
İslami nizamda toplumsal düzeni ve adaleti nasıl sağlarız?
Selam’un Aleyküm
Sağlık ve afiyette olmanızı Rabbimden niyaz ederek sözlerime başlıyorum. Viyana’da çeşitli fakültelerde eğitim gören bir kaç kişiyiz. Hal böyle olunca sosyal çevremizde her türlü insanla muhatap oluyoruz. Özellikle tabi’i ki Müslüman olduğumuz için bu yönde çok farklı sorulara ve yeri gelince de sözlü tacizlere maruz kaldığımız oluyor. Bunları herhangi bir şekilde aşmak mümkün ama ne var ki son zamanlarda, her ne kadar tevhidi okumalar yapıyor olsakta, sistemin yanlışlığını, Allah’ın hükümlerini göz ardı ediyor olmanın büyük mesuliyetini biliyor ve bunu kısmen açıklıyor olsakta bir nokta var ki gelince tıkanıyoruz. O da İslami nizamın isleyiş Şekliyle ilgili. Önümüzde Medine hariç hiç bir örnek model olmaması… Şeriat denilince İran, Afganistan, Suudi Arabistan gibi ülkelerde ki hukuk alanını kastettiğimizi düşünenler elbette çok doğal olarak kabul etmeyeceklerdir. Eğer Kur’ani çerçevede değil de, geleneksel din anlayışıyla bakıyor olsaydık eminim ki bizlerde kabullenemeyecektik bu durumu. Biz bu konuları karınca-kararınca açıklamaya çalıştığımız vakit bizi en çok zorlayan mesele böylesine homojen bir toplulukta Allah’ın hükümlerini getirseniz bile toplumsal düzeni nasıl sağlayabileceksiniz? Bu zamanda şeriat olmaz..tarzı söylemler oluyor. Hakikaten hocam, şeriat eğer gelirse o çok kızdığımız yasakçı zihniyet gibi mi olmak zorunda kalacağız? Elbette ilkemiz ve amacımız en basta adaleti sağlamak olacaktır, lakin çoğunluğu Müslümanlardan oluşan bir toplumda diyelim ki; tesettür ayetle sabit farz olduğu için anayasamızda bunu zaruri mi kılacağız? İran’da ki rejim gibi birçok şeyi dayatmak zorunda mı kalacağız? Devlet olarak toplumda ahlaki bozulmalara sebep olan etkenleri kıskaca almak, o toplumda ki şeriatı istemeyen kesimin özgürlük alanlarına müdahale etmek gibi algılanmayacak mı? Bu da yine mutlak anlamda adalete ters bir unsur değil mi?
Örnekleri çoğaltmak mümkün, bizi anlamanızı umut ediyor, saygılarımızla en güzel temennilerimizi gönderiyoruz.
Değerli Kardeşlerim!
Sizleri ve sıkıntılarınızı elbette anlıyoruz. Fakat her düşüncenin kabulünde ve tebliğinde bu tür rahatsızlıklar her zaman yaşanmak zorundadır. Her doğum sancılı, her nimete ulaşmak için bir külfetin göğüslenmesi gerekmektedir. Bu nedenledir ki hiçbir peygamber kavmi tarafından gül ile karşılanmamış; kendi kavminden en sert biçimde tepki görmüştür. Bu insanlar işi mi bilmiyorlardı; yoksa nerede ne söyleyeceklerini mi? Hâlbuki neyin söyleneceğinin kararını Allah veriyordu. Her şeyi bilen Allah, kullarının nasıl karşılayacağını da biliyordu. Allah Teâlâ Kur’an’da Muhammed (as)’ın içinde bulunduğu durumla ilgili olarak şu öğüdü veriyor:
“Andolsun, onların söylemekte olduklarına karşı senin göğsünün daraldığını biliyoruz. Sen, hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden/ gönülden boyun eğip itaat edenlerden ol. Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (Hicr 15/97-99) Görüldüğü gibi bu işin doğası budur. Bir hayat anlayışını yaşanan hayata rağmen, hayata geçirebilmenin yolu her zaman çileli ve zor geçitlerle doludur. Müslüman’ın Allah’a olan İman ve güveni, O’na olan tevekkülü sayesinde zor olan nice şey kolay hale gelmektedir. Bunca mücahit ve mücahide (Allah’ın adını yüceltmek, dinini insanlara ulaştırmak için canla başla gayret edenler) malıyla ve canıyla mücadele ederek Allah’ın rızasına ulaşmak için çalışmalarını azim ve kararlılıkla sürdürmektedirler. Rabbimizin Elçisine tavsiye ettiği gibi:
“Sen Rabbinin hükmüne kadar sabret; balık sahibi (Yunus) gibi olma, o, pek üzgün olarak Rabbine seslenmişti. Rabbinin katında ona bir nimet erişmiş olmasaydı; mutlaka o, kınanmış olarak çıplak bir yere atılacaktı. Fakat Rabbi onu seçti de iyilerden kıldı.” (Kalem 68/48-50)
Bununla birlikte Kur’an’da anlatılan Peygamber kıssalarının nihai amacı, elçinin içinde bulunduğu ruh haline uygun olarak anlatıldığını ve bu yöntemle elçinin gönlünün yatıştırılıp tatmin edildiğini görüyoruz:
“Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” “İnanmayanlara de ki: Elinizden geleni yapın, biz de yapacağız.” (Hud 11/120-121)
Bu konuda yüzlerce ayet bu minval üzere anlatılmaya devam edilir. Bu yola çıkanın başka bir seçeneği yoktur. Malum cennet ucuza verilmiyor. Bizden öncekilerin ödediği bedeli ödemeden oraya sahip olmak mümkün değildir. Bunu baştan “Lailahe İllallah” dediğimiz gün kabullenerek, malımızı, canımızı ve rahatımızı cennet karşılığında Rabbimize vermeyi taahhüt etmişizdir:
“Muhakkak ki Allah, müminlerin mallarını ve canlarını, karşılığı cennet olmak üzere satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar; öldürürler ve öldürülürler. Bu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kendi üzerine hak bir vaaddir. Kim Allah’tan daha çok ahdini yerine getirebilir? Öyleyse yapmış olduğunuz bu hayırlı alış-verişe sevinin. En büyük kurtuluş işte budur.” (Tevbe 9/111)
Buraya kadar anlatmaya çalıştığım giriş kısmı, bir beldeye İslam’ı getirmek, oranın insanına İslam’ı anlatmak isteyen tebliğcilerin karşılaşması muhtemel hatta kaçınılmaz olan olaylar zinciriydi. Ancak sizin üzerinde durduğunuz konu daha ziyade bir beldeye veya ülkeye İslam devlet olarak hakim olduğu zaman, takip edeceği siyaset ve hakim olmayan azınlıklara karşı yapacağı uygulamanın nasıl olacağı ile ilgili idi.
Bu olayları değerlendirir iken ilk örnek hiçbir zaman göz ardı edilemez. O örnek, Peygamberin önderliğinde ve vahyin denetiminde, fertten devlete gidişi ve devlet olduktan sonra izlediği çizgiyi, mükemmel bir şablon olarak önümüze koymak zorundayız. Peygamberimizin Mekke ortamında mevcut anlayışlarla hiçbir uzlaşmaya / entegrasyona girmeden, davasını tebliğe devam sürecinde, vahyin tedricen geldiğini biliyoruz. Bu dönemde gelen vahiylerin daha ziyade ferdin düşünce dünyasını ilgilendiren ve onları yanlışlardan arındıran uygulamalar ile ilgili olduğunu görüyoruz. Burada geçen on üç yılın sonunda gelinen nokta itibariyle, orada yaşama şansı kalmamış; ümmetin hicretle Medine’ye intikali temin edilmişti.
Hicretle birlikte ümmetin hayatında ikinci safha / Devlet olma safhası başlatılmıştır. Bunu hem vahyin izlediği engin stratejide, hem de Peygamberimizin izlemiş olduğu siyasi uygulamalarında görmemiz mümkündür. Medine’ye gelir gelmez ilk yapılan iş, şehrin güvenliğini sağlayacak küçük askeri birlikler teşekkül ettirerek dışarıdan gelecek tehlikelere karşı hazırlıklı olmak için gözcüler ve nöbetçileri şehir dışına göndererek bölgenin ve şehrin güvenliğini sağlamıştır. Şehrin hudutlarını belirlemiş. O beldede yaşayan diğer dinlere mensup insanlarla Vatandaşlık anlaşması adı altında 47 maddelik bir sözleşme yapmıştır. Burada hâkim güç Müslümanlar olarak temayüz ederken, peygamberimiz de bu gücün sevk ve idare edeni / lideri olmuştur. Müslümanların toplanma yeri olarak mescid inşa edilmiş, yeni kurulan devleti buradan idare etmeye çalışmıştır.
Vahyin inzal sürecinde de yeni bir döneme girilmiş, Cihada/ savaşa izin verilmiştir. (Hac 22/39), Cuma/ toplantı namazı farz kılınmış. Ramazan orucu, buna bağlı olarak ramazan ve kurban bayramları ve kurban ibadeti sosyal bir uygulama olarak icra edilmeye başlanmıştır. Şarap, kumar ve fal oklarıyla kısmet aramanın yasaklanması gibi, hayata ait hükümler tedricen on yıllık bir süreçte tamamlanmıştır. En son gelen yasak faize ait uygulamadır. En son gelen ayet olarak Maide suresinin 3. Ayetiyle Dinin tamamlandığı bildirilmiştir. Kur’an’ın ahkâm ayetlerinin tamamı Medine de gelmiştir.
Kureyş’in müşriklerine karşı kazanılan bedir zaferi, tarihi bir dönüm noktası olmuştur. Bu olay, artık İslam’ı ve Müslümanları bölgenin hâkim unsuru haline getirmiştir. Bu durum bölgede meskûn Yahudi kabileleri ve müşriklerle ard-arda yapılan savaşlarla tescillenmiş; en son Hudeybiye anlaşmasıyla dünya ölçeğinde resmiyet kazanmıştır. Mekke’nin fethiyle de yerel fitnenin kaynağı kurutulmuştur…
Bu safhada Peygamberimizin İslam olmayan unsurlara karşı yapmış olduğu uygulama, bizim için asla göz ardı edilemeyecek bir örneklik oluşturmaktadır. Bizler dinimizi yaşamada namaz ve abdest gibi konularda peygamberimizi örnek aldığız gibi, fertten devlete gidişte takip edeceğimiz yol ve yöntemde de peygamberimizi örnek almak zorundayız. Çünkü İslam akidesiyle, ibadetiyle, ahkâmıyla ve ahlakıyla, iktidara gidişte ve iktidar olduktan sonra izleyeceği yol ve yöntemde de aynı kaynaktan beslenen bir bütünlüğe / tevhidi bir anlayışa sahiptir. Akidesi İslam’ca olanın siyaseti ecnebice olması asla tevhidi olamaz. Ancak zulüm olur. Bu dinin siyasetini ibadetinden ayrı görmek mümkün değildir. O nedenle ibadet ederken itaat ettiğimiz Allah’a, siyaset yaparken de itaat etmenin gerekliliğine inanmadan, tevhidi bir inanca asla sahip olamayız. Bu ayrılmazlığı beynimize kazımalıyız…
Gelelim İslam’ın hâkim olduğu toplumdaki gayri Müslim ve Müslim olan insanlara karşı nasıl davranılacağı konusuna. Bu konuda Kur’an’ın koymuş olduğu ana ilkeler çerçevesinde toplumsal hayatı düzenlemek, günü yaşayan Müslümanların en başta gelen sorumluluğudur. “Dinde zorlama yoktur” (Bakara 2/256) ilkesinden hareketle her din ve inanç sahibi hak-batıl inancını yaşamada hak sahibidir. Devlet bunu garanti altına alır. Bu garanti altında ibadetini yapar, mabedini yapar, dininin gerektirdiği her türlü icraatını yapmasına imkân tanınır. Devlet bu konuda herhangi bir yasak koymaz. Yine giyim ve kuşamını dinin gerektirdiği şekilde icra eder. Ancak hiçbir hareketi fitneye, kargaşaya, genel ahlakı bozmaya ve kamu düzenine zarar vermeye yönelik bir boyutu olmamak kaydıyla. Hiç kimse unutmamalı ki, yaşadığınız ülkede sizden başka inanç sahipleri de vardır. Kendinizi rahatlatırken başkalarını rencide etmemeye azami duyarlılığı göstermek zorundasınız.
Kamu düzenini sağlamak hâkim hukukun hakkıdır. Müslümanlardan ve İslam devletinden söz ettiğimize göre topluma hâkim olan İslam, o noktaya gelmek için verdiği mücadelede kendini topluma kabul ettirmiş olmalı ki, toplum da kendisini hükmetme makamına taşımış olsun. İslam’ın hâkim olduğu bir ülkede İslam’ın her türlü güzellikleri görünür ve yaşanır olacağından, rağbet edilen yaşam tarzı da İslam’ın ön gördüğü yaşam tarzı olacaktır. Uzun yıllar bunun özlemini duyan, mücadelesini veren bir toplumdan başkası beklenemez. Böyle bir toplumda Müslüman’ım diyen bir kimsenin alenen bir haramla iştigal etmesi bırakın devleti en yakınları tarafından hoş karşılanmaz. “Emribil ma’ruf nehyi anil münker” iyiliği emretmek kötülüğü yasaklamak her Müslüman’ın asli görevi olduğunu unutmayalım. Bu nedenle hem toplumun hem de devletin izleyeceği, hem doğru olanı öğüt ve nasihat yoluyla tebliğ; hem de uymayanlara karşı yürütülecek siyaset, gerekli caydırıcılığı temin edecektir. İslam’ın yaşandığı bir ortamda uygunsuz davranışlara toplum, gereken tepkiyi koyacağı için kimse tevessül edemez. Yok, eğer böyle bir şey yoksa yani toplumda böyle bir anlayış yoksa zaten o toplumda İslam da yok demektir. Çünkü Allah Rad suresi /11 de bunun değişmez kuralını koymuştur. “Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe Allah da onların üzerindeki hükmünü değiştirmez” buyurmuştur. İslam’ın olmadığı yerde İslam’ın hâkimiyeti de olmayacak zulüm hâkim olacaktır. Zulüm deyince aklınıza işkence edilen, itilip kakılan, kırbaçlanan insanlar topluluğu gelmesin. Elbet bunların yaşandığı zamanlar olmuş hala da olmaya devam ediyor. Şu an üçüncü dünya ülkelerinde, uzak doğuda, Afrika’da, Orta doğuda ve batının batıl zihniyetinin girdiği her yerde dökülen kanın sebebi işte bu zulüm anlayışlarıdır. Çünkü Allah’ın kullarına Allah’tan başkasının yasalarıyla hükmetmek zulümdür. (Lokman 31/13) Adalet ise, hakkı ait olduğu yere koymaktır diye tanımlanır. Hakkın ne olduğunu, kime ne miktar verileceğini ve nasıl verileceğini tespit eden ise, hüküm koyma yetkisine sahip olan Allah’dır. İşte bu, İlahlığı Allaha vermektir. Toplumlar bunu teslim etmedikleri gibi kendilerini ilahlık makamına koyarak, Allah’ın hayata müdahalesini, hayatı düzenlemesini istemiyorlar. Putlarını kendileri yapıp kendileri tapıyorlar.
Bu girişten sonra bahsetmiş olduğunuz diğer konuları ele alarak İslam’ın bu konulardaki yaklaşımlarını birlikte anlamaya çalışalım. Öncelikle “Adalet” konusundaki anlayışımızdan başlayalım:
Adalet sözcüğü, Arapçada “ayın-dal- lam” harfleriyle ifade edilen “adele” fiilinden türetilen “el adâletü” eşitlik denklik anlamına delalet eden bir lafızdır. “Adlün” sözcüğü, hükümlerde olduğu gibi, basiretle idrak edilen konularda da kullanılır. Örneğin: Maide 95 de geçen, kurban konusu ile ilgili olarak: …”veya onun dengi oruç tutmaktır” ayetinde olduğu gibi denk eşit demektir.
“Adlün” sözcüğü, tartılan, ölçülen, sayılan şeyler için kullanıldığı gibi, duyularla algılanan konularda da kullanılır. Eşit, denk bir biçimde dağıtmak demektir.
Adalet iki çeşittir: Birincisi Mutlak adalet. Akıl bunun güzelliğine hükmeder. Hiçbir zaman neshe tabi değildir ve hiçbir şekilde hakka tecavüz veya zulüm olarak nitelendirilemez. Örneğin, sana ihsanda bulunana ihsanda bulunman veya sana sıkıntı vermekten sakınan kimseye sıkıntı vermekten kaçınmak gibi.
İkincisi ise, adalet olduğu şeriat yoluyla bilinebilen ve bazı zamanlarda neshedilebilen adalet. Örneğin kısas, yaralamalar, sakatlamalar karşısında verilen diyetler. ( …o halde kim size tecavüz ettiyse, sizde ona misliyle tecavüz edin. Bakara 2/194), (Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Şura 42/40) ayetlerinde belirtildiği gibi.
Burada Adalet, hayır olduğunda hayırla, şer olduğunda da şer ile karşılık vermektir. İhsan ise, hayra daha ziyadesiyle, şerre de daha ehveniyle karşılık verilmesidir.
“İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır.” (Şura 42/15 )
Burada bilmemiz gereken hakikat, neyin adalet olacağı konusunun tespitidir. Bu insanların keyfine bırakılmış bir konu olamayacağına göre, bu tespiti kim yapacak? Hangi konuda neyin adalet olduğunun ölçüsü ne olacak? Bu gün “evrensel doğrulardan” “ genel adaletten” “çoğunluğun belirleyiciliğinden” bahsedilmektedir. Bizler bir hükmün adil olması için bu kıstaslara uygunluğuna bakarak mı karar vereceğiz? Evrensel doğrular denilen garabet demokratik dünyanın kendince kabullendiği doğrularıdır. Genel adalet anlayışı ise, hiçbir zaman İslam’ın adalet anlayışı ile bağdaşması mümkün değildir. Çünkü bu değer yargılarını tespit eden zihniyet, Allah’ı Hayattan kovan, yeryüzüne müdahale etmesine razı olmayan seküler zihniyettir. Şimdi bu zihniyetin adalet anlayışı ile İslam’ın adalet anlayışını nasıl buluşturacaksınız? İnsana ilahlık veren, insan aklını ilahlaştıran ve gönlünden geçenleri gerçekleştirmek için her türlü imkânı sağlayan, böylece onu arzularının kulu yapan zihniyetle İslam’ın kulluk anlayışını nasıl bağdaştıracaksınız? Özgürlüklerine sınır tanımayan zihniyeti ilahi mesajın sınırlarında nasıl durduracaksınız? Hâlbuki Allah, imanı küfürden, mümini kâfirden, temizi pis olandan, Hakkı batıldan daima ayırmakta ve her hareketimizi bir hükümle kayıtlamaktadır:
“Sen onların dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara 2/120)
“İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran 3/104)
“( Ey Muhammed!): Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Dikkat et, Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmasınlar. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da, zaten yoldan çıkmışlardır.” (Maide 5/49)
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). Sizden kim onları dost edinirse o da onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” (Maide 5/51)
“Ey iman edenler; benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişken onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar; Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı sizi ve peygamberi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz, benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak için (bu yola) çıkmışsanız; onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben, sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden kim bunu yaparsa; şüphesiz ki doğru yoldan sapmış olur.” (Mümtehine 60/1)
Ayrıca, Maide 44,45 ve 47. Ayetlerinde : “Allah’ın İndirdiği hükümler ile hükmetmeyenlerin sırayla: kâfirler, zalimler ve fasıklar olacağı tehdidinde bulunulmaktadır. Şimdi bu güne kadar Allah’tan ve onun yasalarından razı olmayan kalabalıklar, bundan sonra razı olmaları kuzu -kuzu itaat edip bizimle dost olurlar mı? Ya da biz Allaha kul olmaya devam ettiğimiz sürece yani Allah’ın dininden vazgeçip onların dinine girmedikçe onlar bizimle dost olabilirler mi? Bunun mümkün olamayacağını yukarıda zikretmiş olduğumuz ayetler göstermektedir.
Tekrar adalete dönersek: Adalet, “Hakkı ait olduğu yere koymaktır” demiştik. İnsanların ve tüm yaratılmışların hakkını belirleyen Allah İslam şeriatında bunları tüm ayrıntıları ile belirlemiştir. Verilen hükmün adil, yapılan işin adalet olması için, Allah’ın şeriatı ile hükmetmek gerekmektedir. Zira burada adaletin belirleyicisi Allah kaynağı ise Kur’an’dır.
Örneğin: Bir hâkim, kız erkek kardeşler arasında babalarının mirasını paylaştırırken, ayetin açık hükmüne göre erkek kardeşlere iki kız kardeşe bir hisse vererek paylaştırmak zorundadır. Bundan başka vereceği hüküm adalet olmayacaktır. Allah’ın hükmü budur ve bunu uygulamanın adı adalettir. Bu nedenle adalet eşitlik demek değil şeriata uygun şekilde hükmetmektir. Cezalar konusunda da işlenilen suçun Allah tarafından takdir edilen cezası ne ise, suçluya aynen uygulanması ile adalet yapılmış olacaktır. Bundan başkası ise zulümdür.
İslam devletinde Müslümanların durumu bu iken Müslüman olmayan toplulukların öncelikle kendi aralarındaki işlerinde kendi yasalarına göre yargılamak esastır. Ancak olay kendi aralarında değil de taraflardan biri Müslüman ise, o zaman da İslam’ın hukukuna göre yargılanır. Kamusal alanda ise bütün vatandaşlar için hâkim olan hukuk geçerlidir.
Müslüman olmayanlara İslam’da zimmet ehli tabiri kullanılır. Zimmet ehli olanlar İslam devletinde yaşarken hane masumiyetine, Din dil, can, mal ve namus emniyetine sahiptirler. Ancak toplum düzenini bozucu, genel ahlak kurallarını ihlal edici, başkalarını rencide edici hiçbir davranışta bulunmalarına müsaade edilmez.
Anlayacağınız bu güne kadar yeryüzünde yasaksız hiçbir dünya görüşü ve hukuk anlayışı olmamıştır. İçinde yaşadığınız sistemlerde sisteme yönelen en ufak bir hareketin nasıl tepkiyle karşılandığını görüyorsunuz. Yasaları ihlal eden bir ferde polisin yaptığı uygulamalara da şahit oluyorsunuz. Peki, bu insanlık hayatı düzenleyen yasaları ve bu yasalarla sağlanmış yasakları olmayan bir dünya, bir devlet, bir ideoloji biliyor mu? Bildiğimiz her dünya görüşü kendi inancına uygun olarak kişi hak ve hukukunu belirleyerek halkını yönetiyor. Doğrusuyla eğrisiyle uygulanan budur. En küçük ölçekli birliktelik olan aile içi uygulamalar da böyle olduğu gibi, En büyük ölçekli devletlerde de bu kural böyledir. Kuralsız, hukuksuz, müeyyidesiz, yasaksız, herkesin istediğini yapacağı bir dünya düşünmek mümkün değildir. Yasaklar elbette İslam devletinde de olacaktır. Bir farkla ki, İslam fıtrat dinidir. Bu nedenle onun koymuş olduğu yasalar, emir ve nehiyler, öğüt ve tavsiyeler, ceza ve yasaklar insanda ki fıtratın korunması, İnsanın ve insanlığın selameti içindir. Bu selamet ham dünya hem de ahreti içermektedir. Kısacası yasaksız bir hayat, sadece müminler için cennette olacaktır. Oraya girme şerefine ulaşanlar için yasak koymaya gerek olmayacaktır. Çünkü onlar dünyada iken de yasalara ve yasaklara uydukları için buraya girmeyi hak etmişlerdir. Ancak dünyada ne yaparsanız yapın hem insanları hem de Allah’ı razı edemezsiniz. Bu insanlar kendilerini ve içinde yaşadıkları şu dünyayı hizmetine sunan Allahtan razı olmuyorlar ki, sizden veya bizden razı olsunlar. Hem bizim işimiz ve sorumluluğumuz onları razı etmek değil ki; ancak Allah’ı razı etmektir.
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.” (Enam 6/116)
“Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir.” (Yusuf 12/103)
“Onların çoğu, ancak Allah’a, ortak koşarak iman ederler.” (Yusuf 12/106)
“Ey iman edenler; küfredenlere uyarsanız ökçelerinizin üstünden sizi geri çevirirler de hüsrana uğrayanlardan olursunuz.” (Ali İmran 3/149)
“Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara 2/120)
Bu nedenle Müslümanlar olarak diyoruz ki, biz Allah’ı dost edinelim. Dünyada ve Ahirette Bizim dostumuz ve velimiz Allah olsun. İnanıyoruz ki, O’nun dostluğunu kaybeden her şeyini kaybetmiştir.