GenelYazarlardanYazılar

“Beni sizden soracaklar”

Shakespeare Kral Lear aracılığıyla insanın varoluşunu ve içinde kaynayan kazanları deşerken ona şöyle söyletiyordu : “Biri bana kim olduğumu açıklasın.”

Kim olduğumuz ve kimle olduğumuzla başlıyor hayat. Bir din seçmekle yol ediniyoruz yolda olarak. Bu yolda yürümek yayılmaktan ibaret. Bilginin yayılması da ibadet.

“Benim için hakiki olan bir hakikat bulmalıyım. Yaşayıp uğruna ölmek isteyeceğim bir fikir.”

Diyor felsefede varoluşçuluğun babası denilen Soren.

Oysa bizim yaşayıp uğrunda öleceğimiz bir hakikatimiz, bir yolumuz var. İslam diye yazılan Müslüman diye yaşanan bir gerçeklik. Hayatımızın her anını kapsayan bizi bize tanıtan bir gerçeklik. İçinde sorumluluklarımızın olduğu bir hakikat.

Zaten Müslüman imkânı nispetiyle çevresinden mesuldür. Sorumluluklarımız bizim kimliğimiz oluyor kimi zaman. Hayattaki var oluşumuz.

Yaşayıp uğrunda can vereceğimiz bir davamız var ve buna her seferinde davet diyoruz. Hemen bir örnekle açılayacağım. Nouman Ali Khan hepimizin iyi tanıdığı Pakistan asıllı bir vaiz bir youtuber(kendisine yüksek sıfatlar kullanmayı sevmeyen biri). Asr suresini tefsir ediyor ve bir gece vakti denizin derinliklerinde yatağımıza bağlı bir şekilde uyuduğumuzu ancak uyanıp kurtulmaya çalışırken en sevmediğimiz kuzenimizin de bize bağlı olduğu onu kurtarırsak ancak bizimde kurtulabileceğimizi anlatıyor.

Evet, işin özü bize  “ve tevasav bil hakkı ve tevasav bis sabr”  “ birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenleri” öyle güzel anlatıyor ki. İşte bu davettir. Davet, bizim içinde bulunduğumuz hayattır. Davetin her an her yerde olacak kadar olağan olması gibi. Yıllar sonra tekrar Montaigne nin denemelerinde şu sözü daha iyi anladım “ hasta olduğun için ölmüyorsun, canlı olduğun için ölüyorsun” evet ölüm bu kadar olağan bir şey pek tabi davette böyle.  Sonuçta hepimiz ölecek ve tebliğ edecek yaştayız. (bunu bir dergi akımından esinlendim.)

İspatlarla olağan olmak başlıklı şeyler dillendirmek isterim. Ancak şuan başka ispatlarım var.

Gençliğin rutinliğine ne demeli. Oysa ortada bir arayış var. Doğru bilinen yanlışlara ya da toplum genelinin ahlaki kuramlarından başka hiçbir şeyden çekinmeme özelliğine karşı çıkmaya. Hayır, bu biz değiliz. Bizim daha çok işin içinde özünde olmamız gerekir.

Bu durum üzerinde, yazılar yazılan, içinde çokça kelam edilen bir muhabbettir. Bu rehavetimizden kurtulmalıyız. Ertelememeliyiz. Ertelemek İsraildir.

Sayın iç işleri bakanlığı, içimiz el vermiyor bu hallere.

Müminlerin boş kuruntulardan kendilerini kurtararak, iman ve amellerini arındırarak Kuranın önerdiği temel mantığa ve bilim anlayışına yönelmelidirler.  Müslümanlar ezberci mantıkla değil olayların arkasındaki mantığı kavrayarak hareketlerine yön vermelidir. O halde yapmamız gereken önemsemektir.

Elimizden tutan bir farkındalığa ihtiyacımız var. Yaptığımızın, okuduğumuzun kalıcılığına ihtiyacımız var. Bize sorulanlara cevap verme zorunluluğumuz var.

Peygamberin veda hutbesinde

Ey İnsanlar! Yarın Beni sizden soracaklar. Ne dersiniz? Peygamberlik görevimi yeri­ne getirdim mi? Vazifemi yaptım mı? demesi gibi.

(Orada bulunanlar, ‘evet yemin ederiz ki, tebliğ ettin, bize tavsiyelerde ve öğütlerde bulundun, böylece şehadet ederiz’ dediler).

-Şahit ol ya Rab, şahit ol ya Rab, şahit ol ya Rab…

Belki o ana değil ancak çok şeye şahitliğimiz var.

Ali AYÇİL’in mısralarında geçtiği gibi

efendim,

içimiz karmakarışık,

hangi günahın, hangi ağrımıza daha iyi geleceğini yazan reçeteler tutuşturuluyor elimize.
artık yalnızlık nedir çok iyi biliyoruz.
ama yine de içimizde mahcup bir yer var.
içimizde bir yer,
senden bahsedilince, bir çocuk gibi başlıyor kıpraşmaya.
o yer aşkına!”

 

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir