
İktidar Otorite ve İtaat
Bergama’yı gezdiyseniz mermer bir büst üzerinde “Tanrı oğlu İmparator Sezar” ifadesi yazdığını görmüşsünüzdür. Çünkü Roma imparatorları bu unvanı taşıyorlardı. Babil kralı Hammurabi’ de kendini tanrı olarak takdim ediyordu.
Eski Mısır’da Firavunlar da tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak görülüyordu. Onlar tanrı Horus’un yeryüzündeki enkarnasyonu idi ve iki alemin rabbi, efendisi olarak nitelenirdi.
Bu nedenledir ki, Hz. Musa ile olan mücadelesinde firavun, halkı kendi kulları olarak görüp mülkün kendisinin olduğunu, başka bir ilah edinmemelerini, izin vermedikçe başka bir ilaha tapmamalarını istemekteydi:
“Firavun, kavmine seslenerek dedi ki: “Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı benim değil mi? Şu nehirler de benim altımdan akıyor. Hâlâ görmüyor musunuz? …” (Zuhruf, 51)
Firavun, “Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum…” (Kasas, 38)
***
Tarihte bu böyleydi.
Dünyevi otoriteler kendilerini ilahi âlemle irtibatlandırarak dini bir meşruiyet kazanıp muhalefeti engeller, kendi isteklerini tanrı isteği gibi gösterirdi.
Böyle olunca onlara itaat tanrıya itaat, onlara isyan da tanrıya isyan oluyordu. Bu unvan muhalif her girişimi şiddetle bastırıyor, yok ediyor, sonsuz hükmediyor, yargılıyor, insanların hayatlarını iki dudakları arasında taşımalarını sağlıyordu.
Benzer örnekler tarihin ilerleyen dönemlerinde peygamber sonrası İslam toplumlarında da yöneticilerin layüsel, dokunulmaz ve sorgulanamazlığı için onların “yeryüzünde Allah’ın gölgesi” şeklinde tanımlanmaları ile hayat buluyordu…
***
Tüm sistemlerde din ve iktidar arasındaki ilişkilerde bireylerin itaati esastır. Ve tümünde iktidarı sorgulamak doğrudan bir sapmadır, sapkınlıktır.
Eleştiri/ muhalefet yapan cemaat ya da gruplar zındık kabul edilir ve her türlü olumsuz takibata tâbi tutulur.
Muhaliflik, tarih boyu hoş karşılanmamış, bozguncu, isyankâr ve günahkâr sayılarak şiddete maruz kalmıştır. Çünkü iktidar ilahi bir niteliğe büründürüldüğünde ona muhalefet etmek tanrısal olana karşı gelmek sayılır.
Ve aslında bugünkü iktidarı kutsayan algılarımızın psikolojik alt yapısında da işte bu geçmiş asırlar boyu muktedir otoritelerin muhalif düşünceler karşısında göstermiş olduğu kuşatıcı, yok edici, zulmedici baskısı var.
***
İktidara itaat, her dönem bireyden istenen bir roldür ve İslam toplumları da muktedirlerin kendisinden istediği bu rolü muti, munis bir çerçevede yüzyıllardır oynayıp duruyor.
Çünkü aksi her daim zulüm, işkence ve ölüm demek.
Müslümanlar bu gerçeği Muaviye’den beri deneyerek, yaşayarak öğrendi.
Tarihin her döneminde mevcut siyasal yapıya itaat, hangi dinden hangi mezhepten hangi kabileden olursa olsun otorite tarafından ödüllendirilirken; sistemi ve egemenleri eleştirmek, sorgulamak ya da karşı çıkmak anarşi sayılarak tehdit addedildi.
Otoriteyi eleştirmek hep “isyan” üzerinden tanımlandı.
Bugün dindarların iktidara itaati mutlak görmesi, devletle özdeşleşme isteği, geçmiş içgüdüsel korkulardan kaynaklı bir eklemlenme güdüsüdür.
Oysa dindarların ve bunlar tarafından oluşturulan yapıların bir güç olan siyasal otorite ile böylesine yakın ilişkileri tartışılmalıdır.
Burada görülmesi gereken şey, iktidarların kendilerini dindar bireyler üzerinden meşrulaştırma yoluna gitmesidir.
O yüzden geçmişte olduğu gibi bugün de bizim için en büyük problem gücü yani iktidarı kutsayan algılarımız olsa gerek.
Egemen güçlere eklemlenme isteğimiz…
O halde Müslümanlar olarak güce ve otoriteye bakışımızı netleştirmek zorundayız.
Dinin hükmetme alanını tartışmalıyız.
Eğer hesap gününe inanıyorsak ve tüm küçük/ büyük amellerimizin, yönelişlerimizin karşılığını göreceğimizi biliyorsak Allah’ın Kitabı ile kendimizi çek etmek zorundayız.
Egemenlik kavramı beraberinde itaat ve muhalefetin ne olduğu, nasıl olması gerektiği, otorite ile olması gereken ilişkilerimizin nasıllığı, dinin bu alanlardaki öngörüsünün ne olduğu gibi soruları sorarak düşünce yapımızı, imanımızı, akidemizi buna uygun inşa etmek zorundayız. Çünkü bu gereklilik Allah katında imanımızın değerini de belirleyecektir.
***
Halkı Müslüman olan toplumlarda sistemin dindarları kontrol altında tutmaya çalışması iktidarın durduğu yer açısından normaldir.
Bu amaca matuf olmak üzere sadece ritüellere dayalı rafine bir din/İslam yorumunu oluşturmaya, yerleştirmeye çalışılması da olağandır.
Keza rafine bir İslam arzını yorumlayacak, temsil edip halka yayacak aydın din adamı yetiştirmek ve istihdam etmek amacıyla çeşitli dini kurumları tesis etmesi de…
Ve okullarında hazırladığı din adamlarınca bu rafine İslam’ı halka sunmaya, toplumu iman etmeye davet etmesi de normaldir.
Anormal olan uzun yıllar sisteme uzak duran dindar kesimlerin mevcut iktidarın din sunumu karşısında geçmiş tüm direniş reflekslerini terk ederek bu sunulan yeni milli, etnik, laik rafine dine eklemlenmeyi kabullenmesi; geçmiş tüm ilke ve hedeflerini terk ederek teslimiyet içerisine girmesidir.
***
Esasen otoritelerini kabul ve devam ettirmek için egemen güçlerin din ve dini gruplar üzerinden yürüttükleri bütün bu politikalar, dinin toplum üzerindeki belirleyici etkisindendir.
İktidar dinin ne olduğu konusunda kendisini yetkin addeder ve toplumu yönlendirmeyi amaçlar. Dolayısıyla din ve siyasal iktidar ilişkisi tarih boyu her daim böyle olmuştur. Bunun sonucu olarak her dönem siyasal iktidar kendini dini kurumlar aracılığıyla meşrulaştırarak muhalefeti engellemiş; iktidara karşı çıkan, eleştiren, meydan okuyan muhalifleri şeytanlaştırarak yok edebilmiştir.
Biz biliyoruz ki Kur’an muharref Hıristiyanlıktaki gibi egemenliği ilahi ve dünyevi şeklinde ayrıştırmaz.
Mülkün tek sahibinin Allah olduğunu, her şeyin O’nun kudret, irade ve ilminin eseri olduğunu ve hâkimiyetin yalnızca O’na ait olduğunu yüzlerce ayetle haykırırcasına, çivi çakarcasına kafalara mühürler.
Ona göre yegane uluhiyet ve rububiyet mercii Allah’tır.
Her konuda Allah mutlak otorite ve güç sahibidir.
Yalnızca insanlar değil kainattaki tüm varlık Allah’ın emirlerine kayıtsız şartsız riayet etmekle yükümlüdür.
Kur’an, bu mesajı vurgularken tarih boyu gönderilen tüm peygamberlerin mesajının aynı olduğuna dikkat çeker.
Ve peygamber kıssalarında sürekli otorite ve egemenlik yetkisinin sadece Allah’a ait olduğu vurgulanır.
Esasen dinin/İslam’ın temeli olan lâ ilâhe illallah öğretisinin özü de bu mesajdır.
“Hüküm ancak Allah’ındır”,
“Allah hâkimler hâkimi değil midir?” gibi vurgularla Allah’ın mutlak hüküm sahibi olduğu ve her şeyin O’nun kudret ve iradesi altında olduğu vurgulanır: “De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (Al-i İmran, 26)
***
Bugün Türkiyeli Müslümanlar olarak unuttuğumuz en önemli şey Kuran’ın yeryüzündeki iktidarlar konusunda: “Sizden olan emir sahiplerine itaat edin” buyruğu ile itaate getirdiği sınırlamalardır.
Bunun ölçüsü, tüm tasarruflarda Allah’a ve Resulüne itaatin öncelenmesidir.
Nitekim Ebubekir ve Ömer gibi Raşit halifeler halktan, Allah’a ve Resulüne itaat ettikleri sürece kendilerine itaat edilmesini talep etmişlerdi. Buna rağmen ilerleyen dönemlerde İslam toplumları içinde oluşan birçok iktidarın bu çizgiden ayrılmış olduğu ve bir çeşit aile krallıkları tesis ettikleri bir vakıadır.
Allah’ı, uluhiyetin ve rububiyetin kaynağı kabul etmeyen ve Allah’a rağmen yöneten egemenler, tüm peygamberlerce şirk kaynağı olarak tanımlanmıştır. Tevhid mücadelesi bunlara karşı verilmiş, tevhidi direniş tarihi de bunlarla mücadelenin tarihi olagelmiştir.
O halde müminler toplumsal işleyişte, referansını Allah’tan almayan, Allah’ın iradesine aykırı olan her şeyi reddetmek, karşı çıkmak, eleştirmek, muhalif durmakla mükelleftir.
Onlar referansını Allah’tan, onun iradesinden almayan her yapının sadece şirk, zulüm ve bozgunculuk üreteceğini bilir.
Zaten gayri İslami yönetimler kendilerini Allah’ın kitabı ile uyaran, uymaya davet edenleri kesinlikle sevmezi muhabbet te duymazlar.
Allah’ın sünnetullahı böyledir.
Nitekim kendilerini uyaran Hz. Lut’la alay ederek “fazla temiz kalmaya çalışmakla” itham etmiş, şehirden çıkarılmakla korkutmuşlardı. (Araf, 82)
Hz. Şuayb’a da “bunu sana namazın mı emrediyor?” (Hud, 87) diyerek itiraz etmişlerdi.
Çünkü: “Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!” derler…” (Bakara, 170)
O halde müminler bilmeli ki geçmiş yüzyıllar sadece Allah’ın dinini savunanlar ile onu reddedenler arasındaki bir mücadeleden ibarettir.
Ve bizler otoriteye bakışımızı tevhid üzere belirlemek zorundayız.
Güce meylettiğimizde, gücün yanında yer aldığımızda, gayri İslami sistemleri onayladığımızda, dünyevi iktidarları tercih ettiğimizde bunun tüm ahiretimizi heba edeceğini bilmeliyiz.
Rabbimiz: “Bir de zalimlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur…” (Hud 113) derken uyarıldığımız şey; harici tüm sistemlerin ve egemenlerin cahiliye olarak nitelendirilmesidir.
Her şey geçici, sadece Allah bakidir…
Selam ve dua ile…