizim’ den bahsediyorum. Nazilerle işbirliği içine girmiş İslamcılardan bahsediyorum. Yani hatta Hitler’in adını Muhammed Hitler koyanlardan bahsediyorum. Dolayısıyla oradan o çıkar Aziz kardeşim. Yani muhalefette olduklarında mazlumdurlar, mağdurdurlar. Mağdur olduklarında çok tatlıdırlar ama iktidarı ve gücü ellerine verdiğinizde içlerinden bir canavar çıkar.
Çünkü siz bu sert seküler, seküler demiyim de, sert laiklik uygulamalarına da karşı çıkmış birisiniz.
Mağdurum ben yani hapis yattım. Vallahi nasıl karşı olmam! Bir yazımdan bir de tebliğimden dolayı iki ,12 tane mahkumiyetim var da ikisinden de yatmıştım
Onu bildiğim için soruyu sormak istiyorum. Şöyle bir şey de var…
Özür dilerim Yıldıray’cığım onun için böyle rahat konuşuyorum, herhangi bir mahalleye yamayamazlar beni, ben bedel ödemiş bir insanım!
Şimdi bu son dönemde, özellikle AK Parti iktidarı ve diğer İslami grupların yapıp ettikleri nedeniyle şöyle bir görüş var. Buna siz ne düşünüyorsunuz? Demek ki bu, bunlarla böyle Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki o sert şeyi, yani Atatürk’ün ve Cumhuriyeti kurucu kadrolarının işte İstiklal Mahkemeleri o yaptıkları sert otoriter laiklik uygulamaları demek ki doğruymuş. Bunlarla böyle mücadele edilmesi lazımmış böyle bir şey var.
Hayır.
Yani ona hak vermek gibi bir şey var. Bu en radikal uç 1 tane de laiklik. Aslında laiklik dediğimiz şeyi biz o kadar iyi anlamamışız. Aslında bu laiklik ilkesine de hem dindarların hem dindar olmayanların ihtiyacı var. Bu iki görüşü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hayır asla. Aslında şunu söyleyeyim; Dünkü o laikçilik uygulamaları, bugünkü manzarayı tabloyu çıkaran şeyler. 28 Şubat rahminde döllendi bugünün tırnak içinde “İslamcı iktidarı” muhafazakar iktidarı. Onun ekmeğimi yiyorlar. Farkında mısınız başörtüsü, mağduriyetten nasıl başörtüsü mağduriyeti çıkar. Patlayan lağımları görmüyor musunuz?
Ciddi bir entelektüel birikim olsaydı mesela, Necip Fazıl değil de başka birilerinin şapkası altından çıkılsaydı belki bir tane 28 Şubat değil, 10 tane 28 Şubat’ta yaşansaydı, böyle bir iktidar tablosu ortaya çıkarmıydı?
Harika bir yere getirdin Elif. Yani neden bu memlekette alimlerin yerini şairler aldı? Neydi problem, yani hoş, alim dediklerinizde, biraz önce isim söylediniz. O da bir geleneğin devamı nihayetinde. Kendisinden, unutmayın toplumlar yöneticilerin dini üzerindedirler. Toplumların dini yöneticilerin dinidir. Niye şark Müslüman şarkta aslında yönetici Allah’ın yeryüzündeki gölgesi zanneder kendisini. Evet! Şimdi yerde yürüyen ilah gibi görünür görülmek ister. Bu halen mi böyledir? halen böyledir. Dolayısıyla niye garibinize gidiyor ki. Şimdi siz benim reayamsınız, ben sizin çobanınızım dedikten sonra iş bitmiştir. Düşünün Kur’an’da bir ayet var ya, Bakara suresinin 104. Ayeti. Peygambere çobanımız demeyin diyorlar. Niye? Peygamber çoban değil. Sizde sürü değilsiniz, koyun sürüsü değilsiniz. Şimdi aslında ana metnininiz meseleyi ta o günden halletmiş, ilkeyi koymuş ama siz dönüp bakmamışsınız bile arkasını dolanmışsınız. Onun içinde alternatif bir din getirmişsiniz, yani cahiliyenin dinini sarmışsınız, üstüne de hadis yazmışsınız, tasavvuf yazmışsınız, fıkıh yazmışsınız kelam yazmışsınız, İslam diye yutturuyorsunuz satıyorsunuz. Bu yani pazardaki 30 liraya aldığınız Levi’sın, Levi’s olduğunu zannettiğiniz veya zanneden adam gibi böyle bir şey yani. Dolayısıyla sahtesi. Yani bu anlamda neden şairler bu ayrı bir konudur, çok önemli bir konudur. Neden Necip Fazıl mesela, neden Sezai Karakoç yani İsmet Özel ‘e niye allameyi cihan feridi zaman olarak bakıp da fetva sorar insanlar düşünebiliyor musun? İsmet abinin kendisi şikâyet ediyordu bundan. Buna fetva soruyorlarmış da. Sorarlar ya. Bu memlekette aslında insanların kıymet hükümleri ne kadar altyapıya dayanıyor ki? Yani insanların kıymet hükümlerinin değeri nedir, kıymeti nedir mesela? İnsanların ellerindeki metreler ve kilolar belediye İktisat Müdürlüğündeki aşınmamış metre ile ve kilo oluyor. Kilo ile ölçüsüyle tartılsa ne çıkardı. Çoğu elinde 85 santim taşıyor, bunu 1 metre diye satıyor, çoğu elinde 950 gram taşıyor, bunu 1 kilo diye satıyor Dolayısıyla ölçüleri bozulmuş ölçü bozuk. Bu anlamda bu memleketteki dindarlık aslında, romantiktir. Romantik bu romantizmin yani romantizmin yararlı bir şey olduğunu düşünenlerdenim ama dozu ayarlanmak şartıyla. Fakat romantizm din olunca, yani aldatılma nesnesine dönüşünce, romantizmle aldanmaya yatkın olunca aslında bu bir ayuşka, bu bir uyuşturucu etkisi yapıyor. Yani diyenti etkisi yapıyor. Daymentiktriptamin etkisi. Palio Galantin final bezinin böyle bir ürettiği bir şey var, hormon var. Düşünün bu hormonun günümüz dindarlığında ki tüm mistik yönelimlerin aslında bu hormona dayandığını Nerobiyologlar tespit ettiler.
Hangi hormona dayanması lazım?
İlginç yok. Sadece bu değil efendim, dopamina dayalı dindarlıklar var, zevk hormonuna. Adam mesela adam, Bir Allah diyor etraf yıkılıyor. Zaten efenim iki şişe atınca öyle der veya hatta altın vuruşu yapınca böyle yapar. Dolayısıyla dopamin dindarlığı da var, oksitosin dindarlığı da var.
Sizin dindarlığınız hangisi?
Serotonin dindarlığıdır, mutluluk dindarlığı. Mutluluk hormonu şöyle bir hormondur; Vurdukça bir üstünü istemez, yani alınca serotonin salgılamaz, verince sevindirince salgılar. Sevinince salgılamaz, sevince salgıladığı dopamindir. Bu ilginç bir alandır. Dindarlıkların nörobiyolojisi bunun üzerine çalışılmış, ya öyle makaleler yazılmış ki bayıldım bayıldım yani adamlar dindarlıkları tasnif etmişler bunun üzerinden. Onun için diyor ki, şu dindarlık çeşidi sahibine diyor, bu hormonu salgıladığı için buradan uyuşturucu almış doz almış zevki alıyor diyor. Bizde obsesif-kompülsif bir dindarlık var. Nerotik bir dindarlık var. Görmüyor musunuz, farkında değil misiniz? Adam Bismillahirrahmanirrahim diyor, kelle kesiyor. Okuduğu ayettir ayetin içinde iki tane isim vardır Allah’ın esmasından, Rahman Rahim. Hiç düşünmeden Rahman Rahim diyerek kelle kesilir mi? Üstelik kellesi kesilende Bismillahirrahmanirrahim eşhedü enla ilahe illallah yani bura ilginç.
Peki bu hükümdarların devlet başkanlarının siyasetçilerin iktidarları hangi sınıfa giriyor?
Hayır efendim, onların dini güçtür. Onlar kullanırlar kullanışlı ahmaklar bulurlar, kullanırlar. Onları motive eden, güçtür, gücünde nörobiyolojisi vardır. Güçte ise korkunç bir uyuşturucu etkisi vardır.
Şimdi 20 yıllık AK Parti iktidarında mutlak surette sadece dezavantajları değil. Ben şeyde düşünüyorum mesela hani bir aydınlanma dindar kesimin kendisini bir çek etme, muhasebe etme kendisi ile yüzleşmeme olanağını sağladığını ve sağlayacağını düşünüyorum yanılıyor olabilir miyim?
Ben çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Ne olmamamız ve ne yapmamamız gerek, içimizdeki canavarı gördüm.
Hep bir heves bir şey kalacaktı dindarlarda…
Çok yararlı oldu aynen. Manzarayı gördük. İçimizde saklı olan dışımıza çıktı, gördük, çok iyi oldu. Yoksa ben böyle nasıl konuşurum. Şu geldiğim noktaya nasıl gelirdim, yalanı nasıl görürdüm. Yani kendimi inandırdığım bir yalandı bu. Onun için yalanı görmüş olmamız bile bir kazanımdır diye düşünüyorum. Tabii bunun maliyeti çok ağır…
Daha da ağır olabilir mi?
Dibi görmedik. Daha da ağırlaşacak. Çünkü bu öyle bir bela ki dibi görmeden durmaz, durdurulamaz. Yani çünkü akli fren sistemleri iflas etmiştir. Yani her trende bir İmdat freni vardır değil mi? Bu trenin İmdat freni yoktur. Maalesef üzülüyorum ama böyledir. Çok zayiat olacak.
Yani ona nasıl bakıyorsunuz onu merak etmiştim. Ben de yani mevcut duruma bir de sadece dünya konjonktürü açısından da öyle İşid diye bir şey var. Bir taraftan işte Türkiye’de bir şey darbe yapmaya çalıştı bir dini cemaat. Yani bir sürü kötü örnek. Bakıldığı zaman işe zaten iktidarlarla ilgili eleştiriler var. Özellikle gençler arasında işte deizmin ateizmin yükseldiği söyleniyor. Belki iktidar değişirse daha fazla şeyler ortaya çıkacak ve bu belki çok daha fazla insanları şey yapacak soğutacak. Bir de çok fazla siyaset de din de iç içe geçtiği için siyaset teki herhangi bir şey dine de mal ediliyor. İnsanlar dine de o puanı veriyorlar, siyasete verdikleri puanı. Bu sizi endişelendiriyor mu? Yani bu gençlerin meyletmesi yoksa bu bir aydınlanma öncesi bir şey olarak görüyorsunuz Siz bunu?
Ben olumlu bir gelişme olarak görüyorum söyledim bunu. Bu önemli bir gelişme, zira ondan evvelki inanıyormuş gibi yapma olayı aslında felaketti. Bir zombi ile karşı karşıyasınız bir fake ile karşı karşıyasınız gibi yapan biriyle karşı karşıyasınız, inanmıyor, hiçbir şey yok aslında. Ne Allah’ı ne kitabı ne peygamberi ne dini ne imanı ama Allah’ı da dini de imanı da her türlü, yani çaya çorbaya limon gibi sıkan bir tip düşünün. Bu kime yarar kime zarar. Dolayısıyla bu bir kazanım, sorgulamadır. Yani sorgulayan bir akıl en büyük kazanımdır. Gerçek iyidir, gerçek acıtıcı olsa da iyidir gerçeğin acısı acıların en tatlısıdır bu anlamda. Onun için bence gerçeği görmüş olmanın bedeli varsa bu bedeli ödeyelim derim. Ağırsa olsun çünkü sonsuza kadar uyuyamayız. Çünkü uyku ne kadar derinse, uyandırmanın sarsıntısı da o kadar büyük olmalı. Şok etmeliyiz şoke etmeliyiz uyandırmak için. Şu an şok durumu yaşıyoruz çok ağır yani. Ben kendi adıma tövbe etmeye çalışıyorum. Yani benim tövbem fiili oluyor yani. Tabi yani dün hata ettiğimiz noktaları tespit ediyorum, kendimi sorguluyorum, fikirlerimi sorguluyorum, fikirlerimin kölesi değilim, efendisiyim ve yanlış olanları düzelttiğim an doğrusunu gördüğüme inandığım an onu hiçbir koşul şey yapmaksızın doğrudan ulaştırabileceğim herkese de ulaştırıyorum her araçla. Bu benim tövbem, tövbe böyledir, tövbe.
En çok pişman olduğunuz şey ne oldu sorayım?
Bir dönemimi İslamcı olarak geçirmek.
Hangi dönemler?
Belli belli 90’lı 80’li hatta 70’li. Şimdi ben kökten geliyorum. Evet Milli Türk talebe Birliği, Akıncılar vesaire yani. İsmini vermeyeyim bir dostla Türkiye’nin düşünce dünyasına çok hatırı sayılır katkılarda bulunan bulunmuş halen de bir dostla dertleştik öyle. Neyse ayrılıyoruz, kucaklaştık, O da dokunsam ağlayacak Bende. Öyle doluyuz yani. Gerçi 84 milyonun herhalde sırtını sıvazlasak hüngür hüngür gideriz. Kulağına bir şey söyledim “Bir çürük ipliğe Hülya dizmişiz” dedim.
Biraz hepimizin durumu böyle galiba. Yani Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun siyasete 45 yıl kitabı da Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir yüzleşmesi kendi içinde, kendisini muhasebe etmesi, geldiği nokta. Allah sonumuzu hayır getirsin. Böyle zaman ben zaten son günlerde çok böyle hani ağlak birisi oldum. Her şeye böyle yapıyorum yine de iyi oldu hocam yani bu, bu iktidar dönemi olmasaydı kendimizi çek edemezdik.
Yani oldu da millet için iyi oldu mu?
Belki de muhafazakâr kesime muhalefet iyi gelir?
İktidarın iyi gelmediği kesin.
Çok büyük hayal kırıklıkları var. Çok büyük utanç. Bu dönem mesela çok saygı duyduğum isimler kitaplarını okudum, yani peşinden koştuğumuz. Bakıyorum, bu dönemde yapamıyorum. Tabii içimde büyük fırtınalar koptu benim de. Fakat zaman içerisinde alışıyorsunuz ve şaşırmaya başlıyorsunuz herhalde. En kötüsü de bu olsa gerek düşünmüyorsunuz artık yani filanca dönemde de çok saygın çok itibarlı dediğimiz bildiğimiz kişilerin.
Kişi sınanmadığı günahın masumu değildir.
Çok teşekkürler hocam çok sağ olun geldiğiniz için çok güzel oldu yine böyle ağırlamak isteriz büyük bir memnuniyetle.
Bir istihareye yatıyım 7 günde. Bu, işin şakasıydı. İnşallah. Şöyle o zaman sizden de şöyle iyi bir çalışma bekleyeyim yani iyi bir çalışın, ben geleyim, ama dersinize.
Hangi derse?
Köklere…


