GenelYazarlardanYazılar

“Düşünceyi”  Kavramlar Üzerinden Tanımlamak

Konuya, İslam kavramı ile Müslümanlık kavramı, Müslim kavramı ile Müslüman kavramı arasında nasıl bir fark vardır(?) sorusunu sorarak başlarsak; maksadımız daha anlaşılır olacaktır.

Bir düşünce sisteminde kavramlar son derece önemlidir. Bir düşüncenin işaret taşları o düşüncenin kavramlarıdır desek abartmış olmayız.  Kavramları doğru okumak, ait olduğu düşünceyi de doğru okumak ve doğru anlamak olacağından bu konuyu önemsiyoruz.

İslam; Hz. Adem (as)’dan Muhammed (as) kadar  Allah Teala’nın Elçiler aracılığı ile her ümmete gönderdiği  vahiylerle çerçevesi çizilen yaşam biçimidir. Dindir, dünya görüşüdür.

Bu yaşam biçimini vahyin çizmiş olduğu çerçeve içinde; “İşittim iman ettim, işitim itaat ettim” diyerek kabul eden kimselere de MÜSLİM denir. Bunun Kur’an’daki Örneğini rabbimiz İbrahim (as) üzerinden vermektedir.

“Hani, Rabbi ona; teslim ol “eslim,” buyurduğu zaman; o’ da  “ gale eslemtü lirabbil âlemin.” Alemlerin rabbine teslim oldum demişti.” (Bakara 2/131)

“Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya’kub da; «Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. O halde sadece Müslimler olarak ölünüz» (dedi). (Bakara 2/132)

Burada dikkat edilmesi gereken şey dinin sahibinin kim olduğunu doğru tespit etmektir. İnsanlara muhatap olan Allah’ın elçileri olmasına rağmen din elçilerin değil Allah’ındır. Bu nedenle onlarca ayette hem elçiye hem de müminlere Dini Allah’a has kılmaları öğütlenmektedir:

“De ki: Bana, dini Allah’a halis kılarak O’na kulluk etmem emredildi.” “Ve ben, Müslimlerin ilki olmakla emrolundum.” (Zümer 39/11-12)

Buradan şunu anlıyoruz ki, hiçbir elçi Allah’tan gelen dinin içine ne kendi düşüncesini ne de içinde bulunduğu kavminin anlayış ve değer yargılarını karıştırma yetkisine sahip değildir.  Vahyin ortaya koymuş olduğu şey ne ise onu ümmetine tebliğ etmiş ve hayata geçirmek için çalışmışlardır. Her elçinin içinde bulunduğu toplumun hayat anlayışı, cahiliye anlayışı olarak kabul edilmiş ve rağbet edilmemiştir. Elçinin davetini kabul eden ilk arkadaşları olan sahabeler bu durumu gereği gibi kavramış oldukları için,  yeni bir uygulama ile karşılaştıkları zaman; bunun vahiy olup olmadığını soruyorlardı. Elçi tarafından Vahiy olduğu belirtildiği zaman,  derhal teslimiyet göstererek onu hayata geçirmeye çalışıyorlardı.  O güne kadar içinde bulundukları cahili hayat anlayışının ne olduğunu çok iyi biliyorlar ve bu anlayışın onları nereye getirmiş olduğunu da görüyorlardı. Biliyorlardı ki,  Allah Kur’an’ı,   kendilerini cahiliye düşüncesinden ve davranışlarından arındırmak için gönderiyordu.  Onlar da Resulün rehberliğinde arınmaya çalışıyorlardı.

Elbette bu sadece onlara ve o zamana özgü bir durum değildir.  Tüm zaman ve zeminleri ilgilendirdiği gibi; kıyamete kadar rabbine teslim olduğunu söyleyen Müslimleri de ilgilendirmektedir. Hiçbir toplum kendi anlayış ve yaşayış tarzını İslam’a karıştırma hakkına sahip değildir.  İslam’ın tüm değerleri evrenseldir. Allah bir toplumun geleneğini diğer toplumlara din olarak dayatmamıştır. İslam Kur’an da olandır. Herhangi bir kavmin geleneği, adet ve anlayışı Kur’an’a uygunluğu oranında kabul görür veya uygun olmadığı için reddedilir. Kabul edilenler de din olarak kimseye dayatılamaz. Örneğin Arab’ın giymiş olduğu entari din değil onların giyim tarzıdır, adet ve geleneğidir. Hiç kimse buna zorlanamaz. İslam’ın bu konudaki emri, kadın ve erkek için önerisi mahremini kapatmaktır. Mümin de mahremini istediği bir örtüyle kapatır. Din olan budur.  Sibirya’da yaşayan kendi şartlarına uygun bir örtüyle kapatırken, ekvatordaki de kendi şartlarına uygun bir biçimde kapatır. Önemli olan mahrem yerlerinin kapatılmasıdır. Ne ile kapatılacağı değil.

Konuyu tekrar başa döndürecek olursak, İslam denildiği zaman anlaşılması gereken Kur’an ile indirilen Din ve bu dinin davranışa dönüşmüş hali olan Resulün yaşama biçimidir. Bunu böyle kabul edip Allah’tan gelen dine kendinden bir şey katmadan inanıp yaşamaya çalışan kimselere de Müslim ve mümin denilmektedir. Allah’ın teslim ol çağrısına  “eslemtü li rabbil âlemin” âlemlerin rabbine teslim oldum diyerek mukabele edenlerdir.

Müslüman ve Müslümanlık kavramlarına gelince bu kavramların ne anlama geldiğini konunun uzmanı Feriduddin Aydın şöyle izah ediyor:

“ Bu konuya önce tevhit kavramının tanımıyla başlayalım:

Tevhid, Arapça bir kelimedir. Sözlükte: birlemek, bir şeyin tek olduğunu söylemek demektir. Birleştirmek anlamında da kullanılır. Tevhidin karşıtı olan inancın adı ise şirktir.

Tevhid sözcüğü, İslam’da akait ve kelam ilminin en önemli terimlerindendir. Bu ilim dalının merkezini/kalbini oluşturmaktadır. Öyle ki akait konusunda her ne konuşulsa ve tartışılsa, -mutlak surette- bu terimle doğrudan ilişkilidir. Onun bir ayrıntısıdır. Bu nedenle tevhidin terimsel anlamı üzerinde kısa da olsa biraz durmak gerekir.

Tevhid, (yukarıda kısaca değinildiği üzere): Yalnız başına ve kayıtsız şartsız, tapılmaya değer; -eşsiz, benzersiz, başlangıçsız, sonsuz, ortaksız, eksiksiz ve aşkın bir tek yaratıcı olarak- Allah’a ve O’nun birliğine: -Kur’an ve Sünnetin açıklamaları çerçevesinde- katıksız, şaibesiz ve içtenlikle inanmak ve bu inancı açıkça ifade etmektir. Tevhidin, hemen hemen en kısa ve açık tanımı budur. Ana çerçevesi bu özet tanımda ifadesini bulan tevhit inancı (Müslümanlığın değil!), İslam dininin temel taşıdır.

İslam –semavi bir din olarak- böyle özgün bir inançsal temele dayanmaktadır. Onun için her şeyden önce bu özelliği ile bütün dinlerden ayrılmaktadır.

Müslümanlık, TEVHİD inancı üzerinde temellendirilmediği için, bu dine bağlı mistik cemaatler, dindarlıkları farklı gruplar, etnik kitleler ve çeşitli ideolojilere bağlanmış Müslüman kişiler ve değişik kamplar arasında sürekli çatışmalar yaşanmaktadır.

Örneğin, Türkiye’deki tasavvufi cemaatlerin tümü, (İslam’ın değil, tam tersine) Müslümanlığın yorumlarından doğmuştur. Keza Türk, Kürt, Zaza, Arap, Laz, Çerkez, Gürcü ve Boşnak gibi farklı etnik kökenlerden gelen Türkiyelilerin –aynı şekilde- tamamı Müslüman’dır. Bu bir yana, Türkiyeli hemen bütün Sünni Hanefilerin, Alevilerin, Kemalistlerin, sağcıların, hatta solcuların bile önemli bir kısmı –bazı münasebetlerle- Müslüman olduklarını ifade etmektedirler. Oysa bu çeşitli dinsel, mistik ve ideolojik kamplar arasında –düşünsel ve inançsal aidiyetleri bakımından tarife sığmaz- o kadar çok aykırılıklar ve çatışmalar vardır ki (bir şirk dini olan demokrasiden ve atalar dini olan Müslümanlıktan başka) hiçbir ortak bağları yoktur. Ancak bu iki din de onları hiçbir zaman birleştirememiştir.

İslam’a bağlı Müslim-Mü’min azınlık arasında da elbette ki çeşitli uzlaşmazlıklar yaşanmaktadır. Ancak bu küçük (tevhidî) kitle içinde yer alanlar her türlü ihtilafa rağmen Kitap ve Sünnet’in hakemliğinde birbiriyle diyalog kurma imkânına her zaman sahiptirler. Oysa Müslümanlar arasında kolayca diyalog kurulamamaktadır. Çünkü Müslüman gruplar arasında ortak bir iman kurumu mevcut değildir. Bu nedenle İslam’ın bir vahdet (birlik) dini, Müslümanlığın ise uzlaşmazlık ve çatışma dini olarak birbirinden oldukça uzak iki farklı inançsal kurum olduklarını söylemek belgesel bir realitedir.

Burada bir gerçeğe daha değinmek gerekmektedir. Zerdüştlüğün derin etkisini –İslamî dönemde de- yaşayan İranlılar, -Araplar dışındaki- Ortadoğulu halkları 1500 yıldır köklü bir etki altında tutmaktadır; Orta Asya’dan koparak İran üzerinden Anadolu’ya akarken Türkler, -asırlarca kaldıkları- bu ülkede yerli halktan aldıkları Zerdüşt-Pers kültürünü eski dinsel kültürleriyle sentezlediler ve yönettikleri Müslüman-etnik azınlıkları da bu karma kültürle yönlendirmeye başladılar. Maveraünnehrin fethedilmeye başlandığı 707 yıllarından günümüze kadar, gerek İranlıların yönlendirmesiyle, gerek –mahiyetleri meçhul kalmış- birçok yer altı örgütlerinin faaliyetleriyle, gerekse 1300 yıl boyunca kurulmuş olan yüzlerce tarikatın sağladığı katkılarla Müslümanlık, İslam’a ve tevhide karşı güçlü bir kalkan niteliğinde– uzlaştırmazcı karakterini çağımıza kadar koruyabilmiştir.”

Görüldüğü gibi Müslümanlık denildiği zaman; Arap cahiliye anlayışının, İran Zerdüştlüğünün ve Ateş perestliğinin, Yunan felsefesinin, Hint felsefesinin, Türk Şamanizm’inin,  Yahudi ve Hıristiyan kültürünün ve bunlardan doğan çeşitli tarikat ve tasavvuf felsefesinin üretmiş olduğu mistik hezeyanların, kapitalizm, demokrasi, laiklik ve sosyalizmin de katkıları ile ortaya çıkan bir inanç sistemi oluşturulmuştur.  Asrısaadetten sonra gelen Emevi ve Abbasi iktidarları İslam’ı hayattan alıp rafa kaldırmışlardı. Onlardan sonra gelen iktidarlar da onu bulunduğu yerden hiç indirmediler. Sahada bulduklarını Türk töresiyle sentezleyerek zamanımıza kadar getirdiler. Şimdi ise Kur’an’la tanışan bir nesil geldi, hayatta olanı Kur’an ile yargılamaya başlayınca, bu korkunç gerçek ortaya çıkmış oldu. Bu kitle Müslüman olduğunu söylemesine rağmen İslam akidesinin temel taşı olan TEVHİDİ bir anlayıştan uzak; her birinin kendine göre din anlayışı, Allah anlayışı, ahiret anlayışı, hayat anlayışı vardır. Onun için bu gün kabul edilen Müslümanlık anlayışı bu insanları birleştirmiyor. Bilakis her gurup birbirinin izine kurşun atıyor. Durum böyle olduğu için Müslümanlık, ne ulusal bazda ne de küresel ölçekteki 2 milyar Müslüman’ı bir araya getirecek durumda değildir.

Bu olayı anlatan canlı bir hadiseye şahit olmuştum. Henüz Prof. Dr. Toktamış ateşin hayatta olduğu yıllarda Ali Bulaç bir açık oturumda şöyle demişti: “Bu insanları İslam’da buluşturup birleştireceğiz inşaallah”  deyince; Toktamış ateş bıyığının altından kıs kıs gülerek şöyle demişti:

“Ali bey sen bu işleri çok iyi bilirsin; bu insanları hangi İslam’da birleştireceksiniz? Tarikatçıların İslam’ında mı, gelenekçilerin İslam’ında mı, radikallerin İslam’ında mı, Nurcuların İslam’ında mı, Selefilerin İslam’ında mı? … Birleştireceksiniz? “ Tabii ortam buz kesmişti. Bu manzara bu günde değişmedi. Bunların hepsi kendini Müslüman olarak tanımlıyor. Ancak bu Müslümanlık,  Allah’ın gönderdiği Tevhid ilkesini koruyan İslam ila alakası olmayan  “Müslümanlık”  mensuplarını birleştirici olmuyor olamıyor.  Demokratından Tarikatçısına, Sünni sinden Şii sine, gelenekçisinden Radikaline kadar çeşitlenmiş tüm guruplar Müslüman üst başlığı ile ifade ediliyor. Allah Teâlâ da onların durumunu şöyle anlatıyor:

“Dinlerini parça -parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (Enam 6/159)

“Dinlerini parçalayan ve bölük -bölük olanlardan her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.” (Rum 30/32)

“Şüphesiz bu (insanlar) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir; ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise benden sakının» (denildi).

“Ne var ki insanlar kendi aralarındaki işlerini parça -parça böldüler. Her gurup kendilerinde bulunan ile sevinip böbürlenmektedirler.” (Mümin un 23/52-53)

Bu ayetlerin ışığında bulunduğumuz toplumun durumunu düşündüğümüzde karşımıza çıkacak olan manzara içler acısı olacaktır. Hangi cemaati, hangi tarikatı, hangi sosyal -siyasal gurubu kiminle bir araya getireceksiniz?! Bunların en sağından en soluna kadar hepsi kendini Müslüman olarak tanımlamaktadır. Bu nasıl Müslümanlık ki ortak bir zeminde buluşmaları mümkün olmuyor? Allah inancında buluşamayanların   O’nun dışında buluşma zeminleri olur mu?  Elbette olmayacaktır:

“De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. (Heva ve heveslerini, Rahiplerini, bilginlerini, Elçilerini, ağabeylerini, liderlerini, şeyhlerini, çıkarlarını, makam ve mevkilerini, kariyerlerini ve ila ahir Allah ile aramıza giren ne varsa hiç birini ilah edinmeyelim .) Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: «Şahit olun biz Müslimleriz/ Allah’a Allah’ın istediği ölçüler içinde kayıtsız şartsız teslim olanlarız !.. (Ali İmran 3/64)

Onlar da diyorlar ki; biz bu ilahlarımızı asla terk etmeyiz biz halimizden memnunuz. Bunlarla birlikte biz de “Müslümanlarız!”  işte fark burada, bu anlayıştadır. Umarız fark anlaşılmıştır!..  Yine de Yusuf suresi 106. Ayetinde ifade edilen gerçeği hatırlatalım:

“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” “Onların çoğu, (aynen Kureyş’in müşrikleri gibi) ancak Allah’a ortak koşarak iman ederler.” (Yusuf 12/105-106)

Bu ümmetin kadını ve erkeği şapkasını, sarığını, başörtüsünü, çarını ve çarşafını önüne koyup Kur’an’ın rehberliğinde düşünerek; içinde bulundukları yaşam biçimini katıksız kavramsal olarak tanımaları gerekmektedir. Bir şeyi ilmi olarak anlayıp kavramadan inanmak ve yaşamak mümkün değildir. “İlim” imanı, iman da ameli gerektirir.  Diğer bir ifadeyle eylem/amel imanın görünür halidir…

Düşüne bilme erdemine ulaşanlara selam olsun!..

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı