
“Kim tevhidi dil ile söylerse müslümandır” sözü geçerli midir?
SORU: Ehlisünnet âlimlerine göre: “Ehli Kıble tekfir edilmez. Kim tevhidi dil ile söylerse Müslüman’dır” deniliyor. Gerekçe olarak da: “Türkiye ölçeği farklı. İnsanlar ne dediklerinin manasını bilmiyorlar. Bunu bilseler belki de kabul etmeyecekler.” Şimdi bu çelişki olmuyor mu?
CEVAP: Konunun doğru anlaşılması için öncelikle “Ehil” kelimesinin ne anlam ifade ettiğinin bilinmesi gerekir. Müslümanların dilinde hep dolaşıyor:”Ehli Kitap, Ehli Kıble, Ehli Beyt, Ehli Sünnet, Ehli İlim v.s.
Ehl kelimesi bir şeye, bir dine veya mezhebe, bir şahsa, bir memlekete veya bir ülkeye mensubiyeti/aidiyeti bildirmek için kullanılmaktadır. Ayrıca “üçüncü bab’da ” kullanıldığında ise, bir yere alışan her canlı için “evcilleşti” anlamında “ehlî” ifadesi kullanılır. Mensubiyet anlamında Peygamberimizin ev halkı için Ahzab suresi /33’ta “Ey ehli beyt” şeklinde kullanıldığı gibi, Hud/46’da aynı dine inanca sahip olma/olmama anlamında: “Ya Nuh! O senin ehlinden değildi.” Yine Lut ailesi için Hud/40’da da aynı vurgu yapılmaktadır.
Bir şey “Ehl ” kelimesiyle ifade edildiği zaman en açık ifadesiyle mensubiyet anlamına gelir. Yani bir üst kimlik ifadesidir. Bir kimse kendisini kime ait olarak görüyor, kime mensup olarak kabul ediyorsa ona aidiyetini ifade eder. Bu demek değildir ki, mensup olduğu dini, düşünceyi, mezhebi, aileyi, ülkeyi v.s. eksiksiz kusursuz temsil eden bir kimsedir. Görünüşte o topluma ait olarak bilinir; fakat iç dünyası ile o toplumla hiçbir alakası olmaya da bilir. Bunu, en açık şekliyle Kur’an’ın Ehli kitap konusundaki tanımlamalarında görmekteyiz.
Kendilerini kitaba nispet edenleri Allah-u Teâlâ kitap ehli olarak niteliyor. Fakat yaptıklarının kitapla alakasının olmadığını da ifade ediyor: “Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana eksiksiz iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, “Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan bize vebal yoktur” demelerinden dolayıdır. Ve onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.”(3/75)
“Ey ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın âyetlerini inkâr edersiniz?”(3/70) buyuruluyor. İfadelere dikkat edilirse görülecektir ki, kitap ehli dediği halde bu insanlar için “Allah’ın ayetlerini niçin bile bile inkar ediyorsunuz?” buyuruyor.
Buradan hareketle şunu anlatmaya çalışıyoruz: Ehli kıble, Ehli İslam, Ehli sünnet içerisinde de eh¬li kitapta olduğu gibi mensup olduğu yerle alakası olmayan bir dünya insanın olduğunu görüp duruyoruz. Bunlara ne diyeceksiniz? Bir toplumu değerlendirirken ait olduğu ülkeye, kabullendiği dine, takip ettiği mezhebe nispet ederek değerlendirirken; onların içinden A veya B şahsını ele aldığımız zaman daha özel e doğru gelerek onu bizzat yapıp ettikleriyle ele alıp, değerlendirmeye tabi tutmamız gerekmez mi? Kitap ehli içinde kâfirlerin, zalimlerin, fasıkların, münafıkların olduğu gibi; Ehli Sünnet, Ehli İslam içerisinde de bu sıfatları taşıyan insanlar olacaktır. İşte burada bizzat o insanı kendi yaptıklarıyla ele alarak değerlendirmek kaçınılmaz olacaktır.
Kur’an’ın Kitap ehli için söylediği her şey bugün kendisini Kur’an’a, İslam’a nispet eden toplum için de geçerlidir. Çünkü bizler de bugün ehli kitabız. Bunu hem mensubiyet anlamında hem de bizden önceki kitap ehli olanların yaptıklarından dolayı ilahi ikaz ve hükümlere muhatap görülmesi açısından söylüyoruz.
Onlar Allah’ın dinine ne yapmışlarsa, bizlerin de onlardan hiç geri kalmadığımızın ispatı, toplum olarak yaşadığımız hayat ve Allah’ın dinini ifsat etmede gelinen noktadır. Kitap ehlinin yapıp ettikleri şöyle sıralanıyor: Hakka batıl ı karıştırmak, bilerek gerçeği gizlemek.(3/71), Günün başında inanıp sonunda inkâr ederek inananları ifsat etmek.(3/72 ) , Hakkı kıskanmak (2/109), Emanete ihanet etmek(3/75), Allah’ın ayetlerini az bir değere satmak(3/199), Allah’ın Kitabını hayata uygulamayı bırakmak(5/68), Allah’ın yolundan sapanların peşine takılıp gitmek(5/77), Kitabı bozmak için ağızlarını kitaba yaklaştırmak, gerçeği eğip bükmek(3/78), Allah’ı bırakıp Rahiplerini ve bilginlerini Rabler edinmek (9/31) gibi.
Bu ümmetin Allah’ın dinine yaptıkları bu sa¬yılanlardan farklı mı gözüküyor? Konuya insafla baktığımızda fotoğraf karelerinin bire bir uyduğunu göreceksiniz. Şimdi siz bu toplumda tevhidi dil ile söyleyenlerden kaçına malınızı, canınızı emanet edebilirsiniz? En kısa ifadesiyle: “Müslüman elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir” diye tanımlanıyor. Şimdi kimliğindeki kayıtlardan hareketle veya dilindeki kelime-i tevhidden hareketle kaçta kaçının elinden ve dilinden emin olabileceğimizi sesli veya sessiz biraz düşününce bu anlayışın tutarsızlığını göreceksiniz.
Ancak hukuken İslam zahire göre hükmeder. Kimsenin kalbini yarmaya kimse memur edilmemiştir. Toplumsal düzenin sağlanması açısından durum böyledir. Allah’ın elçisi cemaatinin arasındaki münafıkları seçip çıkarmıyordu. Onların beyanlarını esas alıyordu. Fakat Allah onların gerçek yüzlerini ortaya koyup hükmünü bildirerek onların yüreklerine su serpiyordu: “Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fâsıklar topluluğundan asla razı olmaz.”(9/96) “Münafıklar sana geldikleri va¬kit: “Şahitlik ederiz ki sen muhakkak Allah’ın elçisisin” derler. Senin mutlaka kendisinin elçisi olduğunu Allah bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına da şahitlik eder.”(63/1) “Ey Nebi! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür!”(66/9)
Bu ayetlerden sonra Peygamberimiz münafıkların yakasından tutup toplumda teşhir etmemiş, tecrit de etmemiş. Fakat onlarla cihada/mücadeleye devam etmiştir. Ölünce üzerlerine namaz kılmamış ve mezarı başında durmamıştır. (9/84) Bizim de bugün yapacağımız bundan başkası değildir. Birebir muhatap olup bildiklerimiz konusunda ise, şahsi tavrımızı koymada bir sıkıntı yoktur. Tüm yapacağımız da bundan ibarettir. Biz onların muhasebesini tutacak değiliz. Bu işi yapanların olduğuna inanıyoruz. Yeter ki biz bize düşeni yapalım. Allah kendine düşeni yapmaktadır: “İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise, sizinle karşılaştıklarında “İnandık” derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) ölün! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.” “Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.”(3/119-120)
Türkiye ölçeğinin farklılığı meselesine gelince işin bütün vahameti de burada. Ne dediğini bilmeyenden ne oluyor ki, Müslüman olsun? Olunca da işte böyle oluyor! “Altı kaval üstü şaval.” Ortaya öyle bir şey çıkıyor ki hilkat garibesi gibi. Ne dediğini bilmeyen. Kimden yana olduğunun farkında olmayan. Yapıp ettiği ile kimlerin ekmeğine yağ sürdüğünün bilincinde bulunmayan bir yığın insan. Rüzgâra göre salınan, güne bakan gibi yön değiştiren bir güruh. Hepsi bundan ibaret. Bilinçsiz ve şuursuz kalabalıklar daima güdülmeye mahkûmdur. Keyfiyetsiz kemiyetlerin kaderi budur. Allah: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (39/9) derken bilmenin başlı başına bir üstünlük olduğunu/güç olduğunu bize hatırlatıyor. Namaza duracağımız zaman insan olarak ne dediğimizi bilecek bir ruh halinde olmamızı istiyor ve: “Sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın”(4/43) buyuruyor. Buna rağmen bizim insanımız bir ömür dinini kitabını bilmeden yaşayıp gidiyor. Hiç düşündünüz mü, bir şey bilinmeden nasıl yaşanır? Bu ayıbımız yetmiyormuş gibi bir de bunu savunuyoruz. Yetmiyor meşrulaştırmaya çalışıyoruz. Bu halimizle Allah bizi kurtarır mı?
“Herkes için önünden ve arkasından takip eden melekler vardır. Onları Allah’ın emriyle gözetirler. Muhakkak Allah bir topluluğa verdiğini! Onlar nefislerindekini değiştirmedikçe değiştirmez! Bir topluluğa da Allah bir kötülük irade buyurdu mu artık onun geri çevrilmesine çare bulunmaz. Onlar için O’ndan başka bir veli de yoktur” (13/11)
Yukarıdaki ayetlerde belirtildiği gibi kurtulmak bizim gayretimize bağlıdır. İlk yapılması gereken şey, anladığımız dil ile yazılmış bir Kur’an meali alarak baştan sona anlamak için tertil ile (ağır ağır, anlayarak) okumaktır. Okuduklarımızı hayatla, hayatımızla karşılaştırarak muhakeme ve mukayese yapmak. Öğrendiğimiz doğruları ahlak edinmeye çalışmak. Elimizi, dilimizi, gözümüzü ve kulağımızı Kur’an ile terbiye etmek. Öğrendiğimiz doğruları başkalarıyla paylaşmak için konuşup görüşmeye devam etmek ve bu hal ile hayatı anlamlı kılmaya çalışmalıyız. Belki o zaman Allah’ın merhametine layık oluruz da bize acır, bizi bağışlar, üzerimizdeki hükmünü değiştirir ve halimizi düzeltir.