Davranışlarımız ve Bozukluklar
Evet hülasa olarak demek istiyoruz ki Müslümanlar tavırlarını mutlaka ve her gün gözden geçirmelidirler. Bunların İslâm ile uyum halinde olmalarının sağlamalarını yapmalıdırlar. Çelişik görünenleri kontrol etmeli ve yanlışlarını tashih etmelidirler. Böyle yapanlar felaha (kurtuluşa) ereceklerdir. Rabbimiz böyle buyurmaktadır. Diyoruz ki hevanızdan hareket etmeyiniz.
Ercümend Özkan inanmak ve Yaşamak/374
Davranışlar düşüncenin iş (amel) haline dönüşmüş şeklidir bildiğimiz gibi. Davranış haline gelmeden önce onlar düşünce olarak insanlarda bulunmaktadır. Düşüncelerin ise kökende belirli bir dünya görüşünden üreyen düşünceler olması, düşünceler arasındaki bütünlüğü, aynı kökten oluşu sağlayan temel faktördür. Böyle olması halinde düşüncelerin aynı cinsten, aynı esas düşünceden kaynaklanan düşünceler olması sağlanmış ve tabiidir ki bu düşüncelerin birbirleriyle uyumu da sağlanmış olur.
Hayatın her alanına ait düşünceler esas düşünceye nispetle ikinci derecededir. Bu ikinci derecede oluş önemsizliğe değil, belki esas düşünceye uygunlukları ya da ters düşmeleri halinde ortaya çıkaracakları sonuçlar açısından birinci derecede önemi haiz oluşa işaret etmektedir. Tıpkı uzuvların aslı teşkil eden bedene uygunluğu gibi bir uygunluktan söz ediyoruz. Nasıl ki böbrekten mideye, kalpten ciğerlere ve diğerlerine kadar bütün uzuvlar ait oldukları bedenin -örneğin insan bedeninin- özelliklerine uygun olmaları nispetinde verimli bir sonuç alınır ve esas olan (beden)la uyum sağlanırsa düşüncelerin de esas düşünceye uygun olması, bütünü tamamlayan ve ona hayat veren bir sonuç doğuracaktır.
Davranışlar kaynağını düşünceden aldıklarına göre, düşüncede bir insicam (tutarlılık) sağlanmadan davranışlarda bu bütünlüğe ulaşmak mümkün olamayacaktır. Düşüncenin esasını iyi (gereği gibi) kavramak, ona dayalı ikinci derecedeki düşüncelerin de esas düşünceye uygunluğunu sağlamada vazgeçilmez bir zorunluluktur. Tali görünen düşüncelerin esas düşünceye aykırılığının ana sebebini esas düşüncenin gereğince anlaşılmamış bulunması teşkil eder.
Esas düşünce gereğince kavrandıktan sonradır ki ona aykırı düşünce doğuşu azalacak ve herşeye rağmen çıkacaksa da asıl düşünce ile sağlaması yapıldığında çarpıklık hemen göze çarpacak ve düzeltilmesi kolaylaşacaktır. Bu ameliyenin kolay yapılabilmesi ve olumlu sonuçlar verebilmesi yine de esas düşüncenin gereğince kavranmış olmasıyla mümkündür.
İnsan davranışlarındaki uyumluluk esas düşüncenin gereğince kavranmasına bağlıdır demiş ve tersliklerin tespitinin de buna bağlı olduğunu belirtmiştik.
Şimdi İslâm Dünya Görüşü’nü esasta kabul etmiş eşyanın gerçeğine ve insanın fıtratına uygunluğu konusunda emin olmuş bulunan bir Müslümanın davranışları üzerinde durmak ve İslâm akidesi (esas dünya görüşü)’ne uygunluğu veya ayrılığını incelemek istiyoruz. Kabul edilir ki öncelikle yapılacak şey İslâm Akidesinin ortaya koyduğu temel düşünceleri, değer yargılarını anlaşılır şekilde ve tümüyle ortaya koyabilmek gerekmektedir. Ölçü ne nispette tanınır ve bilinirse ölçüye uyup uymama da o nispette kolay tanınabilir; uyum veya uyumsuzluk o nispette kolay tespit olunur.
İslâm’ın ortaya koyduğu en büyük ve anlaşılır gerçek odur ki Yaratan bir (tek) Allah vardır. Her şeyi O yaratmıştır. Kimseye ihtiyacı yoktur. Eşi ve yardımcısı da bulunmamaktadır. Kendine has vasıf (sıfat)’ları vardır. Kudreti öylesine sonsuzdur, öylesine kâdirdir ki O’nun dışındakilerin kudretlerinin toplamını O’nun kudretine katsanız bir şey katmış olmazsınız O’nun kudretine. Her şeyi bilen ve yerli yerince yaratan da O’dur. O’nun yaratıcılığı Yoktan var etmedir; O “0l! der” ve olur her şey. Yarattıklarına bir takım özellikler vermiş ve yaratılanlar bu özellikleriyle işlevlerini sürdürmektedirler. Buna eşyanın tabiâtı veya sünnetullah diyoruz.
Kendisinden önce bulunmadığı gibi, sonra da kimse veya hiçbir şey olmayacak, her şey varlığını Kendisine borçlu bulunacaktır. Kimseye hesap vermesi söz konusu bulunmadığından dilediği gibi tasarrufta bulunmakta, dilediğini yaratmış bulunmaktadır.
İnsanı da yaratan O’dur. Ona aklı veren ve diğer yarattıklarından üstün ve farklı kılan da Kendisi’dir. Niçin yarattığını da açıklayan yine O’dur ve “İnsi (İnsanı) ve Cinni (Cinleri) bize kulluk etsinler diye yaratan Allah’tır” buyuran da yine kendisidir.
Kendisi’ne nasıl kulluk edilmesi gerektiğini de taa başından beri insanların içinden seçerek gönderdiği Peygamberleri vasıtasıyla duyuran da yine O’dur. Adem (a.s.) ile başlayıp Muhammed (s.a.) ile son bulduğu bildirilen peygamberlerin tümü O’na kulluk edilmesi talimatıyla gönderilen İslâm Peygamberleridir.
Ezcümle insan Allah’ın kuludur. O’nun talimâtına teslim olmak (İslâm olmak)’la yükümlüdür. Kendisine bu dünyadaki ömrü kadar süre (mehil) verilen insan gösterilen kulluk yolu’nda yürürse vasıl olacağı sonuç emrini dinlediğinin rızasına ve cennete kavuşacak, dinlemez ve hevasına uyarsa Rabbi ondan razı olmayacak ve cehenneme konulacaktır. Ölümden sonraki hayat önceki gibi süreli (geçici) olmayıp ebedidir.
Yukarıda belki pek özet halde vermeye çalıştığımız İslâm akidesi (Esas düşüncesi)’ne sahip bulunduğunu bildiğimiz bir kimsenin davranışları bu açıklanan esaslara dayanacak, ondan kaynaklanacaktır. Her ne yaparsa Kulluk etmekle mükellef bulunduğunun rızasını kazanmak için yapacaktır. Men ettiklerinden uzak dururken de, emrettiklerini yaparken de aynı amacın gerçekleştiricisi olacaktır. İnanırken de, amel ederken de Kulu bulunduğunu razı etmek kendisi için belirtilen amaçtır ve bu amacı gerçekleştirmekle yükümlüdür. Gazabından kaçmak ile rızasına talip olmak birbirini tamamlayan tek bir amacın belki iki yüzüdür: Kulluk gerçeğinin iki yüzü…
Müslüman içinde bulunduğu ortam ne olursa olsun, hangi şartlar içinde bulunursa bulunsun kulluğunun sonucu olan Allah’ı razı etme emeline kendisini götürücü işleri yapmak zorundadır. İyi halinde, kötü halinde, neş’eli veya kederli halinde, ferah veya sıkıntılı zamanında insanlarla ilişkilerinde, komşu hukukundan, devlet hukukuna her tür ilişkisinde mutlaka bu sonucu gözetmek zorundadır. Aynı hedeften, hem küfür hükümleri altında yaşıyorken ve hem de Dâr-ı İslâm’da yaşıyorken şaşmamak zorundadır. Zira sevap her zaman ve ortamda kazanılır ve kazanılmasına muhtacızdır. Dâr-ı Harbten Dar-üs-Sulh’a, Dâr-ül Küfr’den Dâr-ül Ridde’ye kadar her ortamda bir Müslüman Allah’ın kuludur ve bunu unutmamak durumundadır. Kendisine hangi şartlarda hangi konularda ne türden izin verildiği ise yine Sâri’ tarafından bildirilmiştir. İzinli olduğu zaman da kendisine izin verenin verdiği kadar ve izni verilen yerde kullanmak durumundadır.. Örneğin seferiliğin dışında namazları kasredemez. Harb ediyor olsa bile harb etmeyen düşman tarafı çoluk-çocuğunu öldüremez. Ekinlerini, ağaçlarını yakamaz. Zira düşmana karşı iken de Allah’ın kuludur ve bunu unutmamak durumundadır.
Fiili mukatele hali ilan edilen Dâr-ı Harb’te dahi neleri yapabileceği, diğer bir tabirle hangi işleri yapmaya izin verildiği belirlidir. Dâr-ı İslâm’ın harb haline son vermesi halinde bu izinler kaldırılır ve asıl avdet eder. Müslümanın bütün hayatını yaşadığı şartlar ne olursa olsun şaşmaması gereken bir gerçek, bir düstur vardır ki o da mutlaka Rabbini razı etmedir. Bu düşünceden, düşünce planında vazgeçemeyeceği gibi, amel planında da vazgeçemez. Zira Allah nzası, Allah’ı razı etme düşüncesi ile bu düşünceyi gerçekleştirecek davranıştan, bu iki unsurdan oluşabilmektedir. Yalnız başına Allah’ı razı etme düşüncesi (niyeti) bu sonucu doğurmaya kâfi gelmediği gibi, O’nu razı edecek nitelikli bir davranış da Allah’ı razı etme niyeti taşımaksızın yapılması halinde yine bu sonucu hasıl etmeyecektir. Allah’a şirk koşan Hıristiyanların ‘Anti alkolizm’ (alkol aleyhtarlığı) düşünce ve bu düşünceye uygun davranışlarının kendilerine hiçbir rıza kazandırmadığı gibi… Zira Allah Kendisine, razı olacak şekilde inanmayanların amellerinin boşa gideceğini söylemektedir. Hıristiyan ve Yahudilerin ise Kur’an’da, Allah’a ortak koşanlar olarak tanımlandığını görmekteyiz.
Allah’ın razı olacağı amelleri Kur’an’da açıklaması, Resulullah’ın da bunlan anlaşılır şekilde sözle veya davranışlarıyla uygulamasını yapması ile görmekteyiz ki esası itibariyle ve hatta yer yer füruu bakımından nelerin O’nu razı edeceği ya da etmeyeceği açıkça belirlenmiştir. Bunları öğrenmek ve gereğince davranmaktır yapılacak olan. Öylesine açıklıkla bilmek gerekir ki ‘hevamız’dan söylemeyenlerden, hareket etmeyenlerden olalım. Allah’ı razı edecek düşünce ve davranışlarla kendimizi ne kadar doldurur isek, o nispette kendimizde bir boşluk bırakmamış olacağız ve bırakmadığımız boşluğa da İslâm dışı düşünce ve davranışlar giremeyecek, davranışlar olarak bizlerden sâdır olamayacaktır. Buna meydan bırakmamak gerekmektedir.
İslâm olmaktan amacın kendisinde belirdiği bir kafa, ona ters düşen şeyler karşısında mutlaka rahatsız olacaktır. Rahatsızlığını giderici kontrolden geçirecek kendini ve nefsindeki yabancılığı değiştirecektir İslâmdan olanla. Nefislerindekini değiştirmek Allah’ın razı olduğundan razı olmak, razı olmadığından olmamak demektir. Bir nefis ki herhangi bir konuda taşıdığı ile Allah’ı razı etmemektedir bu taktirde bu halini değiştirmek durumundadır. Tabiidir ki Allah’ı razı etmeyeni razı edenle değiştirecektir. Kâfir de olsalar yanımızda yaşlanan anne ve babalarımıza “Öf!..” bile demeden onları hoş tutmamız gerektiğini biliyoruz. Yalnızca Allah’a ortak koşma tekliflerini savsaklama, güzel bir şekilde kabul etmemenin dışında onları incitmemenin gereğine işaret eden âyetin talimâtı ile bizim nefsimizdeki farklı ise ve yanımızda yaşlananların hemen her şeyine kafa tutuyor, ukalalık ediyor ve onları üzüyorsak işte bu hal bizdeki değişmesi gereken haldir. Zira Allah’ın hoşuna ebeveyni hoş tutmak, onlara merhametle hareket etmek gidiyorken bizim hoşumuza onlara her şeyde karşı koymak gidiyorsa nefsimizde değiştirilmesi gereken bir şey var demektir. Bu ve benzeri çarpıklıklar insanın kendine yabancılaşması demektir. Müslümanın bu yabancılaşmadan kısa zamanda kurtulması gerekmektedir. Bu kurtuluşu sağlayan mekanizma ‘tevbe’ müessesesidir; işlenilen günahtan dolayı Allah’tan af dileme ve aynı cins günahı bir daha tekrar etmeme, şeklinde açıklanabilir bu müessese…
Müslümanın bütün düşünceleri taşıdığı İslâm akidesinin ürünü olmak lazım gelirken, bütün davranışları da kezâ bu akidenin esprisi (ruhu)ne uygun düşmelidir. Bütün düşüncesi aynı cinsten olmak lazım gelirken, bütün davranışları da aynı cinsten olmak gerekir. Bütün düşünce ve davranışlar İslâm’dan kaynaklandığı nispette, birbirleriyle de uyum içinde ve birbirlerinin cinsinden olacaktır tabii olarak… Hangi konuda bir düşüncesi veya tavrı varsa bunlar Allah’ı razı etme hedefine yönelmiş düşünce ve davranışlar olma özelliğini taşıyacaklardır. Bu bütünlüğe aykırı düşen düşünce ve davranışlar mutlaka üzerine gidilmesi, değiştirilmesi gereken düşünce ve davranışlardır.
Müslüman yalnızca İslâmdan etkilenen, esinlenen insandır. İslâm ise Allah’ın kanunları olan Kur’an’dır. Uygulamasını ise Resulullah’ın söz ve hareketlerinde açıklayıcılık olarak buluyoruz. Kanunlara nispetle yönetmelikler gibidir Resulullah’ın sünneti… Kanunların hilafsız uygulanmasını sağlayan açıkmalamalar.
Müslüman Tevhid akidesinin gereğince düşünmeli ve davranmalıdır. Bütün düşünce ve davranışlarında bu bütünlüğü gerçekleştirmeye, bu bütünlüğe ulaşmaya çaba sarfetmelidir. Bu süreç bir ömür boyu sürecektir. Ve her günü geçirdiği, geride bıraktığı diğer gününden daha temizlenmiş, daha arınmış olmakla kazançta olabilecektir. Bir havuzdaki suyun, içine akıp duran temiz su vasıtasıyla devamlı arınmaya tabi bulunduğu gibi kendi havuzuna devamlı temiz İslâm suyu akıtıp duranlar bu arınmaya ulaşacak, her yeni anı, geçirdiği andan daha arınmış olacaktır.
Arınmış Müslüman elbette Allah’ın rızası istikametinde düşünen ve hareket eden Müslümandır. Resulullah (s .a.) Allah tarafından bizler (ümmeti) için ‘Usvet’ül Hasene-Güzel bir örnek’ olarak gösterilmiştir. Biz Peygamberimizin hemen her konudaki hareketleriyle kendimizinkileri karşılaştırdığımızda aleyhimize bir durum görmekteyiz. Onun güzel davranışlarının yerini bizlerde çirkin hareketler almış durumdadır. O, Allah’ın kitabını ahlak edinir, böylece Allah’ı razı edeceğini bilirken, bizler çoğu kez hevamızdan, karşımızdakinin bozuk davranışına tepkilerden, içinde yaşadığımız topluma hakim olan İslâm’a esastan karşı hareketlerden etkilenmekte ve kimi zaman da sosyalist kökenli davranışları kirlilikler olarak üzerimizde bulundurmaktayız.
Müslümanız dediğimiz halde bizlerde görülen bu çarpıklıklar elbetteki bozukluklar olarak karşımızda durmaktadır ve kişiliklerimizin değerini büyük çapta düşüren defolardır. Biz burada bilhassa radikal-köktenci düşünen ve tavır koymak isteyen Müslümanların davranış bozukluklarından bahsetmek istiyoruz. Bunlar akide olarak ‘Tevhid’ üzerindedirler genellikle. Lâkin tevhide gölge düşüren ahval görülmektedir kendilerinde çoğu kez.
Müslümanın bilmesi ve şaşmaması gerekmektedir ki “Kimsenin malı kimseye rızası hilafına Mübah olmaz” kaidesi İslâmın koyduğu bir kaidedir. Bu kaide asıldır. Ve yalnızca bu asıl geçerlidir. Ne var ki bunun bazı istisnaları vardır. Mesela fiili mukatele (harb) halinde yani İslâm Devletinin kendisine harb ilan ettiği devletin (Dâr-ı Harb) malı müharib Müslümanlara, bu malların sahiplerinin rızalarına rağmen mübah olur. Bu mübah oluş yalnızca mukatele (savaş)’nin devam ettiği sürece geçerlidir. Devlet teslim olduğu, şahıs müslüman olduğu veya sulh anlaşması imzalandığı andan itibaren bu ibâhe sona erer vetahrim yine hükmünü sürdürmeye başlar. Bu hükümler Dâr-ül-Ridde için de geçerlidir ki Dâr-ül Ridde de zaten İslâm iken İlâm otoritesine karşı çıkmaları sebebiyle kendilerine harb ilân edilen (bilvesile Dâr-ül Harb olan) beldeye verilen isimdir.
Dâr’ül Küfr, Dâr’üs-Sulh’da ise yukarıda anlatılan mübâh oluş yoktur. Nitekim Resulullah (s.a.) Mekke’de bulunduğu sürece Mekke Dâr’ül Küfr idi. On üç yıl civarındaki bu zaman zarfında orada ne kendisi ne de Müslümanlar içinde yaşadıkları toplumun mallarına da, canlarına da herhangi bir zarar vermediler. Müşrikler ve yönetimleri Müslümanların üzerinde her akıllarına geleni yaptıkları halde Müslümanlar bunlara mukabelede bile bulunmuyorlardı. Hatta Resulullah’a gelip “Ya Resulallah! Onlar bize sırf Allah’a inandığımız için şöyle, şöyle yapıyorlar eziyet ediyorlar, hakaret ediyorlar.. Müsaade ediniz de biz de onlara karşı mukabelede bulunalım” diyen Mekkeli Müslümanlara Resulullah istekleri istikametinde bir cevap vermiyor ve “Allah’ın yardımı yakındır, sabrediniz!.” diyordu.
Daha da ileri giderek gördükleri eziyetten bizâr olan Müslümanlar yine Ona başvurarak “Ya Resulullah!. Allah’ın nusreti yakındır, sabrediniz diyorsunuz. Biz sıkıntılara tahammül edemiyoruz, o yardım ne zaman gelecek? diye sızlanıyorlardı. Bu durum karşısında Allah-u Teâlâ onlara “Yoksa siz, sözden önce gelip-geçmiş kavimlerin başlarına gelenler sizin başınıza da gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?…” (2 Bakara 214) buyuruyor ve içinde yaşadıkları toplumdan, düzenden ve fertlerden gördükleri eziyetlerden etkilenerek buna tepki mahiyetinde karşılık vermek istemelerinin esastan karşısına çıkılıyor ve sabr tavsiye ediliyor. Gördüklerinin Sünnetullah gereği olduğu vurgulanıyor ve Allah için tahammül etmeleri gerektiği bildiriliyor ve gördükleri zulüm cinsinden tepki göstermelerine cevaz verilmiyordu. İslâm Tarihi ve Hukuku konuya açıklık getiren olaylar ve hükümlerle doludur.
Evet gerçekten Müslüman yalnızca Allah’ı razı etmeyi düşünmeli ve bunu gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Bu düşünce onun hayatının tümünü kapsamalı, en küçük bir işteki davranışından en önemli tavırlarına kadar bütün hayatını kapsamına almalıdır. Böylece tam bir teslimiyet (İslâm olma) söz konusu olacaktır ki Allah da kulundan bunu istemektedir. Zira teslimiyet tabiatı gereği bütünlük arzeder. İslâm olma, yani Allah’a, O’nun hükümlerine teslim olma da yine Kur’an’da zikredildiği üzere bu bütünlüğü içinde bulunduran bir mahiyet taşımaktadır. Namazı O’nun dediği için kılıp da orucu başkasının dediği gibi tutmak elbette bütünlük taşımayan bir teslimiyettir. Kısmi, mevzii teslimiyet İslâm olan için söz konusu olamaz. Zira Rabbimiz “Biz insi (insanları) ve cini (cinleri) bana kulluk etsinler için yarattık” (51 Zariyat 56) buyurmaktadır. Kulluk kapsamlı bir deyimdir ve kapsamına Kulun düşünce-davranışlarının tümünü alıcı bir özellik taşımaktadır.
Kendi içinde bütünlüğe sahip olmayan bir fikir (en geniş anlamıyla dünya görüşü) yarımdır. Bıraktığı boşluk çelişkilerle dolar. Bu itibarla yanlış veya doğru her ideolojide bir bütünlük bulunur. İslâm, ikmal edilmiş (Ekmeltü lekum, dinekum…) bir din, bir ideoloji olduğuna göre onda elbette insicamlı bir bütünlüğün bulunması da söz konusudur. Bütünlükten koptuğunuz, bütüne ait bir cüz’den ayrıldığınız zaman ister istemez çelişkiye düşersiniz. Temelde, esasta kabullendiğiniz ve bütününe teslim olduğunuzu söylediğinizin bilahare bir kısmına mümanaat etmiş, karşı çıkmış olursunuz. Bir diğer ve pek açık bir ifade ile Allah’a karşı “söylediklerinin bir kısmına itibar ediyor, diğer bir kısmına ise itibar etmiyorum” demiş olursunuz ki bu durumunuz ister istemez O’nu eleştirmek, itibar etmediğiniz hususta O’nda yanlış bulmak, yanıldığını, en azından o konuda kendiniz O’ndan daha isabetli görüş ve davranış sahibi bulunduğunuzu iddia etmiş olursunuz ki bu O’na teslim olmanın esasına ters düşen, kendinizle de teslim olmanızla da ters düşen bir vakıadır. Ahdinize ters düşmek, ahdinizi bozmak durumuna düşersiniz. Böyle bir durum ise elbette karşınıza bir problem çıkaracaktır ve teslimeyitinizin esasından şüpheniz olduğunu düşündürtecektir. Tecdid-i İman müessesesi burada hatırlanmalıdır. Ki sahabenin, kendi yanlışları karşısında Resulullah (s.a.)’a giderek yeniden itaatlarını tazelemek, biâtlarını pekiştirmek talebinde bulunmalarına şahit olmaktayız zaman zaman…
Evet irili ufaklı birçok örnekleriyle örneklendirebileceğimiz davranışlarımızın bozuklukları bizleri Allah’ın razı olacağı kulları eylemekten alakoyucudur. Herkes kendi nefsini bir gözden geçirdiğinde rahatlıkla bu çelişkilere rastlayacaktır irili ufaklı… Bozuklukların kökenini araştırdığında ise, çoğu kez bunların kendilerinin gördüğü muameleye karşı bir tepki olarak doğduğunu ve beğenmediği o muamelelerin benzerinin kendisinde, karşısındakine karşı teşekkül etmiş bir tepki olduğunu görecektir. Kaldı ki Müslümanda her ne ki teşekkül ederse cümlesinin Allah’ın Kitabı ve Resulünün onu en iyi açıklayan ve uygulayan Sünnetinden esinlenmesi kaynaklanması gerektiği bir İslâmi gerçektir. Bu gerçeğin ışığında davranışlarımızı kontrol etmemiz halinde hem bozukluklar rahatlıkla göz önüne gelecek, bunların teşhisi kolaylaşacak hem de onları düzeltmek mümkün hale gelecektir. Bunu yapabilen ise Allah’ı razı edecektir.
Biz burada bozuk davranışların cinslerinden bazı, belki de pek az örnekler verdik. Çoğaltmak elbette mümkündür bunları. Lakin teker teker bozuk davranışları sıralamak yerine, bozuk davranışların neden kaynaklandığını gereğince tesbit etmek, isabetle yapılan teşhisten sonra da esas itibariyle neden esinlenmemiz, kaynaklanmamız gerektiği hususunu her hal ve kârda unutmamak, davranışlarımızın düşünceden fiil haline gelmesinden önce İslâmın koyduğu esaslarla sağlamasını yapmak tutuyorsa fiile intikal ettirmek, tutmuyorsa tutar hâle getirmek zorundayız. Böyle yapmamız, yapabilmemiz bu esası gözden ırak tutmamamız halindedir ki her geçen günümüz bir öncekinden Allah rızasına daha yakın bir mesafeye gelmiş olacak, kendimiz için de, Allah için de bir uyum içinde hareket etmiş olacağız.
İslâmı kerih (kötü) göstermeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Zira böyle bir hak yoktur. Hele Allah’ın dinini küçük düşürücü, onu insanların nezdinde kötü imaj bırakıcı uygulayıcıları olmak Müslüman olmakla esasta çelişen bir haldir. Özellikle Müslümandan sâdır olmaması gereken bir hâl.. Olsa olsa münafığın tavrıdır böyle tavırlar ki onun da tesbit ve teşhisi pek az bir zaman içinde hemen açığa çıkı verir ve sahibini hem insanların, hem de Allah’ın nezdinde rezil rüsvay eder. Müslümanım deyip duranların gerçekten Müslüman olmak zorunlulukları vardır, bu unutulmamalıdır. Zira İslâm ya kaynaklarından, ya da Müslüman olduklarını söyleyenlerin söz ve tavırlarına bakılarak tanınmaktadır. Bilindiği gibi çoğu kez de (hatta Müslümanım diyenler bile) kaynaklardan ziyade Müslümanım diyen ve öyle bilinenlerden İslâm’ı tanımaya başlamaktadırlar. Beğenmesek de gerçek (vakıa) budur. Böyle olunca da bilhassa Müslümanım diyenlerin hallerine, hareketlerine çok özen göstermeleri, İslâm ile uyum içinde bulunmaları, çelişkiye düşmemeleri, İslâm olduklarını tekzib (yalanlayıcı) edici olmamaları, görünmemeleri gerekmektedir. Kasdıniz ne kadar iyi olursa olsun, niyyetiniz ne nispette halisâne olursa olsun hareketleriniz kerih olursa, niyyetinizin iyiliğini yok eder, götürür. Zaten niyyet deruni, gizli bir şeydir ve mücerret anlamda iyi veya kötülüğünü tesbit hayli müşkildir.
Niyyetin iyi veya kötü olduğunu ister istemez niyyetin tezahürü (eseri) olarak ortaya konulan davranışın iyi veya kötülüğü belirleyecektir. Davranışlarınız Allah’ı razı edici mahiyette ise ve böyle tezahür ediyorsa niyyet de iyidir. Zira Allah’ı razı edici davranışların Müslümandan sâdır olanı elbette Allah’ı razı etmek niyetiyle yapılmış olacağından ve Allah’ı razı etmek niyyetinin de şaşmaz bir iyilik ölçüsü oluşundan bu böyledir.
Her halde Müslüman bütün davranışlarını Allah’ı razı edici ölçüyü gerçekleştirici sonuç alacak şekilde ayarlamak zorundadır. Bu sonucun gerçekleşmesi iki şeyin varlığına, bulunmasına gerek duyurur. Birincisi niyyetin Allah için (Allah’ı razı etmek için) olması, ikincisi ise davranışın tealluk ettiği konuda Allah’ın belirlediği ya özel veya genel ölçülere uygun düşmesidir. Ki Resulullahda bu davranışların ya doğrudan veya dolaylı (esası itibariyle) bir örneğine rastlamak mümkündür. Rastlanılmamış olması halinde ise genel esasların çizdiği daire içinde kalmak suretiyle davranışta bulunmakla sonuç gerçekleştirilmiş olacaktır. Bunun için de Kur’an çokça okunan, anlaşılmaya çalışılan bir Kitab olmalı, Resulullah’ın sünneti de sahihi, sahih olmayanından ayırılabilecek şekilde incelenmeli ve vakıf olunmaya çalışılmalıdır. Sünnetin sahihi derken bize gelen rivayetlerin sıhhatinden söz ediyoruz. Resulullah’ın yaptıklarının sahih olmayanları bulunduğundan değil… Zira Resuller yanlış yapmamalıdırlar, insan olarak yaparlarsa da Allah Resullerin yanlışlarını ibka etmez. Zira insanlar Allah’ın dinini O’nun Resulunden öğreneceklerdir. O da doğrusunu bilmezse, yapmamış olursa kıyamet günü sorgulama ve muhakemede tebliğ edilememiş veya yanlış tebliğ edilmiş bir dinden sorgu söz konusu olacak demektir ki, bu hal gerçeğe de akla da, İslâma da aykırıdır. Allah’ın dini ise bütün bu eksikliklerden müstağnidir. Öyle de olması gerekir ki Allah’a, Allah olmaya yaraşan da eksiksizliktir. Hem Zâtı ile ilgili, hem de kendisinden sâdır olanlarla ilgili velhasıl O’na izâfe edilen O’ndan sâdır olan şeylerde bir mükemmeliyet Zâtı ile, Zâtının sıfatları ile mütenasib olmalıdır ki öyledir de…
Evet hülasa olarak demek istiyoruz ki Müslümanlar tavırlarını mutlaka ve her gün gözden geçirmelidirler. Bunların İslâm ile uyum halinde olmalarının sağlamalarını yapmalıdırlar. Çelişik görünenleri kontrol etmeli ve yanlışlarını tashih etmelidirler. Böyle yapanlar felaha (kurtuluşa) ereceklerdir. Rabbimiz böyle buyurmaktadır. Diyoruz ki hevanızdan hareket etmeyiniz. Diyoruz ki size yapılanlardan etkilenmeyiniz. Muhatabınızdan etkilenmeyiniz. İçinde bulunduğunuz ortamda câri fikirlerden etkilenmeyiniz. Allah katındaki faturasını ödeyemezsiniz. Yalnızca O’nun Rızasını doğurucu esaslardan hareket ediniz, kaynaklanınız. Hem İslâmı, bilmeyenlere, sizde görerek öğreneceklere kötü tanıtmamış olacak, hem de Allah’ı razı etmiş olacaksınız. Böyle hareket edenler hem kendileri razı olacak, hem de Allah onlardan razı olacaktır.
Her gün gözden geçiriniz kendinizi, düşüncelerinizi, tavırlarınızı… Göreceksiniz ilerleyen zaman içinde sizin de, Allah’ın da razı olacağınız yere daha da yaklaşmış olacaksınız.