GenelYazarlardanYazılar

İslâm’da İstişarenin Önemi

İslam da “İstişare” diğer ismiyle Şûrâ Müminlerin mümeyyiz bir vasfı olarak bildirilmektedir. Kur’an da bir surenin bu isimle anılması da İstişareye verilen önemi göstermektedir. Bu surenin 36. Ayetinden 40. Ayetine kadar müminlerin vasıfları şöyle anlatılmaktadır:

“Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçimliğidir. Allah’ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve Rabbine dayanıp güvenenler içindir.”

“Onlar, büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar; öfkelerini yener kusurları bağışlarlar.”

“Onlar, Rabbinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında istişare /ŞÛRÂ iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah yolunda harcarlar /infak ederler.”

“Bir haksızlığa uğradıkları zaman da yardımlaşırlar.” (Şûrâ 42/36-40)

Ayetlerin ortaya koyduğu durumdan anlaşıldığı gibi; bu davranışlar, müminlerin özellikleri olarak verilmektedir.

Şimdi bu özelliklere sahip olan insanların yaptıkları işler konusunda nasıl bir yöntem izlediklerini anlamaya çalışacağız. Bundan önce Şûrâ kelimesi bize neyi anlatıyor onun üzerinde duralım.

Şûra:

Sözlükte danışma, görüş alışverişinde bulunma, “danışan kimseye, kendisine danışılan kimsenin fikrini söyleyip onu yönlendirme” anlamındaki Şûrâ karşılıklı görüş ve düşünceleri paylaşmak, birbirlerinden istifade ederek işin tabiatına en uygun olanı ortaya çıkartmaktır. (Tâcü’l-ʿarûs, “şvr” md.). Şûrâ fıkıh doktrininde terim tanımı yapılmamış olmakla birlikte İslâmî literatürde yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının görev alanlarına giren işler hakkında ilgililere danışıp onların eğilimlerini göz önünde bulundurmasını ifade eder.

Şûra ile aynı kökten (şevr) türeyen birçok kelimenin “bir şeyi bulunduğu yerden alma ve açığa çıkarıp görünür hale getirme” manasında birleştiği, özellikle balın kovandan çıkarılma işini anlatmak için bu kökten gelen kelimelerin kullanıldığı ve danışma işinin de bir meselede isabetli karara varabilmek amacıyla,  kişilerin fikirlerinin açığa çıkmasını sağlamaktan ibaret olduğu dikkate alındığında (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şvr” md.) şûrâ’nın terim anlamıyla kök anlamı arasında semantik ilişkinin bulunduğu söylenebilir.

Meşveret, meşûre, müşâvere, istişâre ve teşâvür de şûra ile aynı anlamdadır. Şûra kelimesi ayrıca “üzerinde ortaklaşa görüş beyan edilen iş” mânasına geldiği gibi görüş bildiren kimseler topluluğunu (ehlü’ş-şûrâ) belirtmek için de kullanılmaktadır (Fahreddin er-Râzî, IX, 54).

Kur’ân-ı Kerîm’in kırk ikinci sûresi Şûrâ adını taşıdığı gibi bu sûrenin 38. âyetinde şûra kelimesi geçmekte, ayrıca iki âyette aynı kökten türeyen “teşâvür” (el-Bakara 2/233) ve “şâvir” (Âl-i İmrân 3/159) kelimeleri yer almaktadır. Bunlardan “karşılıklı danışma” anlamındaki teşâvür, çocuğun iki yıl dolmadan sütten kesilmesine eşlerin karşılıklı istişare ile karar verebileceklerini belirtmektedir. Ailevî bir meselede bile istişarenin emredilip eşlerin karara eşit düzeyde katılmasının aranması, ortak sorumluluk gerektiren konularda tek taraflı iradeye dayalı uygulamanın uygun görülmediğini vurgulamaktadır. Şâvir kelimesini içeren âyette Hz. Peygamber’e iş hususunda müminlerle istişare etmesi emredilmiştir. Bununla resulün müminlere değer verdiğinin anlaşılması hedeflenmiştir.

Bir diğer yaklaşım müşavereyi, Resulullah’ın Müslüman topluma örnek olma konumuyla açıklamaktadır. Daha dikkate değer bir görüş ise söz konusu müşavere emrini, Hz. Peygamber’in akıl yönünden üstünlüğünü teslim etmekle birlikte, onun dünyevî meselelerin çözümünde gerekli bilgilerin tamamına sahip bulunmadığı ve başkalarının fikir ve birikimlerinden de yararlanmaya ihtiyaç duyabileceği biçiminde yorumlanmaktadır. (Bu konuda şunun da bilinmesi gerekir ki, alınan kararlarda azami derecede isabet etmek, çok akıllı olmakla değil, başka akıllıların akıllarından görüş ve düşüncelerinden de istifade etmekle mümkündür.) istişare eden kimseler bu kemali yakalamaktadırlar. Bizde “bin bilirsen de bir bilene danış” bilginden bir şey kaybetmezsin bilgin bin bir olur. Alacağın kararlarda yapacağın işlerde isabet etme oranı daha yüksek olacaktır.

“Şûra kelimesinin geçtiği ayet, “Onların işleri aralarında şûra iledir” biçimindeki ifade; ilk Müslüman toplum bakımından bir övgü anlamı taşımakla birlikte, ayetin aynı zamanda sonraki Müslüman toplumlara yönelik bir istek öngördüğü, dolayısıyla şûrâ’nın Müslüman toplumun bir karar alma yöntemi olarak belirtildiği açıktır. Şûrâ’nın Müslümanların diğer temel nitelikleri (iman etme, namaz kılma, infakta bulunma ve zulmü engelleme gibi konular) arasında zikredilmesi ve bu ayetin yer aldığı Sure’ye Şûrâ adının verilmesi de şûraya atfedilen önemin göstergesidir.

Ayrıca birçok ayette şûra kelimesi kullanılmadan danışmanın önemine dikkat çekilmektedir. Meselâ Hz. Mûsâ’nın, peygamber olarak görevlendirildiğinde kardeşi Hârûn’un kendisine yardımcı yapılması ve işine ortak edilmesi yönündeki duası (Tâhâ 20/29-32), klasik literatürde devlet başkanının kendisiyle istişare edeceği “tefvîz veziri” tayininin meşruiyetini açıklama bağlamında değerlendirilmiştir (Mâverdî, el-Akâmü’s-sulâniyye, s. 30, 33).

Bazı ayetlerde ise Hz. Süleyman’ın kendisine itaat etmelerini isteyen mektubunu aldığında Sebe Kraliçesi Belkıs’ın nasıl davranması gerektiği hususunda halkın temsilcisi konumundaki kişilerin görüşlerini sorduğu bildirilmekte ve onların görüşlerini almadan hiçbir önemli meseleyi karara bağlamadığı yolundaki sözü nakledilmektedir. (en-Neml 27/29-33) Bu olay, tarihsel süreç dikkate alındığında iktidarın kullanımına toplumun temsilcilerinin katılması hususunda önemli bir aşamaya işaret etmektedir.

Hadislerde şûra, “kişisel ve toplumsal düzeyde her iş için doğru karar almanın gerekli bir yöntemi” diye tanımlanmıştır (İbn Ebû Şeybe, V, 221, 298; Tirmizî, “Fiten”, 78; Aclûnî, II, 242).

Hz. Peygamber (A.S.) Müslümanlara şûrayı emrettiği gibi kendisinin de genel ya da özel işlerde ashabı ile görüş alışverişinde bulunduğu bilinmektedir. Nitekim Resûl-i Ekrem, ilk Müslüman toplumun var olma mücadelesinde belirleyici önemdeki her kararı ashabı ile istişare ederek almıştır. Bunlar arasında Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının çeşitli aşamaları, Rıdvan biatı ve Hudeybiye Antlaşması örnek verilebilir. Hicretin 3. yılında (625) Kureyş’in savaşmak için Medine’ye yöneldiği öğrenilince Hz. Peygamber, Medine’de kalınıp savunma yapılması kanaatinde olmasına rağmen müşriklerin şehir dışında karşılanmasını daha yerinde bulan çoğunluğun görüşüne uymuş ve savaş Uhud’da gerçekleşmiştir (Vâkıdî, I, 209-214; İbn Hişâm, III, 67-68).” (Diyanet İslam ansiklopedisi istişare mad. )

Bütün bu deliller göstermektedir ki İslam devletinde devlet başkanından mahalle muhtarına ve aile reisine varana kadar her kurum ve kuruluş tebaasını, memurunu ve ailesinin fertlerini de gale alarak onları da ilgilendiren işler konusunda istişare etmesi gerekmektedir. Bu durum devletten tebaaya amirden memura ve aile içi fertlere varana kadar kendilerine değer verildiğinin, onlara duyulan saygının ifadesi olarak görülür. Müminler Firavunlar gibi halkını küçümsemez, guruplara ayırıp iktidar muhalefet anlayışı ile birbirine düşman etmez.

Şimdi üzerinde durulması gereken bir konu daha vardır ki esas itibariyle tartışmaların en çok yapıldığı konulardan biridir. İstişare edilmesi gereken konular nelerdir. Yâda hangi konu istişare etmeyi gerektirir?

Hakkında açık bir hüküm bulunmayan ister ferdi/ nefsi bir iş olsun ister toplumsal bir iş olsun olayın çapına ve özelliğine göre ilgili insanlar ile istişare yapılması gerekir. Yapılan istişarenin sonunda toplumsal olaylarda son sözü toplumun lideri söyler. Bu karar çoğunluğun görüşü istikametinde olabileceği gibi; azınlığın görüşü istikametinde de olabilir. Önemli olan uygulamanın veya hükmün, olayın tabiatına uygun olmasıdır. Bedir de bir kişinin duruma müdahalesi ile Resulullah karargâhını değiştirmiştir. Irak arazilerinin gazilere verilmemesi konusunda Hz. Ömer’in görüşü bütün sahabenin itirazına rağmen uygulamaya konmuştur. Onlara Haşr suresinin 7. Ayetinden 10. Ayetine kadar okuyarak; “bunları size verirsem arkadan gelenlere neyi vereceğim” diyerek bu ganimetten tüm geleceklerin de istifade edeceği bir yolu açmıştır.  Yine Hz. Ömer, gelişen durumlara göre devletin ihtiyaç duyduğu konulardan gerek kendi içtihadı ile gerekse çevre devletlerin uygulamalarından devlet mekanizmasının işletilmesi konusuyla alakalı gördüğü konuları alarak kullanmıştır. Gelir gider konusunda divan tutulmasını İran’dan almış, Peygamberimiz de bir savaş takdiği olarak hendek kazma işini yine Selman’ın vasıtası ile İran’dan almıştı.  Bu tip işlerin teknik boyutu aletler gibidir.  Alınıp kullanılabilir. Terazi, metre, kumpas, barometre ve bil umum araç gereçleri ve vasıtaları kimin yaptığının bir önemi yoktur. Onu kullananın hangi amaçla kullandığı ve ne için kullandığı önemlidir. Bıçağı yapanın, satanın bir günahı yoktur. Günah, onu alanın nerede hangi amaçla kullanışı ile ortaya çıkan bir durumdur. Bu nedenle günah ne aletin ne de onu yapanındır. Bu nedenle İslam devleti ihtiyaç duyduğu teknik konuları gündeme getirir ilgili kurum ve şahıslar ile istişare eder. İslamın insan için gözetmiş olduğu beş esasına (Dinin, aklın, nefsin, neslin ve malın korunmasına) zarar veren bir durum yoksa alıp kullanır.

Şimdi Kur’an her konuya gereken çözümü getirmiştir. Kur’an bize yetmiyor mu ki İçtihada, İstişareye ihtiyaç duyalım gibi bir itiraz çok sathi bir bakışın sonucudur. Elbette Kur’an müminlerin uyması gereken temel prensipleri eksiksiz ortaya koymuştur.  Yapılan içtihatlar, uygulamalar, istişareler ve bil umum uygulamalar bu rotayı takip ederek yapılmak zorundadır. Burada anlaşılması gereken konu şudur: Kur’an da 6236 ayet vardır. İnsanların kıyamete kadar karşılaşacağı sorunların ise sayısı belli olmadığı gibi; her birinin şartları, sebepleri de kendine özgüdür. İşte bu sorunların çözümünde yine Kur’an’ın hakemliğinde çözüm bulmak zorundayız. Sorunumuzla ilgili olarak ayetin delaleti açıksa yapılacak şey bellidir ayetin hükmüne uyacağız. Değilse ayetler ile çelişmeyecek bir çözüm için dini ve dünyayı bilen insanlarla çözüm arayacağız. İşte rabbimiz de bunun yolunu açarak ; “onların işleri aralarında istişare iledir” buyurmuştur.

Bugün İslam uygulanmadığı için birçok insanın herhangi bir sorunu yokmuş gibi uydum kalabalığa anlayışı ile yaşayıp gidiyor. Ancak İslam’ı yaşamak gibi bir derdi olan Müslimlerin içinden çıkamadığı bir dünya problemleri vardır ama çözecek bir Şûrâ’ları yoktur. Yaşadığımız asrın müşküllerini çözecek müçtehitleri de yoktur. Diyeceksiniz ki, “Müslümanların” böyle bir dertleri de yoktur!.. Haklısınız! Zaten bütün sorunumuz da budur. Hastalığını bilmeyen ve  hasta olduğuna inanmayan bir hastanın tedavisi de mümkün olmazmış!.. Bu nedenle önce hastalığımızı tespit edelim ki nasıl tedavi edeceğimizi de bilelim. Bizim en büyük hastalığımız bilmemek ve işin garip tarafı bilmediğimizi de bilmemek. Onun için çok kolay konuşuyoruz. İslam sistem olarak uygulamaya konduğu zaman, Halkın her türlü müşkülünü İslam’a göre çözmek mecburiyetindesiniz. Kaçamak yapamazsınız, İlgisiz kalamazsınız, hem halk nezdinde hem de hak nezdinde sorumlusunuz. Karşılaşacağımız problemlerin çözümünde meşru olan her yolu kullanarak; kitaptan, sünnetten, işin ehli olan uzmanların görüş ve düşüncelerinden faydalanarak doğru çözümler üretmeye çalışacağız.  Nebevi mektebin ilk mezunlarından Hz. Ömer duyduğu endişeyi şöyle dile getiriyor: “Nil kıyısında bir keçinin yavrusunu kurt kapsa onun hesabını Allah Ömer’e(r.a) sorar diye korkuyorum” diyor. Her mümin aynı endişeyi duymak zorundadır. Resulün ifadesiyle: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğü sürünüzden mes’ulsünüz” buyurmuştur.  İslam’ın İğ’lası insanlığın ihyası için, çözüm üretecek insanlarla istişareye, insanlığa yol gösterecek Şûrâ’ya ihtiyacımız vardır.  Bu mesuliyetin farkında olanlara selam olsun diyoruz…

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı