
İslam’da kutsal mekan ve yerleri koruma şartı yada emri var mıdır?
SORU: İslam’ın kutsal yer anlamında bir kutsalı ve bu bağlamda bunların savunulması ile ilgili bir mücadele şartı var mıdır? Mesela Mescidi Aksa, Kabe, Kudüs gibi kutsal kabul edilen şehirler ya da beldeler eğer ki işgal altında ya da bir tehlikede ise buralar için fiili cihatta bulunmak her müslümana farz olur mu? Böyle bir duyarlılık hissetmeyen kimselerin müslümanlıkları sorgulanabilir mi? Kur’an’ın genel emirlerinde veya Peygamberimizin bu kutsal belde tabiri yapılan yerler ile ilgili herhangi bir sahih emri var mıdır?
CEVAP: Dilimizde kullandığımız “Kutsal” kelimesinin aslı, qa de se yani gaf, dal, sin harfleriyle ifade edilen quds kelimesinden gelmektedir. Bunun kelime anlamı temiz, tahir, pak yani “tahe- ra” temiz oldu temizlendi manasına gelmektedir. Bu temizlik “neces” manevi pislik olan küfür, şirk ve günah kirinden temizlenmek demektir. ‘El Beyt’ül Mukaddes’ şirk pisliğinden temizlenmiş ev anlamına geldiği gibi; ‘El Ardul Mukaddes’ de şirk pisliğinden temizlenmiş yer, belde demektir. Bu mana Maide suresinin 21 ve 22. ayetinde şöyle ifade edilmektedir: Musa (a.s): “Ey kavmim; Allah’ın size yazdığı mukaddes yere girin ve ardınıza dönmeyin, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz” demişti de; kavmi de O’na demişlerdi ki: Ey Musa; orada gerçekten zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz kat’iyyen oraya girmeyiz.”
Bu ayette ifade edilen “Arz’ı Mukaddes” bugün de aynen önemini koruyan Kudüs ve civarıdır. Allah-u Teala o gün bu mekanı mukaddes olarak niteliyor. Orada oturan müşrik veya kafir bir topluluk bulunmasına rağmen. Çünkü Allah o beldeyi muvahhid müslümanların eliyle temizleyip, o beldede tevhidin merkezi yapmayı takdir buyurmuştur. Daha önce İbrahim (a.s) ile Kabe’yi yaptığı gibi.
“Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, Mekke’de, dünyalar için mübarek ve doğru yolu gösteren Kabe’dir. Orada apaçık alametlerle, İbrahim’in makamı vardır. Kim, oraya girerse emin olur. Ona yol bulabilen herkesin, Kabe’yi haccetmesi insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Kim inkar ederse; bilsin ki doğrusu Allah, alemlerden müstağnidir.” (3 Al-i İmran 96-97)
İnsanı muhatap alan her düşüncenin kendine özgü akidesi, bu akideden doğan ilkeleri ve bu ilkeler doğrultusunda oluşturduğu bir yaşam biçimi vardır. Yaşanan hayatın kalıcılığı arkasında bıraktığı izlerle, ortaya koyduğu eserleriyle mümkün olmaktadır. Yaşayanlarına ve arkadan gelen kuşaklara elle tutulur gözle görülür bir takım işaretler, alametler ortaya koyması gerekir. Nitekim insanlık tarihi boyunca da bu hep böyle olagelmiştir. Yeryüzü insanlığın bıraktığı bu izler ve eserler ile doludur. Bunların içinde düşünce olarak en doğru, tarih olarak en kıdemli, eser olarak en kalıcı, insan için en emniyetli ve güvenilir olanı ise hiç şüphesiz İslam’dır. İnananları güven ve huzur içinde ibadete çağırdığı Beytullah için şöyle buyurulmaktadır: “Allah, Kabe’yi, o dokunulmaz evi, insanlar için güvenli bir barınak kıldı. Savaşılması yasak ayları, kurbanlıkları ve (bu bölgeye sığınma göstergesi olarak takılan) gerdanlıkları da bu dokunulmazlığın kapsamına aldı. Allah’ın göklerde ve yeryüzünde olan her şeyi bildiğini, O’nun bilgisinin her şeyi kapsamına aldığını bilesiniz diye bunu böyle yaptı.” (5 Maide 97)Allah, bu yola çıkanlara gerekli güvenliği sağlamak için hac ayları içinde savaşmayı yasaklamıştır. Yılın dört ayını (Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep) haram aylar olarak ilan etmiş; insanlar da bu hürmeti korumuşlardır. Can ve mal güvenliğinin sağlandığı bu bölge bu nedenle güçlü bir ticaret merkezi konumuna gelmiştir. Bu sayede ibadet ve ticaretin bir arada yapıldığı; sosyal, siyasi ve kültürel etkinliklerin icra edildiği bir mekan olmuştur. Küresel bir düşüncenin tüm insanlığı buluşturacağı bir mekanın olması, tevhidî düşünce için bir gerekliliktir. Aynı düşünceye mensup olan insanlar bir araya geldiklerinde duydukları heyecanı bir başka zaman asla duyamazlar. Ferdin kırk yılda veremediğini toplum bir hareketiyle gönlüne nakşeder. Bu nedenledir ki her düşünce taraftarlarıyla bir araya gelmeyi her şeye rağmen göze alır. Bu sebepledir ki, Allah taraftarlarını günde beş defa mescitte; haftada bir yılda iki defa namazgahta (cuma ve bayram namazlarının kılındığı yerlerde), yılda bir defa da tüm dünya çapında olmak üzere Kabe’de bir araya toplamaktadır.
”Biz, beyti (Kabe’yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail’e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için evimi temiz tutun, diye emretmiştik. İbrahim de demişti ki: Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap, halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle. Allah buyurdu ki: Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azabına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!” (2 Bakara 125-126)
Bu Beyt’in temeli öyle bir temenniler ile atılmış ki, kıyamete kadar üzerindeki bereket ve ilahi rahmet devam etmektedir.
“Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.” (2 Bakara 127-129)
Allah elçisinin bu duasını kabul buyurmuş, soyundan ardarda elçiler göndermiştir. Bu elçilerin en sonuncusu olan Muhammed(a.s)’ı da bu Beyt’in yanı başından seçerek Kabe’yi putlardan temizlemiş; kıyamete kadar tevhidin sembolü, müslümanların da kıblegahı olarak takdir buyurmuştur. Bununla birlikte Mescid-i Aksa’nın da kutsiyeti daima anılmış ve İsra suresi birinci ayetiyle de tescil edilmiştir: “Kulu Muhammedi geceleyin, Mescidi Haram’dan kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören O’dur.”(17 İsra 1)
Bu beldelerin kutsiyetini belirten ayetleri zikrettikten sonra sorunuzun ikinci kısmında bahsetmiş olduğunuz fiili cihat konusunu anlamaya çalışalım. Bilindiği gibi cihat Allah için yapılan işlerin, gösterilen say ve gayretin savaş da dahil bütününü kapsamına alan geniş bir kavramdır. Burada “fiili cihat’tan” kastınızın savaş olduğunu kabul edersek, savaş ferdin yapacağı bir iş olmayıp ancak devletlerin yapacağı bir şeydir. Fert olarak her insan kendi çapında cihat yapabilir. Allah’ın dinini yüceltme yolunda göstereceği her türlü say ve gayret bir cihattır. Yapılan mücadelenin savaş hukuku çerçevesinde olması için üzerinde bulunulan düşüncenin devlet olması ve bu devlet diğer devletlere karşı, yerine ve zamanına göre diğer yolları denedikten sonra, en son yapacağı şey savaş yani güce güç ile mukabele etmek olmalıdır. İslam’ın hakim olmadığı bir toplumda görevlendirilen tüm peygamberlerin izlediği yol, tebliğle ümmete, ümmet ile de devlete gitmek olmuştur. Biz bunun tesadüfi olmadığına inanıyoruz. Vahyin terbiyesinden geçen her elçi hayata vahyî bir anlayışla yönelerek hep aynı mücadele yöntemiyle hareket etmiştir. Hiçbir peygamber devlet olmadan güç kullanımına gitmemiş; taraftarlarına da müsaade etmemiştir. Daima müslümanlara sabır ve metaneti tavsiye etmiş; bireysel saldırılara izin vermemiştir. Medine’ye geldiği günden itibaren devlet teşekkül etmiş olduğu için gereğini yapmıştır. Fevri davranışların acı sonuçlarını bu ümmet Afganistan’da, Pakistan’da, Irak’ta, Çeçenistan’da, Filistin’de ve dünyanın diğer coğrafyalarında yeterince yaşadı. Sonuç hep aynı oldu. Bu işte bir yanlışlık var. Bunu bulabilmek için yeniden başa dönmek gerekir. Tekrar başa sarmak, yeniden düşünmek ve nerede hata yapıldığını bulmak gerekir. Namaz kılarken örnek aldığımız Peygamberi, tebliğde, cihatta, siyasette, kıtalde, insanlar ile münasebetlerimizde niçin örnek almayı düşünmüyoruz? Kendimizi bu konuda hiç yargılayıp sorgulamıyoruz. Peygamber hayatın her konusunda örnektir. Hem de kendisinden razı olunan bir örnek.
Kutsiyetine inandığımız Kabe de bir zamanlar müşriklerin tasallutunda kalmıştı. Allah orayı elçisi Muhammed(a.s)’in eliyle asli hüviyetine nasıl kavuşturdu ise bugün de aynı yöntemle diğer mekanlarımızı kurtarmamız mümkün olacaktır. Önce insanların fikren tevhidi bir anlayışa ulaşmadan tevhidi bir duruş göstermeleri mümkün değildir. Filistin’in kendi içinde yaşadığı ikilem bunun en açık delilidir. Duyulan sıkıntının kaynağı da burasıdır. İnsanları fikrî beraberliğe değil de eylemde birliğe çağırdığınız zaman, nitelikli bir eylem ortaya konulamadığı gibi, eylemle gelen birlik, eylemin bitmesiyle de biter. Kalıcı olan fikri birlikteliklerdir. Tüm dünya müslümanlarının bulunduğu coğrafyalarda farklı bir konumda olmadıklarını görüyor olmalıyız. İslam coğrafyasının her yerinde aynı hastalık hüküm sürüyor. Allah’ın kitabının bizim için ne ifade ettiği noktasında bir anlayışa ulaşmış değiliz. Her bir grubun anlayışı farklı, bakışı farklı buna bağlı olarak da hali ve yolu farklıdır. Hissetmiş olduğumuz yürek acısı bundandır. İşin bu kısmını halletmeden hiçbir şeyi halletmek mümkün değildir. Allah reçeteyi çok açık yazmış ve buyuruyor ki:
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız sakın ayrılığa düşmeyiniz, Allah’ın size bağışladığı nimeti hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman olduğunuz halde O, kalplerinizi uzlaştırdı da O’nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Hani siz bir ateş çukurunun tam kenarındayken O sizi oraya düşmekten kurtardı. Allah size ayetlerini işte böyle açık açık anlatıyor ki, doğru yolu bulasınız diye. Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet olsun. İşte kurtuluşa erenler bunlardır.”(3 Al-i İmran 103-104)
Allah Ehli Kitab’ın durumunu anlatırken umumi bir kuralı da şöyle dile getiriyor:
“İsrail oğullarına Kitap’da: ‘Doğrusu yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacak ve kibirlendikçe kibirleneceksiniz’ diye bildirdik. Bu ikiden birincisinin vakti gelince, üzerinize pek güçlü olan kullarımızı salacağız. Onlar memleketlerinizde her köşeyi kontrollerine alacaklar. Bu, yerine gelecek bir vaattir. Bunun ardından sizi onlara galip getireceğiz; mallar ve oğullarla size yardım edecek ve sizin sayınızı artıracağız. İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o da kendinizedir. İki vaatten ikincisinin vakti gelince, yüzünüzü üzüntüye sokmaları, kötülük yapmaları, önceden Mescid’e girdikleri gibi girmeleri, ele geçirdikleri yerleri harap etmeleri için onları tekrar göndereceğiz. Umulur ki Rabbiniz size acır. Fakat siz yeniden (azgınlığa) dönerseniz Biz de (sizi yeniden cezalandırmaya) döneriz. Cehennemi, inkarcılara bir zindan kılmışızdır.” (17 İsra 4-8)
Bu durum bizleri de düşündürmelidir. Birileri bizim mescitlerimize kadar giriyor ve bizleri perişan ediyorsa bu işte bir yanlışlık vardır. Bu yanlış bizim yanlışımızdır ve kendimize bakmak zorundayız.İsrail oğullarının düştüğü durum bizim de başımıza gelmiş, geçmişte İspanya’da, Balkanlar’- da Afrika ve Asya’da, yakın tarihte ise Irak’ta, Filistin’de bu acıyı yaşadık. İslam ümmeti ne zaman dünyevileşti ise gücünü ve hakimiyetini kaybetmiş ve dünyada bu tür musibetlere maruz kalmıştır. Kimse mabedinin, mukaddesatının, dininin şiarı olmuş beldelerin düşman eline geçmesini istemez. Buraların yeniden kazanılıp şirk ve küfrün tasallutundan kurtulması için elinden geleni yapma konusunda duyarsız davranamaz. Şayet bu konuda bir şey hissetmiyor, bir duyarlılık göstermiyorsa onun bu ümmetle alakası sorgulanmalıdır. Fakat toplumu saran dünyevileşme, nemelazımcılık ve seküler düşünce zihinleri öyle istila etmiştir ki, şahsi çıkarlarından başkası onları ilgilendirmemektedir. Bu durum ümmetin halini değiştirmediği sürece de değişecek gibi görünmüyor. Allah, bireysel ve toplumsal değişimin yasasını koymuştur:
“Her insan için önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah’ın emrinden dolayı onu gözetirler. Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkan yoktur. Onlar için Allah’tan başka bir veli de bulunmaz.”(13 Rad 11)
Hal böyle olunca yapılması gereken bellidir. Ümmetin her ferdinin değişmeye önce kendisinden başlayarak velisinin Allah olduğu bir yola girmesi gerekmektedir. Biz halimizi düzeltirsek, inanıyoruz ki Allah da vâdini yerine getirecek bu ümmetin halini düzeltecektir.