Namazın rek’at sayısı ve nasıl kılınacağı nerden öğrenilmiştir?
Soru : Kur’an’da belirtilen namazın bütün peygamberlerin hayatında olmasına rağmen rek’at sayısı ve nasıl kılınacağı yoktur. Bunlar rivayetlere dayanıyor. Sizce namazı kişi kendini Allah’ın huzurunda nasıl rahat hissederse öyle mi kılmalı yoksa istediği gibi mi kılmalı veya rivayetlerde olduğu gibi mi kılmalı?
Cevap: Sorunuzda dile getirdiğiniz konu, içinde yaşadığımız neslin sorunlarından biridir. Atalarının yolunu terk eden insanlardan bir kısmı Kur’an’a yöneldiler ancak, geçmişlerinde ki asabiyet farklı bir biçimde yüzeye vurunca, Kur’an’ı getiren ve de yirmi üç yıl çeşitli boyutlarda Kur’an’ı yaşayan bir Peygamberi beraberinde bulunan örnek bir nesli görmezlikten gelerek dini anlamaya kalkışınca ortaya böylesi sakat anlayışlar çıkıverdi.
Bu din bir dönem gönderilmiş, gönderildiği nesilce anlaşılıp Peygamberin örnekliğinde yaşanmıştır. O Peygamber hayatının son on yılında İslam devletinin başkanı sıfatıyla Medine mescidinde cemaata imamlık yaparak toplu halde namaz kıldırmıştır.
Toplumların zihnine kazınan bu uygulamalar inkıtaa uğramadan zamanımıza kadar geldiği de bir vakıadır. Bunları yok sayarak yola çıkarsak yaya kalacağımız mukadder olacaktır. İnanıyoruz ki Allah her dini bir peygamberle göndermiştir. Peygambersiz din olmadığı gibi kitapsız bir din de koymamıştır. Peygamber kitabı dillendirip konuşturan, yaşayıp hayata uyarlayan insandır. Onun uygulaması yanlış olduğu takdirde Allah tarafından düzeltilme şansına sahiptir. Bu açıdan olaya bakacak olursak Peygamberimiz’in hayatında kıldığı namazın yanlışlığıyla ilgili Kur’an’da hiçbir işaretin olmaması demek, onun uygulamasının doğruluğunun delilidir. Bizim için önemli olan yaptığımız işin Allah tarafından beğenilmesidir. Peygamberin kendi içtihadı olması veya vahiyden anladığını yapmış olması sonucu değiştirmez.
Bunun bir başka açıdan değerlendirilmesi ise, sorunuzda da konu ettiğiniz gibi temel ibadetler bütün peygamberlerde vardır. Uzun yıllar bir topluma mal olmuş uygulamalar kısa zamanda yok olup gitmezler. Toplum durdukça varlıklarını sürdürürler.
Arap yarımadasında ve Ortadoğu’nun coğrafyasında çok kısa aralıklarla peygamberler gelmiştir. Bunların bir çoğu aynı çağda aynı coğrafyada gelmişlerdir. Muhammed (a.s) ile Isa (a.s) arasında geçen zaman beş yüz küsur yıldır. Bu kadar kısa zamanda bir peygamberin getirdiklerinin silinip gitmesi mümkün değildir.
Hz. Muhammed (a.s)’ın yaşadığı toplum ticaret ile uğraşan, bu nedenle de yarımadayı Yemen’den Suriye’ye ve Bizans’a kadar baştan başa dolaşan insanlar olmasının yanında İbrahim ve İsmail (a.s) gibi iki peygambere ev sahipliği yapmış, Kabe gibi bir Beytullah’a da komşuluk etmişlerdir.
Dosdoğru Hanif dininin izleri kaybolup gitmemiştir. Tevhid bozulup şirk hakim olsa da Hak dinin takipçisi olan Hanifler hep olagelmiştir. O toplumun içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bunlarla beraber Yahud ve Nasârâdan da namaz kılan insanları eksik olmamıştır. İçinde yaşadığımız topluma şirk hakim olmasına rağmen namaz, oruç, zekat, hac ve diğer ibâdî anlayışlar aynen sürmekte olduğu gibi, o toplumda da varolduğuna inanıyoruz.
Hz. Muhammedi namaz kılarken gören Ebu Talip kimin dini üzerine olduğunu sorar, O da ‘atam İbrahim’in dini üzerindeyim’ cevabını verir. Buna herhangi bir itiraz getirmez.
Bizi yanıltan olay o günkü toplumu hiçbir şey bilmeyen birileri olarak görmektedir. Halbuki onlar da Allah’a inanıyorlar. O’nu Kabenin Rabbi olarak biliyorlardı. Şirk toplumlarında Allah inancı vardır. Şirkin olmazsa olmaz şartı Allah’a inanacak onunla beraber bir ilaha daha inanacak ki müşrik olsun, inkar edenin adı İslâm literatüründe kâfirdir.
Bu nedenle Muhammed (a.s) onları şirkten tevhide çağırıyor idi. Keyiflerine göre hayatı tanzim edenleri, Allah’ın dinine, düzenine davet ediyordu. Mekke toplumunda Kusay zamanında zekat toplanıp, Kabe’ye gelen hacıların hizmetinde ve Kabe’nin bakımı için kullanıldığı rivayetleri vardır. Kısaca Arap toplumu ne namaza, ne oruca, nede hac ve zekata yabancı değillerdi. Namazın orjinal ifadesi olan ‘salat’ kelimesi o toplumda hem ibadet hem de dua anlamına geldiğinden kimse Rabbına dua etmeyi, kıyam, rüku ve secde etmeyi garip bulmuyordu.
Bunca yaşanan hayatı ve sabık malumatı bir yana koyarak dünyayı yeniden keşfetmenin anlamının olmadığına inanıyoruz. Allah’ın hiçbir ayette namazın kılınışını tarif etmemiş olması yapılan uygulamanın düzeltilmeden kabul görmesi Muhammed (a.s)’ın toplumunda namazın bilindiğinin en açık delilidir diyoruz. Çünkü Allah’ın bir emir verip de onu nasıl yapılacağını bildirmemiş olması düşünülemez. Vahyin mantığında bilinene işaret edilir, bilinmeyeni de en ince ayrıntıya kadar izah eder. Çünkü Kur’an, anlaşılmak için, öğüt için Furkan olarak gönderilmiş bir kitabdır. Olayları belirsizliğe terk etmez mübeyyendir, açık açık beyan eder.
Günlük hayatımızda bile mutfağa çay yapmak için yolladığımız insan işi bilen biri ise, sadece ona çay yap der iken işi bilmeyene çaydanlığın temizliğinden koyacağı su ve çay miktarına, bardakların hazırlanmasına varana kadar anlatmaya kalkarız. Hatta çayı ne kadar sonra doldurması gerektiğini izah etmenin gereğini duyarız.
Allah da toplumun Rabbi’dir, onun terbiye edicisidir. Maksadına uygun bir biçimde emirlerinin yerine getirilmesi için gereken bütün ayrıntıları izah etmekten çekinmez. O, bir sivri sineği bile misal vermekten çekinmediği gibi, namazı da izah ederdi. Malumu ilan etmemiştir diye düşünüyoruz.