İyiliği Emretmek Kötülüğü Nehyet(me)mek
“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).
Emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker=“iyiliği emretmek ve kötülüğü kaldırmak” İslâm’ın ana kuralıdır. İslâm bu kuralı hayâtın her alanında işletir ve hâkim kılmaya çalışır. İslâm’a göre hayâtın hiç-bir alanı İslâm’sız olamaz. Bu nedenle İslâm’da lâiklik olmaz; müslüman da lâik olamaz.
Müslümanlar, emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker yapmayı bırakınca zayıflamışlar ve böylece tüm Dünyâ’da zulüm baş göstermiştir. İslâm’a göre, “emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” yapan, yâni “iyiliği emreden, kötülükten nehyeden (kötülüğü engelleyen) bir toplum-cemaatin bulunması elzemdir. Allah böyle bir toplumun bulunmasını tavsiye değil, emreder. Çünkü o ideâl toplum bulunmadığında Dünyâ’nın başına gelmeyen kalmaz ve aynen günümüzde olduğu gibi, şeytan Dünyâ’da istediği gibi cirit atar. Tâğutlar istedikleri gibi hükmederler ve insanları mankurtlaştırıp kendilerine kul-köle ederler. Adâletsizlik alıp başını gider. Zengin-fakir uçurumu artar. Kadın-erkek rôlleri değişir. Eğitim, sağlık, iş, güvenlik ve toplumdaki tüm kurumlar ifsâd olur. Herkes çıkarını düşünür ve “gemisini yürüten kaptan” sözü mottolaşır. Dolayısı ile Dünyâ, insanca ve müslümanca yaşanamayan bir yer hâline gelir.
Kur’ân “Peygamber örnekliği” (Ahzâb 21) üzerinden, aynı-zamanda bir “toplum örnekliği” de kurmak ister: “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104). Bu örnek toplum; örnek insan (Peygamber), örnek kadın, örnek âile ve sonuçta “örnek toplum” olarak tezâhür eder. Örnek toplumun tüm üyeleri, “örneklik merkezi” olduklarından dolayı sorumlulukları daha çoktur. Sorumluluk, hem cezâyı hem de ödülü iki katına çıkarır. Bu nedenle Dünyâ’ya örnek olacak olan mü’minlerin cezâsı da ödülü de iki kat olur.
İyiliği tebliğ etmek ve iyiliğe dâvet etmek çok önemlidir. İnsanların özündeki iyiliği açığa çıkarmak için yapılacak tebliğ ve dâvet tüm peygamberlerin ilk görevleridir. İyiliği emretmek, tebliğ, dâvet ve bâzı etkinliklerle yapılır. Bunu yapmanın çok riski yoktur. Alt-tarafı terslenirsiniz belki. Fakat insanlara iyilikten-güzellikten bahsetmenin kötü bir tarafı olmadığı için insanlar genelde iyilikten bahsedilmesini ve iyiliğe dâvet edilmesini olumlu karşılarlar. Fakat işin bir de “kötülüğü nehyetmek” yâni, “kötülüğü ortadan kaldırmak tarafı vardır. İşte bu kolay değildir. Çünkü kötülük her zaman yaygın olmuştur ve kötülük çok çeşitlidir. İnsanlar çeşitli kötülüklerden en az birine kapılmıştır. Kötülüklerden birine takılmayan çok az kişi vardır. Zâten Allah, işte o az topluluğun bir-araya gelerek emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker yapmasını emretmekte ve böylece iyiliğin yaygınlaşmasını, kötülüğün de azalıp bitmesini istiyor.
İslâm sâdece “emr-i bi’l mâ’ruf” değildir. Emr-i bi’l mâ’ruftan sonra bir de “nehy-i ani’l münker” de vardır ki işin zor ve daha ağır kısmı budur. Yapılan kötülükten uzak kalmak yetmez, bir kötülüğe karşı insanları uyarmak ve sakındırmak da gerekir. Fakat bu zorluk emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münkeri birlikte yapmayı askıya almaz. Her zaman emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker yapan bir toplumun bulunması olmazsa-olmazdır. Çünkü hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunmadığında müslümanların parçalanması kesindir:
“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır. Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır” (Âl-i İmran 104).
Zamâne müslüman cemaatlerin bireyleri, “şahsiyet” olamamış kişilerden oluşuyor. Bu nedenle “emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” yap(a)mıyorlar. Çünkü güzel örnekliğimiz Peygamberimiz’in Sünnet’ini -ki emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker merkezli bir süreçtir- tâkip etmiyorlar:
“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (nebî) olan elçiye (resûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri harâm kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).
İnsanlık târihi, “imtihan târihi”dir. Nerede insan varsa orada mutlakâ imtihan da vardır. İmtihanın olduğu yerde ise nefsin etkisi ve ona karşı vahyin nûru olur. Nefse uymak çok kolayken, vahye uymak insanın belini büker. Bu nedenle insanlık târihinde “nefsine uyanlar ve ona göre yaşayanlar” her zaman çoğunlukta olmuştur. Fakat bunların karşısında her zaman “emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” göreviyle görevli olan ve vahyi kılavuz eden bir toplum da bulunmuştur.
Peki emr-i bi’l mâ’rufu anladık da, nehy-i ani’l münker nasıl yapılır?. İyiliği emretmek herkese yapılır, fakat kötülükten sakındırmak kötülük yapanlara yapılır. Kötülük yapanlar “kötü” oldukları için bu iş dirâyet isteyen bir iştir. Özellikle lîderlere yapılması gereken “kötülükten alıkoyma” işi tüm kötülükleri kapsadığı için, sistemin ve sistemin başındakilerin çıkarlarının alaşağı edilmesi anlamına gelir. Bu da güçlü bir dirençle karşılaşmayı yanında getirir. Târih boyunca hep böyle olmuştur. O-hâlde kötülüğü alt etmek daha zordur ve bu nedenle de emr-i bi’l mâ’ruf yâni iyiliği emretmenin tâlipleri çok olurken, nehy-i ani’l münker yâni kötülüğü ortadan kaldırmanın tâlipleri çok az olur. Zîrâ bunun büyük bedelleri de olabilir ve vardır. Bu nedenle bir eleştiri, îtirâz, isyân, tebliğ, dâvet süreciyle bu yola adanmak gerekir. Tüm peygamberler bu yola adanmış kişiler olmuştur. Demek ki emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münkeri yâni “iyiliği yaygınlaştırmak ve kötülüğü uzaklaştırmak ve yok etmek” için adanmış bir toplumun bulunması zorunludur. İşte Allah: “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104) âyetini bu yüzden indirmiştir.
Böylece her alanda iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek için çalışmalar yapılır. Bu bâzen sert de olabilir. Meselâ siyâset konusunda emr-i bi’l mâ’ruftan sonra, nehy-i ani’l münkerin nasıl yapılacağı Kunut Duâları’nda şu şekilde gösterilir:
“Allah’ım!; Sen’den yardım isteriz ve Sen’den günahlarımızı bağışlamanı isteriz, râzı olduğun şeylere hidâyet etmeni isteriz. Sana inanırız ve sana tevbe ederiz. Sana tevekkül ederiz. Bize verdiğin bütün nîmetleri bilerek seni hayır ile överiz. Sana şükrederiz. Hiç-bir nîmetini inkâr etmez ve onları başkasından bilmeyiz. Nîmetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni bırakırız. ‘Hâl ederiz’ (nahlû)” denir.
Bu duâda “ve nahlâu ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yâni diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyân eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, lîderlikten) hâl edip al-aşağı ederiz, onu kendi hâline terk ederiz”. Böyle söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân eden, fâcirlik ve fâsıklık yapan kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz. Fakat yine de bunu yapmayı göze alamayan çoğunluk, milyonlarca insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine, Allah’a isyân etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara karşı emr-i bi’l mâ’rufu yapsalar da “nehy-i ani’l münker” kısmını yerine getiremezler yada bunu çok kısıtlı yada noksan yaparlar.
Nahlâu (hâl ederiz) derken kullandığımız “hâl” kelimesi, “ehl-i hâl’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” hâl etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dâir bir ahid ve söz verme, bir siyâsi bilinçtir. Fakat bu işin zor olan tarafı olduğu için, iyiliği yaygınlaştırmakla yetinilmektedir.
Her zaman azim, gayret ve fedâkârlıkla, kötülükleri elle, dille, hiç olmadı, kâlple buğz ederek düzeltme gündemde olmalıdır. Allah’ın istediği İslâm toplumu ve hayırlı ümmet ancak elini taşın altına koyanlarla kurulur ve böylece bu ümmet “en hayırlı ümmet” olur:
“Ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önlemeye çalışan İslâm ümmeti, insanlık içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmettir” (Âl-i İmrân 110).
Şirkin, küfrün ve de doğal olarak zulmün ayyuka çıktığı ve Dünyâ’yı ifsâd ettiği modern zamanlarda, “emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” yâni “iyiliği emr ve kötülüğü men etmeyi” hakkıyla yapacak ve azîmete göre yaşayacak mü’min bir toplum ortaya çıkana kadar şeytan Dünyâ’da iktidârını azimle sürdürmeye devâm edecektir. Fakat Allah bu durumdan râzı değildir. Bu yüzden Hz. Lokman, oğluna şu öğüdü vermiştir:
“Ey oğlum!; namazı dosdoğru kıl, mârufu emret, münkerden sakındır ve sana isâbet eden (musîbetler)e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir” (Lokmân 17).
“Müslümanlar târih-boyunca hiç uzlaşıp da birlik olamamışlardır ki” demenin bir noktadan sonra çok da anlamı yoktur. Zîrâ Kur’ân: “İçinizde emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” yâni “sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” der. Peki İslâm-târihi boyunca hiç uzlaşıp da birlik olunmuş olan bir toplum olmamış mıdır?. Böyle bir topluluk hiç-bir zaman kurulamamış mıdır?. Elbette olmuştur. Bizim için ölçü; sarayın, devletin, bürokrasinin, zenginlerin, halkın vs. yanlış ve şirk-küfür-zulüm içindeki yaşamları mıdır, yoksa “iyliği emr ve kötülüğü nehy için çalışanlar” mıdır?.
Kurucu-toplum her zaman az olur ve az ile başlar. Önemli olan o toplumun kurulmasıdır, diğer şeyler ise ondan sonra gelir yada gelmez. İşin raconu budur. Aslî unsurlar her zaman az olur, bu tüm zamanlarda böyle olmuştur. Önemli olan o az topluluğun işlevselliği ve işlevselliğinin kalitesi ve niteliğidir. İnsanlığın başlangıcından îtibâren bu hep böyle olmuştur, böyle olacaktır. Sünnetullah ve imtihan olayı bunu gerektirir. Tüm toplumun istisnâsız şekilde olumlu anlamda değişmesi ve “on numara mü’minler” hâline gelmeleri gibi bir şey mümkün değildir. Zîrâ daha önce hiç-bir zaman tüm fertleri İslâmî yönde değişmiş-dönüşmüş olan bir toplum olmamıştır. Önemli olan, kendilerini vahiy-merkezli olarak değiştirecek olan o az ve özel toplumun ortaya çıkması ve “iyiliği emr ve kötülüğü nehyetme” yolunda olması ve bunun ne kadar kaliteli yapılıp-yapılmadığıdır. Demek ki aslî ve yan-unsurları her zaman ayırmak ve farklı değerlendirmek gerekir. Tabi bu değerlendirme yine vahye göre yapılacaktır ki yan-unsurlara da zulmedilmemiş olunsun.
Emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münkeri hakkıyla yapanlar Allah’ın izniyle başarıya ulaşırlar ve Allah’ın istediği gibi bir İslâm toplumu, bir İslâm devleti ve İslâm medeniyeti sürecine girilir. Bu toplum Allah-merkezli yaşayan bir toplumdur:
“Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidâr sâhibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, mârufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a âittir” (Hac 41).
Allah’ım!; müslümanları ve mazlumları zâlimlerin elinden kurtar, müslümanların içinden bir lîder öncülüğünde “emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” yapan bir topluluk çıkar, bu topluluk vesilesiyle müslümanlar, mazlumlar ve mâsumlar, Dünyâ’nın nesneleri olmaktan kurtulup Dünyâ’nın özneleri hâline gelsinler. Hak ve hakîkat, adâlet ve eşitlik sarsın ve kuşatsın Dünyâ’yı, senin sözün-dînin Dünyâ’ya hâkim olsun. Böylece zulümler-mazlûmiyetler bitsin ve Dünyâ’dan Cennet’e bir köprü kurulsun. Dünyâ “cennetin bir şûbesi”, “dârus-selam” olsun. Asr-ı Saadet süreci yeniden başlasın ve kıyâmete, “son saat”e kadar devâm etsin Allah’ım!.
Allah, insanlar içinden emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, insanlara öğüt veren ve kötülükleri yok etmek için var gücüyle çalışan toplumu en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.