
HATALI OKUMALAR-HATALI BEKLENTİLER VE Hatalı Duruşlar!
Küresel sel ve bölgesel değişim sürecinin kritik bir aşamasındaki hatalı “ideolojik” ve “reel politik” okumaların sahaya yansımaları, (en son) Gazze’de yaşanan, “Medeni Batı”nın tam desteğiyle devam eden katliam-soykırım sürecinde de kendini göstermektedir. Hem “içeri”de hem de “dışarı”da… Dahası, dünyanın/kendilerini İslam ile tavsif edenlerin (kısmen de vicdan sahiplerinin) gözü önünde devam eden soykırımı, algı yönetimi ve manipülasyon teknikleriyle çarpıtan küresel güçlerin de yönlendirmesiyle Siyonist Terör Örgütü/“devleti”nin çıkış arayışlarında hatalı okumaları da aşan değerlendirmelerle karşı karşıya bulunmaktayız. “İran’ın İsrail’e saldırısı” diye özellikle tanımlanan, ancak daha öncesi bir tarafa, Gazze’deki soykırım sürecinde İran’ı defalarca vuran, son olarak İran’ın Suriye’deki Konsolosluğu’nu yerle bir eden Siyonist İsrail’e zorunlu bir misillemeyi bile nerelere taşıdıklarını ibretle takip etmekteyiz.
Küresel güçlerin tam desteğine sahip bir Siyonist İsrail’in, her şeye rağmen, “meşruiyeti”ni kaybettiği bir konjonktürde, savaşı bölgeye yayarak bir çıkış yakalayabileceği düşüncesinin bir tezahürü olduğu çok açık olan bölgedeki son gelişmelerin bu kadar hatalı okunması kabul edilebilir bir duruş değildir. Üstelik bu hatalı okumayı, yaşanılan soykırıma karşı olduklarını dile getirenlerin de İran’a yönelik eleştirileri bağlamında dillendirmeleri de manidardır… Humeyni sonrası İran’ın yaptığı ciddi hataların ve bölgedeki güç dengelerinin değişmesinin İran yönetimini taşıdığı konum ve bölgede savaşın yayılmasının ortaya çıkaracağı büyük risk kaygısının tezahürü olan gelişmeler, çirkin bir üslupla, bağlamı dışında okunmaya başladı. Kimileri de gerçek niyetleriyle çelişen değerlendirmeleriyle, hatalı beklentileriyle paralel hatalı okumalarına devam etmektedirler. Tıpkı hatalı tanımlamalarla iki milyar müslüman vurgulu değerlendirmeleri ve hatalı beklentileri gibi…
Gazze’deki soykırım öncesi ve sonrası, kendilerini İslam ile tanımlayanlarla ilgili değerlendirmelerimizi ve bölgemizdeki reel-politik okumalarımızı kısaca hatırlatırsak ne demek istediğimizin çok daha belirgenleşeceğini düşünmekteyim…
Evet, “Aksa Tufanı Harekatı”, zorunlu olarak atılması gereken stratejik bir adımdı. Ve Filistin’in geleceği açısından önemli kapılar açtı. 1947’den beri devam eden katliamların, soykırımın asıl hedefi olan “işgal planı”nı deşifre ederek konuyla ilgili hatalı okumaların düzelme sürecine girmesini sağladı… Bölgedeki yeni denge arayışı sürecinde ABD’nin küresel ve bölgesel güç kaybını daha da hızlandırdı… ABD/Batı’nın gerçek yüzünü çarpıcı bir şekilde bir kez daha ortaya koydu. En çarpıcı olanı da küresel sistemi kurgulayan güçlerle ortak çıkarları ve hedefleri bulunan Siyonist İsrail’in, “sonun başlangıcı”na geldiğini hissetmesine neden oldu. Her ne kadar bu gerçeklikler açıkça ortaya konulmaktan çekiniliyor olsa da zaten reel-politik gelişmeler, bu dikkat çekici gelişmelerin emareleriyle mücehhezdi.
“Güç”ün, “Batı”dan “Doğu”ya doğru kayma sürecinin yaşandığı bir dönemden geçtiğimiz malum. Dolayısıyla Rusya ve Çin’in bölgedeki ağırlıkları hızla artmaktadır. Aynı zamanda, bölgesel bir güç olmaya devam eden İran’ın hemen yanında, -“Batı Bloku”nun bir parçası olmasına ragmen- sistem-içi bir çıkış arayışı içinde olan bir Türkiye ile de karşı karşıyayız. Küresel ve bölgesel değişim sürecinin önemli bir aktörü olarak küresel güçlerle yola çıkan Türkiye’nin, ABD/küresel güçlerin strateji değişimiyle birlikte, “güvenlik ve gelecek kaygılarıyla yeni bir duruşu tercih etmek zorunda kaldığı da malum. Ve Türkiye, sistem içi çıkış arayışı ve yeni duruşunu, denge/dengeci politikalarla önemli bir aşamaya taşıdı. Lakin, henüz (geniş anlamıyla) bölgemizde çıkış arayışına paralel stratejik duruşunu netleştirmekten uzak gözükmektedir… Bölgemizdeki yeni denge arayışı sürecinde etkinliği giderek artan Çin’in hemen arkasında, -Ukrayna ile savaş nedeniyle hareket kabiliyeti kısıtlanan- Rusya’nın gelecek beklentilerinin yaşanan krize müdahalelerini gerektirmediği gerçekliği de ortadadır. Haliyle İran’a yönelik hatalı okumalar ve hatalı beklentilerin bölge gerçekleriyle paralellik arz etmediği de son yaşananlarla anlaşılmış bulunmaktadır. Aynı zamanda, hatalı tanımlamalarla gündeme gelen İran’ın, savaşın bölgeye yayılmasının güvenliği ve geleceği için riskli görmesi ve adımlarını, her şeye rağmen dikkatli atmasının da doğru anlamlandırılması gerekmektedir.
Siyonist Terör Örgütü/“devleti”, hiçbir kural tanımayan katliamlarına ve küresel ve bölgesel sistemin kurucularının tam desteğine rağmen beklediği sonuca ulaşamamış ve bir çıkış arayışına girmiştir. Dolayısıyla tam bir açmaz içinde bulunan Siyonist İsrail yönetimi, savaşı bölgeye yayarak Batılı dostlarının desteğini yeniden güçlendirmek, eski itibarını (kısmen de olsa) tekrar kazanarak bir çıkış yakalayabileceği vehmiyle hareket etmektedir. Soykırım sürecinden önce de İran merkezli plan ve hamleleriyle, ABD başta olmak üzere Batılı dostlarını manipule etmek istediği bilinen Siyonist İsrail’in, 7 Ekim’den sonra da savaşın yayılmasını sağlayacak her türlü adımı atması da doğru okunmalıdır. Bölgede savaşın yayılmasını kendi planları açısından doğru bulmayan ABD’nin savaşın yayılmasını engellemek üzere İran ve Türkiye ile diplomatik temaslarda bulunmasının da analizi doğru yapılmalıdır. Hatalı okumalar ve hatalı beklentilerin yanı sıra ABD ile İran’ın, ABD ile Türkiye’nin son zamanlardaki diplomatik temaslarının yoğunlaşmasını da doğru tanımlanamayan “ideolojik” düşmanlıklarla değerlendirilmesinin ciddi anlamda çelişkili duruşlara kapı aralaması kaçınılmazdır…
Son misilleme saldırısının doğru okunması halinde anlaşılacaktır ki kendisini İslam Cumhuriyeti olarak tanımlayan ve Humeyni sonrası politikalarının yanlışlığı hususundaki hiçbir eleştiriyi kabul etmeyen İran yönetimi, içinde bulunduğu şartlar nedeniyle Gazze’deki katliama müdahalede zorlanmaktadır. Tıpkı, bölgedeki değişim sürecinin niteliğini ve nereye doğru evrildiğini doğru okuyamayan İran’ın Suriye’de de ne yapacağını şaşırması gibi… Humeyni sonrası giderek katılaşan mezhepçi politikalarla “stratejik direnç hattı”nın elinde tutulamayacağının Irak-Suriye eksenindeki kirli tecrübesi gibi… Keza kendisini (Ilımlı) Laik-Demokrat/Batı referanslı bir ülke olarak tanımlamaya devam eden Türkiye’nin de savaşın bölgeye yayılmasında, kendi güvenliği ve geleceği için risk gördüğü bilinmektedir. Sözde Batılı müttefiklerinin “strateji değişimi” ile birlikte sistem içi çıkış arayışında yeni bir eksen oluşturmak zorunluluğu duyan Türkiye’nin de bölgedeki yeni denge arayışı sürecinde, yapabileceklerinin sınırlarını zorlayan söylemler ve adımlara rağmen hatalı beklentileri karşılamaktan uzak olduğu gibi hatalı tanımlamaların beyhude beklentilere neden olduğu, bir kez daha, hem İran, hem de Türkiye için görülmesi, ibretle ve doğru okunması artık kaçınılmazdır. Süreç içerisindeki bölgede yaşanacak yeni denge arayışlarının nereye doğru evrileceği yolundaki tartışmaların da hatalı okumalar ve hatalı duruşlardan uzaklaşarak doğru anlaşılabileceği de unutulmamalıdır.
Son planda gelinen aşamada geriye doğru bakıldığında hatalı tanımlamalar, hatalı okumalar ve hatalı duruşlar konusundaki yazılarımız ortada. Sistem-dışı bir duruş ile şahitliğimizi doğru yapmak zorunda olduğumuzun bilinciyle yaptığımız reel-politik okumaların büyük oranda isabetli olduğunu da okuyucularımız bilmektedir. Ve daha çok (Ilımlı) Laik-Demokrat/Batı referanslı Türkiye ile ilgili doğru “ideolojik” okuma ve sistem dışı duruşumuza rağmen, reel-politik okumalarımızın da büyük oranda, sahadaki gelişmelerle uyumluluk arz ettiği açıktır. Ama, hatalı okumalar ve olmadık beklentilerle, seçim sürecinde, gündeme taşınan Türkiye ile ilgili tartışmalar da bölgedeki yeni denge arayışının nereye doğru yol aldığını ortaya koyması açısından manidar gözükmektedir. Bir zamanlar ABD damgalı bir değişim ve dönüşüm projesinin belirli bir aşamasında, kendi güvenliği ve geleceğini tehlikede gören Türkiye’nin, sistem içi çıkış arayışının yeni dönemiyle birlikte ABD/Batı ile ilişkilerinin nereye doğru evrildiği de bilinmektedir. Bilhassa 15 Temmuz 2016’dan sonrasındaki gelişmeler ve müttefiklerinin Türkiye’ye bakış açılarının yansımalarından bir örneği tekrar gündemimize taşımakta yarar var. Gazze’deki soykırımın bölgedeki yansımaları devam ederken bir askeri analist Biden’a şunları söylemektedir:
“Acaba Biden, ne yaptığının farkında mı? Çünkü Türkiye (bölgede) öyle bir ortam oluşturdu ki İslam dünyasının bütün unsurlarıyla bir araya geldi. (Biden) Sen, İran’a odaklanıyorsun ama asıl odaklanman gereken İran Değil!”. Bölgeyle ilgili reel-politik okumaları bağlamında değerlendirmelerine devam ediyor askeri uzman, ‘Türkiye’nin stratejik hedefleri, süreç içerisinde mutlaka İsrail ile savaşmak durumunda kalmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Askeri olarak belirli bir düzeye gelmiş olan Türkiye, ABD-İsrail’in bölgedeki gücünü kırabilecek bir güç haline gelebilir.’ Bölgenin yeni denge arayışı sürecinde (Batılı sistemin dışına çıkmamış) Türkiye’nin ABD ile stratejik olarak karşı karşıya gelme sürecinde attığı kritik adımlarla, “Türk Birliği” ve “İslam ülkeleri” birliğini sağlaması halinde “büyük güç” olması kaçınılmaz hale gelmektedir.’
Sistem içi çıkış arayışındaki Türkiye’nin stratejik hedefleri ve bölgedeki beklentileri ile ABD-İsrail’in bölgedeki ortak hedefleri çelişmektedir. Söz konusu reel-politik okumanın, bugüne kadar, ciddi emarelerine şahit olduk. Bundan sonrada bölgedeki yeni denge arayışı sürecinde kritik gelişmelere şahit olmamız kaçınılmaz gözükmektedir.
Ezcümle hatalı “ideolojik” ve “reel-politik” okumaların hatalı beklentilere kapı araladığı gibi yaşanılan olağanüstü gelişmeleri analiz ederken şahitliğin doğru yapılmamasının da vahim hataları ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Nitekim, kendilerini İslam ile tavsif edenlerin bir “güç”, bir “yapı” olamadıkları ve/veya bahsekonu yapıların, yüklenmesi gereken misyonları yerine getiremedikleri günümüzde, içine düşülen açmazdan asıl çıkış yolunun doğru bir şekilde ortaya konulması “olmazsa olmaz”lardandır. Mevcut şartlarda elinden geleni yapması gereken “Müslümanlar”ın, küresel küfür ve şirk güçlerinin Siyonist İsrail ile birlikte Filistin’deki Müslümanlara saldırdıkları bir vasatta mezhep eksenli tartışmalara girmelerinin kabul edilebilir tarafı yoktur…