Yeni Denge Arayışları Süreci’nde NATO/ABD
Rusya’nın Ukrayna’ya girmesiyle daha da derinleşen “enerji ve gıda krizi”, küresel ve bölgesel düzlemde hareketlenmeleri de beraberinde getirdi… 1945 sonrası şartlardan farklı bir düzlemde küresel ve bölgesel “yeni denge” arayışında ABD, NATO’nun genişlemesi ve yeni stratejik hedeflerinin belirlenmesi için adımlarını sıklaştırdı… İngiltere ile birlikte Rusya, özellikle de Çin’e karşı güçlü bir ittifak oluşturma planlarını sahaya indirdi… Bu arada, geçen ayın sonunda yapılan NATO Zirvesi’nde, NATO’nun genişlemesi ve bu bağlamda AB ülkeleri ve “yeni Türkiye”nin ittifaktaki yeni konumu ve misyonu gündeme geldi… Gündemde yer tutan önemli bir gelişme de İngiliz Başbakanı’nın -güya parti içi baskılarla ve bazı davranışları nedeniyle- istifaya zorlanması. Ki bu gelişmenin arka planında küresel güç odaklarının strateji savaşlarını arayanları yabana atmamak gerekmektedir… Keza Japonya’nın eski başbakanı Şinzo Abe’nin, seçim çalışmaları sırasında, suikast sonucu öldürülmesinin arka planında da stratejik mücadelenin değişik unsurlarını görebilmek mümkün olacaktır… Zira Abe yeni şartlarda Japonya’nın silahlanması ve nükleer silah sahibi olmasını savunan bir liderdi. Aynı zamanda Rusya ve Çin ile Japonya’nın ihtilaflı olduğu konularda şahin politikaları dillendirdiğini söylemek mümkündür…
Yukarıda bir kısmını hatırlattığımız ve temmuz ayına da sarkan, hatta bir süre daha konuşacağımız malum gündemin ilk sırasına NATO’nun genişlemesi ve ABD’nin konumu ile başlayalım isterseniz… Hatta bu ayki yorumumuzu bu konu çerçevesinde kurgulayalım…
Bilindiği üzere NATO’nun genişlemesi hususu, ABD’nin gelecek ve güvenlik planlarının öncelendiği ve AB ülkelerinin güvenlik kaygılarının da dahil edildiği stratejik bir tartışmadır. Ancak hemen belirtelim ki genişlemesi planlanan NATO, 1945 sonrası kurgulanan ve ABD’nin kontrolündeki NATO gibi olmayacaktır. Her ne kadar bu süreçte de ABD’nin güvenlik ve gelecek planları öne çıkacak olsa da özellikle İngiltere, AB’nin güçlü ülkeleri ve en önemlisi de -geçmişin aksine- Osmanlı’nın bakiyesi olarak kendini hissettirmeye başlayan “yeni Türkiye”nin ittifak içindeki ve/veya zamanla dışındaki konumu ve misyonu da kritik öneme sahip olacaktır. Öyle ki Türkiye, kuruluş süreci ve II. Dünya Savaşı sonrası gündeme gelen ABD’nin kontrolündeki/vesayetindeki bir ülke olmaktan hızla uzaklaşmaktadır. Dahası Türkiye, son dönemlerde, özellikle tarihi ve stratejik derinliğinin gerektirdiği adımları atmaya başlamış durumda… Ve öyle anlaşılmaktadır ki “derin Türkiye” bugünleri öngörüp bazı stratejik hazırlıkları yapmış gözüküyor. Kısa bir süre önce Financial Times’da çıkan bir yazıda, ‘Türkiye’de hükümeti ve Merkez Bankası’nı eskisi gibi kontrol edemedikleri’; ‘uluslararası finans çevrelerinin, bir süredir, Türk ekonomisini “kırılgan ülkeler” sınıfında kabul ettiği’ iddia edilmekte ve bu krizden çıkışın -eskiden olduğu gibi- ‘bağımsız Merkez Bankası (MB) ve MB’nin küresel para sistemiyle uyumlu bir politika izlemesiyle mümkün olacağı’ üst perdeden ifade edilmektedir. II. Dünya Savaşı sonrası kurgulanan ‘Uluslararası Para Sistemi’ ve ‘Küresel Finansçılar’ın genel anlamıyla vesayetinin devam ettiği bir konjonktürde Türkiye’yi kontrol etmekte zorlandıklarını ima etmek istemekteler, yukarıdaki ifadelerinde… Ve kaçınılmaz olarak benzer iddiaları, “Millet İttifakı” olarak bir araya gelen küreselci muhalefet de içeride seslendirmekteler… Bunlar, tek başarılı oldukları ‘Algı Yönetimi Manipülasyon’ çalışmalarına sistematik olarak devam ederlerken muhalefet liderlerinin yetersizliği, toplumda onlara karşı güven eksikliğinin yanında “Cumhur İttifakı”nın plan ve projeleri ile yarışacak bir hazırlığa sahip olmamaları ve bunun gibi nedenlerle hala 2023 seçimlerinde umutlu gözükmüyorlar. Hem de küresel ve yerel düzlemde olağanüstü ekonomik şartların yaşandığı bir vasatta…
Aynı zamanda “Pentagon’un Gizli Belgeleri”nin konuşulduğu BMGK Arria Güvenlik Toplantısı’nın (08.04.2022 Reuters) ABD’nin dünya kamuoyundaki yeni yüzünü ortaya koyan platformlardan biri olması da ABD’nin ve onun kontrolündeki küreselcilerin kan kaybetme sürecine girdiğine işaret etmektedir. Söz konusu belgelerde, Pentagon’un kontrolündeki biyolojik ve kimyasal araştırmalarının/(gizli) laboratuvarlarının değişik coğrafyalardaki konumlarını gösteren haritalar da mevcut… Ve biyolojik ve kimyasal silah üretimi ve depolanmasını yasaklayan uluslararası anlaşmalara aykırı tespitler bunlar. Altını kalın çizgilerle çizmeliyiz ki küresel güçlerin (Rusya, Çin vb.) hemen hemen tamamında bahse konu laboratuvarlar mevcuttur.
Bu ve benzeri gerçeklikler, iletişim çağında, küresel güçler arasındaki strateji ve çıkar kavgaları vesilesiyle ortaya çıkarken ABD kaybolan/giderek zayıflayan hegemonyasını en az maliyetle tahkim etmek istemekte ve bu konuda algı yönetimi çalışmalarını sistematik bir şekilde sürdürmektedir. ABD, dışarıdaki “dostları” ile de eşgüdüm/koordinasyon halinde ‘insan hakları’, ‘demokrasi’, ‘özgürlük’ ve ‘uluslararası hukuk’ nutukları atmaya devam etmektedir. Hem de kurulduğu günden bu yana “güçlünün haklı olduğu” uluslararası sistemin tüm makyajlarının döküldüğü bir değişim ve dönüşüm sürecinde…
“YENİ NATO” Arayışları ve ABD…
Son yıllarda NATO’nun geleceği/genişlemesi konusu yoğun tartışmaları da beraberinde getirdi. Bahse konu tartışmalar, özellikle ABD’nin Afganistan’dan çekilme yöntemi ve Ukrayna krizi ile birlikte farklı bir mecraya doğru evrilmeye başladı. Bu arada Pandemi’nin sürece etkisini de ıskalamamak gerekmektedir. Şüphesiz NATO’nun kuruluş aşamasındaki kadar baskın olmasa da hala ABD’nin gelecek ve güvenlik planları ve buna bağlı stratejileri, bu süreçte, büyük oranda belirleyici olacaktır. Ne var ki dünyanın “iki kutuplu” bir denge sonrası “çok kutuplu” bir denge arayışı içinde olduğu bir süreçte, ABD’nin stratejik tercihlerinin yanında Avrupa ve (özellikle) Türkiye’nin güvenlik ve gelecek beklentileri de NATO’nun yeni formatında “etkileyici”, zamanla ‘güçlü bir şekilde’ etkileyici olacağı çok açıktır. Avrupa’nın, son dönemlerdeki güvenlik konusundaki kararsızlığı, dünyanın merkezinin ‘Batı’dan Doğu’ya doğru’ kayması gibi etkenler de tartışmaların mevcut boyutlara taşınması sonucunu doğurdu… Aynı zamanda, ‘NATO’nun, ilk planda, Avrupa’yı SSCB’nin tehdidinden korumak için kurulduğu’ iddiası nasıl bir algı ise bugün de NATO’nun genişlemesi tartışmaları da Avrupa’nın güvenliğinden çok küresel güç odaklarının yeni denge arayışlarının kaçınılmaz bir sonucudur… Bu bağlamda, gündeme gelen, ‘NATO, Rus emperyalizmine karşı bir savunma paktı mı? Yoksa Evangelist aklın küresel planlarını gerçekleştirmek için bir enstrüman olarak mı kullanıldı?’ soruları bizce manidardır. Ve NATO’nun bir savunma paktı olduğu yalanlarının arka planında bu ve benzeri örgütlerin küresel güç odaklarının jandarması yaftalaması da bizce daha gerçekçi gözükmektedir…
Yukarıda da işaret ettiğim gibi NATO’nun genişlemesi tartışmalarında “yeni Türkiye” gerçekliğini de doğru tanımlamak, doğru anlamlandırmak da stratejik öneme sahiptir. Ve bu gerçeklik, konunun uzmanlarınca teorik planda öngörülmekte ve teslim edilmekteyken Madrid’de yapılan NATO zirvesi ile de bu durum tam anlamıyla belirginleşmiştir…
ABD ve İngiltere’nin manipüle etmesi ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimiyle birlikte İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik talepleri, -hızlandırılmış bir şekilde- gündeme gelmiş bulunmaktadır. Haliyle bu süreç Türkiye’nin eline bazı imkanlar verdiği gibi konjonktürün ortaya çıkardığı yeni konumu ve misyonuyla Türkiye’nin NATO’daki pozisyonunu da güçlendirmiştir… Öyle ki Türkiye ile bahse konu iki ülkenin imzaladığı “Mutabakat metni”/Memorandum ile de -uluslararası terör konusunda, neredeyse ilkesel duruş sergileyen tek ülke olan- Türkiye, sadece üyelik adaylarına değil, NATO’nun diğer ülkelerine de mesajını güçlü bir şekilde vermiş ve bunu kayıtlara geçirmiştir… Aynı zamanda Türkiye, yeni konumu ve misyonu ve küresel güçlerin strateji savaşlarının geldiği aşama nedeniyle, artık NATO’nun bir “cephe ülkesi” olmadığını da ortaya koymuş bulunmaktadır. Değişen dünya ve bölge dengelerinde, ideolojik düzlemde hala “Batı referanslı” bir ülke olan Türkiye, reel-politik olarak da sistem içinde bir çıkış ararken, -şimdilik- denge politikası ile yol almayı öncelemektedir. Bu çerçevede ABD ve Rusya ile ilişkilerini, kendi stratejisine paralel olarak, devam ettiren Türkiye, Çin ile ilişkilerinde de ihtiyatı elden bırakmamaktadır. Ne var ki söz konusu küresel güç ile ilişkilerini, mutabakat ve çatışma alanlarının belirlendiği vasata da hazırlaması kaçınılmazdır.
ABD’nin Rusya ve Çin’e yönelik stratejik değerlendirmelerinin netleşmeye başladığı bir süreçte, NATO’nun genişlemesi kapsamında, birçok alanda olduğu gibi, Akdeniz ve Karadeniz’in hakimiyeti konusu da yeniden gündeme gelecektir. Ve her iki denizde de Türkiye’nin içinde bulunmadığı hakimiyet planları sahaya yansıtılamayacaktır. Hem de bu iki denizin küresel çaptaki “enerji krizi”nde stratejik öneminin arttığı bir vasatta… Yani, küresel ve bölgesel “yeni denge” arayışı sürecinde Türkiye, bölgesel güç olmanın ötesinde küresel bir oyuncu olma sürecini yaşamaktadır. Potansiyel olarak bu güce sahip olan Türkiye, kapasitesini, -doğru bir strateji ile- sahaya yansıtabildiği takdirde, son yıllardaki çıkışını hızlandırarak devam ettirebilecektir. Bazılarının hatalı okumalarına, reel-politik değerlendirmelerindeki ciddi yanlışlarına karşın, Türkiye, NATO içinde olduğu/olmak zorunda bulunduğu dönemde de gerektiğinde, NATO dışına çıktığında da bu performansı gösterecek dinamiklere sahip gözükmektedir…
Evet, “Sistemi kuran sistemi yönetir!” Ancak, yeni denge arayışı süreci’nin seyri de göstermektedir ki dünya dengeleri “iki kutuplu” olmayacak, “çok kutuplu” bir denge söz konusu olacaktır. Aynı zamanda güç, “Batı”dan “Doğu”ya doğru kaymaktadır. Bu gerçeklik de doğru tanımlanmalı, doğru anlamlandırılmalıdır. Doğrusunu Allah (c.c.) bilir!