İslâm’da Akıl ve Serbest Düşünce
“De ki: Ben elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim” (Ahkâf 9).
Peygamberimiz’e, “ben serbest düşünceli biri değilim, ancak vahye göre düşünürüm ve düşüncemi, söylemimi ve eylemimi vahye göre yaparım” emri veriliyor ve Peygamberimiz de buna göre hayâtını yönlendiriyor. Güzel örneklik (Ahzâb 21) olarak izlememiz gereken Peygamberimiz’in düşünce ve eylem anlayışı budur. Tüm peygamberlerin sünneti budur. Buna rağmen insanlar târih boyunca şeytan, nefs, haz ve tâğutların etkisi, baskısı ve kışkırtması sonucunda tasavvurunu, düşüncesini, söylemini ve eylemini serbest düşünceye yâni nefsine, arzularına ve ihtiraslarına göre yapmışlardır/yapmaktadırlar. Modernizm ile birlikte serbest düşünce bir din ve inanç hâline gelmiş ve yaygınlaşmıştır.
Akıl, ya Allah’a, âhirete, gayba, dîne, vahye ve peygamberlere göre çalışır, yada şeytana, nefse, hazza ve tâğutlara göre çalışır. Üçüncü bir şık yoktur. Modernizm yada buna “serbest düşünce uygarlığı” da diyebiliriz, aklın, Allah’a, âhirete, dîne, vahye ve peygamberlere göre değil de; şeytana, nefse, hazza ve tâğutlara göre çalıştırılmaya başlanmasının târihidir. Serbest düşünce, aklın, aşkın bir hakîkate göre kullanılmasından vazgeçilerek, beşerî-dünyevî-maddî ve eşyâ-merkezli olarak çalıştırılmasıdır.
Akıl ancak aşkın bir hakîkate göre kullanıldığında doğru çalışır ve doğru kararlara ve eylemlere ulaşılabilir. Zâten aklın çalışma alanı da ancak aşkın bir hakîkate dayandığında ve vahiy-merkezli olarak kullanıldığında ufku açılır ve genişler. Yoksa akıl beşerî-dünyevî olana göre çalıştırıldığında ve kullanıldığında madde ile sınırlı kalır ki maddenin de ancak çok küçük bir alanı içine hapsolur. Zîrâ madde sınırlıdır. Aklın ve de serbest düşüncenin kısırlığı ve etkisizliğinin nedeni budur.
Akıl gaybı sorgulayamaz. Çünkü akıl gaybı idrâk edemez. Fakat gayba inanç, aklın daha geniş ve doğru çalışmasını sağlar. Zîrâ böylece akıl madde hapishânesinden kurtularak özgür kalmış olur. Gaybın ve vahyin yönlendirmesine açık olacağından dolayı daha çok, daha doğru ve kesin hükümlere varır. O-hâlde düşünce serbest ve bağımsız kaldığında yâni aşkın bir hakîkatten bağımsız kaldığında kısırlaşır, netliğe varamaz ve kısa yada uzun vâdede yanlış yapmaktan kurtulamaz.
Akıl ancak vahiy-merkezli ve vahyin kontrôlünde olunca doğru gidebilir, aksi-hâlde şeytanın, nefsin, hazzın ve tâğutların kontrôlüne girer, konforun, refahın ve ihtirasların kulvarında gider ve böylece kısırlaşır.
Türkler göçebe yada yarı-göçebe bir hayata alışkın oldukları için serbestliğe de alışkındırlar ve de bundan dolayı İslâm’ı Kur’ân’dan ve Sünnet’ten değil de serbest yorumu dinleştiren tasavvuftan öğrendikleri için Hanifîliği ve Mâturîdîliği yâni aklın ve düşüncenin serbestliğini öne çıkaran mezhebi seçip sâhiplenmişlerdir. Fakat bu durum aklı ilahlaştırmakla sonuçlanmış ve aklın şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne girmesine neden olmuştur. Akıllarına fazla güvenmeleri, akıl-merkezli olmaları ve hattâ akıllarına tapmalarının nedeni budur. Zîrâ akıl gaybın sınırında ve vahyin merkezinde olmadığında şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne girmekten kurtulamaz. İşte Türklerin ve benzer mezhepte olanların modernizme ve batı’ya râm olup entegre olmakta zorlanmamasının ve en sonunda da batı’nın -sözde- değerlerini, hayrân ve râm olarak merkeze almalarının nedeni budur. Üstelik seküler sisteme göbeklerinden bağlı olan modern ilâhiyatçılar (ki bunu en çok yapanlar, -bâzı istisnâlar hâriç- bir plân ve proje kapsamında kurulmuş olan Ankara Okulu ilâhiyatçılarıdır) bunu bir üstünlük ölçüsü olarak sunmaktadırlar. Bu kişiler, içten-içe İslâm bütünlüğüne düşman oldukları için Allah’ı ve dîni hayattan kovan gayr-i İslâmî sistemleri üstün göstermek derdindedirler. Üstelik peygambere iftirâ atarak o’nun da bu yolda olduğunu söylemektedirler.
Bir kere şu çok nettir. İslâm akla çok önem verir ve Yûnus Sûresi 100. âyette “Allah aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır” denir. Fakat İslâm’da akıl merkezde değildir ve vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesindedir. Çünkü aksi-hâlde akıl mutlakâ sapar. Bu yüzden Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik yağdırdığı gibi, akıllarını ilahlaştıranların da üstüne pislik yağdırır da aklını ilahlaştıranlar böylece sapıklaşır gider.
Akıl “kullanılma” aşamasında önemlidir, yoksa hüküm verme ve din belirleme aşamasında değil. Akıl gaybın sınırından bir adım bile ileri gidemediği gibi, vahyin kontrôlünde olmadığı zaman yakın-uzak vâdede mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder. Aklın ve insanın ilahlaştırıldığı son 200 yıllık târihe bakıldığında, Dünyâ’nın yarısından çoğunun dinsiz akıl nedeniyle çileli bir hayat yaşadığı apaçık ortadadır. Bâzılarının, akıllarına hayrân oldukları batı, kırmızı-derilileri katletmiş ve zenginliklerini yağmalamış, kara-derilileri köleleştirmiş, acımazsızca kullanmış ve zulmetmiş, sarı-derilileri de sömürgeleştirmiştir. Bunu elbette Allah’tan bağımsız ve kopuk akıllarına ve serbest düşüncelerine göre yapmışlardır. O serbest yâni Allahsız düşünceleri onlara bunu yaptırabilmiştir.
Aslında düşünce hiç-bir zaman serbest olmaz, eğer “aşkın” bir hakîkate dayanmıyorsa ve onun yolunda ve yönlendirmesinde değilse, mutlakâ şeytanın, nefsin, hazzın ve tâğutların yâni “düşkün” olanın yönlendirmesinde ve yönetmesindedir. Bu nedenle İslâm’da serbest düşünce olamaz. Zîrâ İslâm’da Allahsız düşünme olmaz.
Aslında “akıl” diye bir şey yoktur. Bu nedenle akla dayanan serbest düşünce de olamaz. Yâni bir cevher, bir madde, bir nokta vs. şeklinde akıl diye bir şey yoktur. İnsanın rûhundan ve bilincinden kaynaklanan bir “akletme yeteneği” vardır. Bu, insana has bir özelliktir; akletme özelliği. İşte bu akletmeyi neye dayanarak yaptığınız önemlidir. Akletmeyi vahyin kontrôlünde yapmadığınızda, mecbûren ve mutlakâ şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde yapmak zorunda kalırsınız. Çünkü üçüncü bir şık yoktur. Modernizm denilen melânet, akletmeyi Allahsız şekilde yapmanın adıdır. Modernizme meftûn ve râm olmuş olanlar büyük bir kopuş yaşadıkları için akletmeyi, modernizmin din hâline getirdiği serbest düşünceye göre yaparlar. Akletmeyi modernizme göre yapmak, “Allah’ı hesâba katmadan düşünmek ve de eylemek” demektir. İşte küfrün, şirkin, adâletsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın ve zulmün nedeni budur.
Kendine “müslüman” demesine rağmen serbest kalan akıl, aklı ilahlaştırır ve artık akla uymayan bir şeyi kabûl edemez. Oysa akıl sınırlıdır. Serbest düşüncenin ve aklın, Peygamber’i iptâl etmek istemesinin ve sahih hadisler dâhil hadisleri tümden inkâr ve iptâl etmek istemesi bu nedenledir. Sünnet’i hiç hesâba katmamasının nedeni de budur. Elbette hadislerin büyük çoğunluğu uydurmadır. Uydurmaların ve zırvalıkların Peygamberimiz’e isnât edilmesi yanlış ve çirkindir, Fakat onların bile târihi-sosyolojik bir değeri vardır. Kur’ân’a gelince; akıllarını ilahlaştırmış olan serbest düşünceliler, âyetleri inkâr edemedikleri için, Kur’ân’ı aşırı ve alâkasız yorumlara boğarak ve yaptıkları yorumları elbette meftûn ve râm oldukları, karşısında ezik-büzük durdukları modernizme uyduruncaya kadar işkence ederek yorumlarlar. Böylece istedikleri ve arzu ettikleri yoruma ulaşmış olacaklardır. Böyle yapmalarının nedeni, merkeze vahyi değil de modernizmi, aklı ve serbest düşünceyi almış olmalarıdır.
Düşüncenin serbest olması, kişinin birey olmasını gerektirir ve bu nedenle serbest düşüncede bireysellik aşırı öne çıkartılır ve hattâ şart koşulur. Fakat bireysellik güçsüzlüktür ve modernler ve aklını ilahlaştıranlar, dînin “toplum bilinci ve eylemi” hâline gelmesine karşıdırlar. Çünkü din toplumun bilincine ve eylemine dönüştüğünde bir güç hâline gelecek, akla haddi bildirilecek ve serbest düşünce kanalizasyona atılacaktır.
Bireysellikte düşünce serbest olduğu için herkes kendi dînini belirler ama bu din “Allah’ın dîni” değildir. Artık şeytan ne fısıldarsa, nefs ne arzularsa ve tâğutlar ne plân yapmışsa ona göre şekillenen bir din ve inanç açığa çıkar ki insanlığı tüm zamanlarda ifsâd edip batıran şey işte budur.
Mistisizm, bâtınîlik, tasavvuf, târikat, cemaat, ideoloji, yol, sistem, yöntem vs. ne kadar beşer ürünü melânet varsa hepsi de Allah’tan kopuk olan serbest düşüncenin sapıklıklarıdır. Düşünce serbest olduğu için bunların hepsi de kısa yada uzun vâdede fitne üretmiş ve ifsâd etmiştir-etmektedir. Üretilen şeyler sâdece şeytanın, nefsin, tâğutların ve onların uşaklığını yapan küçük bir azınlığın işine yaramaktadır. Tabi bir de bunların çanaklarını yalayan bir kesim vardır ki, -ilginçtir- serbest düşünceyi en çok savunanlar, yayanlar ve yalakalığı en çok yapanlar onlardır.
Serbest düşünce; Allah’tan, gaybtan, dinden, vahiyden ve peygamberden bağımsız olan seküler düşüncedir. Böyle olduğu için de kendine ne kadar serbest dese de aslında şeytan, nefs ve tâğutların kontrôlünde, yönlendirmesinde ve yönetmesi altındadır. Aslına bakarsanız düşünce hiç-bir zaman serbest olamaz, ya aşkın bir hakîkate yada Dünyâ’ya, eşyâya, maddeye, beşere ve Allahsız akla dayanır. Bu serbestlik son 200 yıldır modernizm olarak görünmektedir ki modernizm bir Allahsızlık uygarlığıdır.
Modernizm; din ve metafizik içinde kendini ifâde eden aklın; bilim, ahlâk, sanat, politika gibi alanlarda bağımsız davranmaya başlamasını ifâde eder. Bu da Aydınlanma’yla başlar. Bunun temelinde, eşyânın algılanmasında ve düşüncenin oluşmasında Allah-merkezlilik iptâl edilip, bunun yerine eşyâ-merkezlilik yerleştirilmiştir. Modernizmi üreten Aydınlanmacı serbest düşünce ve ilahlaştırılmış akıl; eşyâyı ve evreni araştırıp keşfedince, dîn-merkezlilik yerine akıl ve serbest düşünce merkeze alınarak Allahsız bir uygarlık oluşturulmuştur. Böylece akıl ve serbest düşünce hâkim kılınmıştır.
Yâni artık eşyânın ve olayların tanımı Allah’a, dîne ve aşkın hakîkatlere göre değil, eşyânın kendisine ve insana göre yapılmaktadır. Serbest düşünce, özgürlük, aydınlanma ve modernizm denen şey budur. O-hâlde serbest düşünce, Allahsızlığın farklı bir görünümünden başkası değildir.
Aklı ilahlaştıran ve serbest düşünceyi dinleştiren Mûsâ Cârullah şunları söyler:
“Hür akıl mîzân-ı hakîkattir. Hakîkatin haklılığı vezn-i akıl ile sâbit olur. Aklın terâzisine hafif gelen şey, hakîkat pazarında râyiç bulmaz. Menkûl’un sıhhati için sarih akla mutâbakat zarûridir. Sahih menkûl dâima sarih mâkûle mutâbık olur. Sarih mâkûle ters düşen menkûl, hiç-bir vakit sahih olmaz, en sapık fırka, aklı ve aklî delîli, ‘naklî bilgilerle çelişiyor’ iddiâsıyla iptâl eden fırkadır”.
Bu ifâdelerde “menkûl”, nakledilen anlamına “naklî delil” demektir. Naklî delil vahiydir. Vahiy ise, Kur’ân’dır. Buna göre Cârullah, akla uymayan dînin/şeriatın aslâ kabûl edilemeyeceğini çok açık bir şekilde ifâde ederek küfre ve şirke düşmektedir. Hâlbuki akıl, dinde nakille bildirilen şeyleri anlama ve uygulama aracıdır, dînî hükümleri belirleme aracı değildir. Dînimizin inanç, ibâdet, nübüvvet ve âhirete ilişkin konuları, ancak nakille (vahiyle) bilinir. Bu sahayı akıl terâzisi çekmez. İmam Şâtıbî; şer’î hükümlerde, aklın nakle tâbi olması gerektiğini, aklın alanının naklin müsaade ettiği oranda geçerli olduğunu söyler. Aslında aklın nakle tâbi olması sâdece şer’î hükümler için geçerli değildir. Vahye apaçık aykırı olduğunda, tabî bilimler de sorunlu olmuş olur.
Bir başka akıl-perest olan Fazlurrahman da akıl ve serbest düşünce bağlamında şunlar söyler:
“Dînî-modernizmin yapmak zorunda olduğu ilk şey, İslâm hukûkuna yâni şeriata değişiklik getirmektir. Çünkü İslâmî çözüm, sâdece Kur’ân ve Sünnet’ten çıkarılabilecek ilkelere dayanan çözümden ibâret olamaz, ‘değişme’ ilkesinin gereği olan Kur’ân, özel hukûkî hükümlere uzanacak şekilde serbestçe yorumlanmak zorundadır, çünkü Kur’ân, dînî ve ahlâkî ilke ve uyarılar kitabıdır; hukûkî bir belge değildir. O-hâlde önceki nesillerin Kur’ân’ı ve Sünnet’i özgürce yorumlayıp, kendi zamanlarının yapısına göre somutlaştırarak, kendi sorunlarını uygun bir şekilde çözdükleri gibi biz de aynı şeyleri kendi çabamızla çağdaş târihimiz için yapmalıyız”.
Dinde hüküm çıkarma, Kur’ân, Sünnet ve akıl sırasıyla olur. Akıl bu sebeple Kur’ân’a ve Sünnetê uymak zorundadır. Peygamberimiz’in “neyle hükmedeceksin?” sorusuna Muaz bin Cebel, Kur’ân ve Sünnet’ten sonra “akıl ile hükmederim” cevâbını vermiştir.
İmam Âzam ve İmam Mâturîdi için de “aklı ve serbest düşünceyi merkeze almışlardır” denilerek iftirâ atılmaktadır. Bu konuda bir yazıda şunlar söylenir:
“Aklı merkeze aldığı söylenen İmam Mâturîdi, akla önem vermekle birlikte merkeze vahyi almış ve aklı, naklin kontrôlünde kullanmıştır. İmam Mâturîdi’de akıl hâkim değildir ve aklın yanında nakil ikinci plâna alınamaz, akla uymayan nakil/vahiy inkâr edilemez. Akıl sâdece istidlâl için kullanılır, nakli anlamaya vâsıtadır. İmam Mâturîdi’de akıl, dînin kaynağı değil, düşünme, akletme ve istidlâl (sonuç çıkarma) aracıdır. Nassın olduğu yerde akıl aslâ bilginin temel kaynağı değildir. İmam Mâturîdi ve İmam Âzam, günümüz modernistlerinin iftirâ ettiği gibi, akla uymayan nassları aslâ reddetmemiştir. Mâturîdi ve Eşâri mezheplerinin her ikisi de ‘kelâm metodu’nu kullanmışlardır. Kelam metodu, felsefe metodundan farklı olarak, âyet ve hadisleri asıl kabûl eder, dînin anlaşılması ve îzâhında da akıldan yararlanır ama aklı hakem kabûl etmez. Gerek Mâturîdilik’te ve gerekse Eşârilik’te, akıl naklin hizmetinde, onu te’yit edici unsurdur. İmam Mâturîdi olsun, İmam Âzam olsun, dînî tedrisatlarında aslâ aklı naklin önünde tutmamışlar, nassların mantıkî yönden îzahlarını yapmışlardır”.
İslâm’da düşünce serbest olmadığı gibi akıl da serbest değildir ve mutlakâ vahye dayanır, dayanmak zorundadır. Zâten İslâm budur. İslâm, klâsik yada modern anlamda hiç-bir puta göre değil, sâdece Allah’a göre düşünmek, söylemek ve amel-eylemde bulunmak demektir. İslâm, işte bunu hâkim kılmak için vardır. O-hâlde ilahlaştırılmış aklı ve serbest düşünceyi yâni bâtılı yıkıp da hakkı hâkim kılmadıkça bu ikâme edilemez.
Serbest düşünce Allah yerine aklı ilahlaştıran ve ona tapan şeydir vesselam.
En doğrusunu sadece Allah bilir.