GenelYazarlardanYazılar

Bütünlüğünden Koparılan Hakikat ve Sonuçları

Hakikat, sözlükte “gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek” gibi anlamlara gelen ḥaḳḳ kökünden türetilmiştir.

Râgıb el-İsfahânî, hakikatin başlıca anlamlarını “gerçek (sabit) ve var olan şey, doğru inanç, riyadan arınmış amel ve tam olarak maksada uygun düşen söz, ebedî olması dolayısıyla asıl gerçek hayat kabul edilmesi gereken âhiret (fıkıh ve kelâmda), bir dilde asıl olarak hangi anlam için konulmuşsa o anlamı ifade etmek üzere kullanılan lafız” şeklinde sıralamıştır (el-Müfredât)

Bütünlük ise parçaları birbirine bağlı olan birliği ifade eder. Bütünün niteliği demektir. Evrendeki her şey, çeşitli biçimlerle birbirine bağlı bir bütündür.

Hakikatin bütünlüğü, doğru ve sabit olan bir gerçekliğin kendi içinde oluşturduğu birliğin adıdır. Kur’an literatüründe hakikatin bütünlüğünü karşılayacak en kuşatıcı kavram kuşkusuz “Tevhid” kavramıdır.

Sözlükte “tek ve bir olmak” anlamındaki vahd (vahdet, vühûd) kökünden türeyen tevhîd “bir şeyin bir ve tek olduğunu kabul etmek, ‘Bir’ olanı tanımak ” demektir.

‘Tevhid’, hem inanç açısından, Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ‘bir’lemek, hem de ibadeti yalnızca Allah’a mahsus kılmaktır.

Kavram olarak ‘tevhid’, kısaca mutlak anlamda Allah’ın bir olduğunu bilmeyi, O’ndan başka ilâh bulunmadığına, ortağı ve benzeri olmaktan uzak bulunduğuna inanmayı ifade eder.

Bu tanıma, O’ndan başka ilaha ibadet etmemek, O’ndan peygamberler ve ilahî kitaplar aracılığıyla gelen gerçekleri kabul edip pratize etmek anlamı da dâhildir. Tevhid inancı, hayatın merkezine bir Allah’ı koymadır.

İslami dünya görüşü Tevhid ilkesiyle ilk önce hakikati ‘Allah’a iman’ üzerine temellendirerek hakikatin kaynağını ortaya koyar. Diğer bütün hakikat parçaları bu ilke üzerine şekillenerek, bir anlam kazanır. Çünkü Allah mutlak hakikatin ta kendisidir. Allah’tan koparılmış her parça bütünle ilişkisini kaybeder ve anlamsızlaşır. İnsanlığın evrenle buluştuğu ilk günden beri hakikat elçileri insana hakikati korumanın önemini, yani Tevhidi anlatarak bütünlüğü parçalamanın acı sonuçlarını hatırlatmışlardır.

“KENDİ BÜTÜNLÜĞÜNDEN KOPARILAN HAKİKAT YOZLAŞIR, ANLAMSIZLAŞIR VE ÖLÜR.”

Tevhid  mücadelesi, bütünlüğün korunmasının mücadelesidir, dense yeridir. Tevhid ilkesi bize Allah’ın hem varlığında, hem sıfatlarında, hem de fiillerinde bir bütün olduğunu, bu bütünlüğü korumanın vahyin kırmızı çizgisi olduğunu sık sık hatırlatır ve bu bütünlüğü bozmaya da şirk der. Şirki de en büyük zulüm olarak tanımlar. Çünkü şirk, hakikati parçalayıp bütünlüğünden koparmanın adıdır. Allah bütün günahları affetse de şirki asla affetmeyeceğini söyleyerek bütünlüğü korumanın önemini bize hatırlatmıştır. İslam’ı tüm dünya görüşlerinden ayıran temel husus hakikatin bütünlüğüne verdiği önemdir diyebiliriz. Dinler ve düşünceler tarihi bize göstermektedir ki tüm sistemler hakikati parçalayarak tanımaya, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmışlar, bu da onların hakikatten uzaklaşmalarına sebep olmuştur. İslam ise daha ilk günden başlayarak insanın, hayatın ve eşyanın ancak Tevhid’le anlam ve değer kazanacağını bize öğretmiştir.

İnsan türünün bütünlüğünü parçaladığı ilk hakikat ‘Allah’ olmuştur. İnsanoğlu, tarihin ilk zamanlarından bugüne kadar kendi zan ve vehimlerini hakikat sanarak hakikatin sadece bir boyutuna Tanrısal vasıflar addederek kendine inançlar oluşturmuş; yeri gelmiş O’nu yok saymış, yeri gelmiş O’na ortaklar yakıştırmış, yer gelmiş O’nun rollerini çalarak ilahlık ve rablik iddiasında bulunmuş. Oluşturduğu bu Allah tasavvuru ile de insanlığa sadece acılar yaşatmıştır. Allah tasavvuru bozuk olanın hangi tasavvuru doğru kalabilir ki? Vahyin diliyle öğreniyoruz ki, Hakikat Elçilerinin hepsi, önce insanlarının zihinlerindeki parçalanmış/ bozulmuş Allah tasavvurunu değiştirmek ve Tevhid düşüncesini yerleştirmek için mücadele etmişlerdir. Neden? Çünkü Allah’ı razı etmenin ve doğru bir hayat kurmanın yolu buradan geçiyor. Bir mü’minin  Allah tasavvuru Allah’ın Kitabı’nda bize öğrettiği şekliyle olmak zorundadır. Cahiliye sistemlerinin ortaya koyduğu Allah algısı bir mü’minin itibar edeceği anlayış olamaz. Mü’minler bütün hakikat unsurlarını Tevhid ilkesinin belirlediği gerçeklik üzerinden tanımlar. Bu da onun insan, hayat, eşya ve kainat/evren tasavvurunu belirler. Çünkü Mü’minlerin  insan, hayat, eşya ve kainat/evren tasavvuru Allah tasavvurundan asla bağımsız değildir.

Allah hakikatine parçacı yaklaşan zihniyet O’nun yarattığı hakikatlere de parçacı yaklaşarak hakikatin doğru anlaşılmasının önüne büyük bir engel koymuştur. Adeta hastalık halini alan bu parçacı yaklaşım dünya coğrafyasını kuşatmış durumdadır.

Bütünlüğünden koparılmış bir hakikat de ‘insan’dır. Bu da insanın insana yaptığı büyük bir zulümdür. Halbuki insan ancak kendi bütünlüğü içinde insandır. İnsan tüm özellikleriyle birlikte ahenkli bir bütündür.  İnsanı parçalamak onu bozmaktır. İnsan bozulduğunda her şey bozulur. İnancı,duyguları, düşünceleri, toplumsal yaşamı,  hayalleri, aklı, kalbi, bedeni…ile bir bütündür o. Onu bu bütünlük içinde anlamak ve anlamlandırmak zorundayız. Tarihi gerçeklik bize öğretiyor ki, İslam dışındaki bütün sistemler insanın bir boyutu üzerinde yoğunlaşmış, öne çıkardıkları boyut üzerinden insanı tanımaya/tanıtmaya çalışmışlardır. Bu da tarihte farklı farklı felsefi ve mistik anlayışta akımların oluşmasına yol açmıştır. İslam düşüncesi böyle parçacı yaklaşımlara asla pirim vermez. Vahyin insan tasavvuru bütüncüldür . Tüm  parçalar bütünü anlamlandırmak içindir ve bu parçalar ancak bütünlük içinde anlam kazanır.

Doğu Medeniyetinde insan daha ziyade mistik/içsel boyutuyla öne çıkarken Batı Medeniyetinde ise insanın aklı ve duyularıyla öne çıktığını görüyoruz. Bu durum insanın bütüncül hakikatinin parçalanmışlığından başka bir şey değildir. İnsanın aklını işlevsizleştiren Doğu’da, duygularını/kalbini işlevsizleştiren Batı’da insana yazık etmiştir, ona kıymıştır. İslam ise insana adil davranarak onu kendi bütünlüğü içinde anlamlandırmıştır. Vahiy insanın aklını ve düşüncesini konu edinirken bedenini ve duygularını da konu edinmiştir. Bizlerin/Mü’minlerin asıl yapması gereken şey hiçbir komplekse girmeden vahyin insan gerçekliğini anlamak ve kavramaktır. İnsanlığın parçacı yaklaşımlardan yorulduğunu ve insanın ancak vahyin hakikatiyle yeniden hayat bulacağını örneklikle ortaya koymaktır.

Hayat, bütün organlarıyla bir bütündür ve bu hayatın merkezinde ise insan vardır. Hayat, hem madde hem de mana boyutuyla bütünlük içinde ele alındığında ve yaşandığında anlamlıdır. Hayatı sadece maddi planda ele almak, insanı ‘şey’leştirmekten başka bir şey değildir. Buna karşın hayatta maddi olanı yok saymak da bir o kadar tehlikelidir. Hayat, madde ve mana bütünlüğü içinde anlamlıdır. Hayatını yalnızca maddi ihtiyaçların giderilmesine adamış bireyler ve toplumlar içsel kaos yaşamaya mahkumdur. Bizler bugün toplum olarak maddi olanın lehine kurguladığımız/oluşturduğumuz hayatın acı faturasını maalesef ödüyoruz. Hayatı anlamlı kılan, kendi bütünlüğü içinde yaşanmasıdır. Hayat, bütün yüzleriyle, yani inancıyla, toplumsal ilişkileriyle, siyasetiyle, ibadetiyle, ekonomisiyle, bilimsel tekniğiyle, eğitim ve hukukiyle bir bütündür. Örneğin, ibadetini siyasetten ayırırsanız ortaya bir yalan makinesi çıkarırsınız.

Bunları birbirinden ayırmak hayatı işlevsizleştirmek ve anlamsızlaştırmaktır.

İslam’ın ön gördüğü hayat anlayışında hayat parçalarla anlamlı bir bütünü oluşturur. Bu bütünün mutlak öznesi Allah’tır. Dolayısıyla Mü’min şahsiyet olgu ve olaylara bu bütünlük içinde bakar ve bütünü görür. Vahyin inşa ettiği insan hayatı oluşturan hiçbir unsuru birbirinden ayırarak ele almaz.

Bütünlüğünden koparılan hakikat ne gibi sonuçlar meydana getirir?

“Ve bu yapmacık sözlerinden sonra, günlük yaşantısına dönüp gidince, hele bir de yönetimi ele geçirince, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Bencillik ve açgözlülüğü yüzünden, tabiatı bozacak, sağlıklı ve erdemli bir neslin yetişmesini önleyecek, verimli bir üretimi ve âdil paylaşımı baltalayacak eylemlerde bulunur. Oysa Allah, bozguncuları sevmez.”(2/205)

“Kur’an ışığından yüz çeviren insanlığın kendi eliyle yaptığı kötülükler yüzünden, hem toplumsal, hem de doğal denge bozularak, karada ve denizde haksızlık, adâletsizlik, kan, gözyaşı, dünya savaşları, nükleer felâketler, aşırı silahlanma, çevre kirlenmesi, uyuşturucu, alkol, cinsel sapıklıklar, terör ve anarşi gibi her türden fesat ve bozgunculuk ortaya çıktı. İşte Allah, yaptıklarının bir kısmını onlara daha bu dünyada böylece tattırıyor ki, bu gidişin yanlış olduğunu anlayıp yeniden Kur’an’a dönsünler.”(30/41)  

 “Ey zâlimler! Başınıza gelen her felâket, kendi ellerinizle yaptığınız zulüm ve haksızlıklar yüzündendir. Bununla birlikte Allah, işlediğiniz günahların birçoğunu affeder.”-Meallendirme Mahmut Kısa’nın mealine göre yapılmıştır.-

Yukarıdaki ayetler aslında bize parçalanmış bütünlüğün ortaya çıkaracağı sonuçları açıkça ortaya koyuyor. Bizler de insanlık olarak bu acı sonuçları hep birlikte yaşıyoruz. Bu bütünlüğü bozan kim? Elbette insan! İnsan, kendi eliyle bozduğu düzenin ağır faturasını yine kendi kendine ödetiyor. Sünnetullah kendi mecrasında ilerliyor. İrade sahibi bir varlık olan insan yanlış tercihinin sonucunu fiili olarak yaşıyor. Kendini çok akıllı gören insan akletmeyince hem karada hem de denizde bozgunculuk ortaya çıkıyor. Akletmemenin ve Allah’sız bir hayat tasavvurunun neticesini hem birey hem de toplum olarak tadıyoruz. Eken, ektiğini biçer ve tadar.

İnsanlık çok büyük ve ağır sorunlar yaşıyor. Yaşanılan bu sorunların temelinde hakikatin kendi bütünlüğünden koparılmış olması yatıyor. Çünkü, kendi bütünlüğünden koparılan her şey anlamsızlaşır. Anlamsızlaşan şey insanı hakikate karşı körleştirir. Körleşen kalp ve akıl ise hakikati gereği gibi idrak edemez.

Müminlerin yapması gereken hakikati bütünlüğünden koparmadan okumak, anlamak ve anlamlandırmaktır. Yeryüzündeki şahitliğimizi ancak bu şekilde ortaya koyabiliriz.

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı