
“RADİKAL BATICI” TÜRKİYE’DEN “YENİ” TÜRKİYE’YE -“Biz bu oyunda oynamıyoruz artık!”-
Bir dönem Rusya’da Putin’in tekrar başkan seçilmesine yasal zemin hazırlamak üzere Rusya devlet başkanı seçtirilen Medyedev, ‘Bölge ülkelerinin çoğunun dahil olduğu büyük bir savaş olmadan bölgenin yeni dengesinin kurgulanması söz konusu değil!’ diyordu. Ve bu sözlerin, Rusya’nın ABD ve Batı tarafından sıkıştırıldığı, Çin’in de henüz böyle bir savaşa hazır olmadığı bir dönemde gündeme gelmiş olması bizce manidardır…
Kendilerini İslam ile tavsif edenlerin ciddi bir güç olmadığı bir reel-politik düzlemde, her ne kadar geniş anlamıyla bölgemizdeki denge hızlı bir şekilde değişiyor olsa da hatalı tanımlamalar ve beklentilerin kısa vadede somut sonuçlar doğurması beklenilmemelidir. Ki yeni denge arayışı sürecinde “reel-politik” olarak ciddiye alınabilecek iki ülke söz konusudur. Bunlardan birincisi, -Humeyni sonrası İslami niteliği daha derinden tartışılan- İran’dır. İkincisi ise, -(Ilımlı)Laik-Demokratik/Batı referanslı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Osmanlı bakiyesi Türkiye’nin, Batı/ABD ile vesayet ilişkisinin değişik dönemlerinden söz edilse de asıl dikkatle okunması gereken dönem, küresel ve bölgesel değişim sürecinde gündeme gelen II. Dönemdir…
BOP/GBOP sürecinde, ideolojik ekseni aynı kalmakla birlikte ABD’nin strateji değiştirmesiyle, -Batı blokunun bir parçası, NATO üyesi olmaya devam eden- yeni Türkiye, değişim ve dönüşüm sürecinin açtığı alanda yeni konumu ve misyonuyla “Sistem içi” bir çıkış arayışında önemli mesafeler katetti; bölgedeki etkinliği artmış oldu. ‘Tarihi ve stratejik derinliği’ ile yeni Türkiye, kendi güvenliği ve gelecek kaygılarının bir gereği olarak kendi eksenini oluşturma zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı. Ve bölgedeki yeni denge arayışı sürecinin açtığı alanda “denge/dengeci politikalar”la çıkış arayışını derinleştirdi. Lakin bu süreçte yeni Türkiye’nin attığı tutarlı adımlar ve İran’ın bölgedeki stratejik hatalarıyla birlikte, “güçlü’nün haklı görüldüğü” dünyada, -ciddi bir güç oluşturamayan- Müslümanları ve mazlumları koruyabilecek bir organizasyondan söz edebilmek mümkün olmadı. Aynı zamanda kendilerini İslam ile tanımlayanlar, maalesef “7 Ekim Aksa Tufanı Harekatı” ve sonrasında yaşananları doğru okuyamadılar… Hatalı reel-politik okumalar ve hatalı beklentilerle duygusal tepkilerin ve yardım gayretlerinin ötesine geçilerek samimi Müslümanları yanlış yönlendirdiler. Hatta sözde “sistem-içi” mücadele veren bazı partiler, bu provaskyon ve algı yönetimi çabalarını seçimlerde, özellikle yerel seçimlerde de ilkesiz ve ahlaksızca kullandılar.
Hâlbuki içinde yaşanılan dünyada belirleyici güç Batılı Modernitenin sınırları aştığı, hemen hemen her konunun modernizmin ölçütleri üzerinden okunarak insanlığın ufkunun olabildiğince daraldığı bir dönemden geçmekteyiz. Bu gerçekliklere karşın, ufkun genişlemesi gerektiğinden, insanlığın daha ileri bir düzeye doğru yol almasından söz edenler de insanı, hayatı ve evreni doğru okuyan temel kaynaklardan bir hayli uzak duruşlarıyla mantıklı bir çözümü temsil edememekteler… İşte böyle bir kaos içinde yaşanan açmazlardan birini, Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın son açıklamaları özetlemektedir… Ne diyordu Hakan Fidan?
‘İsrail öldürmeye başlıyor. Sonra işte Mısır’a geliyolar, bize geliyorlar’;
“Aman işte diğer ülkelere, taraflara söyleyin, savaşa girmesinler; savaş yayılmasın!”…
‘İsrail, İran’ın büyükelçiliğini Şam’da vuruyor; ondan sonra Mısır’a geliyorlar, bize geliyorlar, ilgili taraflara gidiyorlar’…Ve…
Amerika “Aman müdahale edin;(karşı) müdahale olmasın!”…
‘Şimdi, yine aynı şekilde İsrail, Hamas’ın liderini (İsmail Haniye) şehid ediyor. Aynı şekilde geliyorlar’, “Aman müdahale…”
“Arkadaşlar bu artık sürdürülebilir bir patern değil; biz bu oyunda oynamıyoruz artık!”
‘İsrail’in yaptığı her türlü kötülüğü ABD’nin arkadan süpürmeye çalışması, hafifletmeye çalışması kabul edilebilir bir patern olmaktan çıkmıştır!’
“Artık tasmasını sahipleri eline almalı; sahip çıkılmalı!”
‘Bu uyarılarımıza kulak versinler. Bölge’nin evlatları olarak bunu söylüyorum. Bölge’nin içinden geçtiği duygusal atmosfer, halkın içinde bulunduğu psikolojik durum her gün ekranlarda gördüğü katledilme resimleri, çaresiz bırakılmış Filistinlilere hiç bir el uzatılmaması; bunun karşısında, başka lüzumsuz konularda “Müslüman ülkeler”e sürekli ders verilir durumda olunması, demokrasi ve insan hakları üzerinden…’
“Biz bu oyunda oynamıyoruz artık!”
Batı, bu coğrafyada her türlü moral üstünlüğünü kaybetmiştir… Uluslararası sistemin çöktüğü bir denklemde artık bölge güçleri olarak biz meseleyi gerçekten sahiplenip el birliğiyle ne gerekiyorsa yapmak için gayret içinde olmalıyız. Barış adına, istikrar adına…
“Radikal Batıcı” bir eksende kurgulanan Türkiye Cumhuriyeti, değişen dünya ve bölge şartlarının açtığı alanda, yeni konumu ve misyonuyla, bir süredir ‘sistem içi’ bir çıkış arayışında olan yeni Türkiye’nin, sadece kendi güvenliğini değil geleceğini de tehdit altında gördüğü anlaşılmaktadır, yukarıdaki değerlendirmelerde… Aynı zamanda, yukarıdaki çarpıcı uyarıları, özellikle son dönemlerde (Büyük bir savaşa ya da mutabakata giden süreçte) yaşananlarla birlikte okuyamazsak bölgenin nereye doğru gittiğini doğru okumamız mümkün gözükmemektedir. Özellikle de İran Cumhurbaşkanı Reisi’ye ve Hamas siyasi Büro Şefi Haniye’ye yapılan suikastlerin mesajlarının doğru anlaşılması gerekmektedir.
Zira bu ve benzeri gelişmeler, sadece Siyonist Terör Örgütü/“devleti” İsrail’in 1947-48’den beri devam ettirdiği, 7 Ekim’le birlikte yoğunlaşan katliamlar/soykırımın nereye doğru evrildiğini göstermemektedir. ABD-İsrail’in işgal planıyla birlikte bölgemizdeki yeni denge arayışı sürecinin nereye doğru evrilebileceğinin de önemli bir işareti olarak okunabilmelidir…
Irak-Suriye ekseninde yaşanan gelişmeler, Ukrayna’da yaşananlar ve diğer bölgelerde, bilhassa Afrika’da yaşananlarla ABD-İsrail işgal projesine AB ülkelerinin büyük çoğunluğun da destek veriyor olması ve bunun gibi gelişmelerin birbirinden bağımsız okunması mümkün değildir.
Olayların Merkezindeki Yeni Türkiye’nin Reel-Politik Duruşu
Bölgemizdeki yeni denge arayışı sürecinin tam da ortasında yer alan yeni Türkiye’nin ideolojik duruşunda ciddi bir değişim söz konusu olmasa da reel-politik olarak, tarihi ve stratejik derinliğini kullanarak ‘sistem içi’ çıkış arayışı sürecinde aldığı mesafe özellikle ABD/Batı’yı rahatsız etmektedir. Ve bu çerçevede yeni Türkiye, bir taraftan Batı’yı tedirgin ederken diğer taraftan da özellikle 7 Ekim sonrasında ABD-İsrail işgal planlarının önündeki en güçlü engel olarakta değerlendirilmektedir. Bu bağlamda Başkan R.T. Erdoğan’ın son mesajlarının yanlış anlaşılmaması, yerli yerine oturtulmaktan çok provakasyonlara vesile kılınmasının da altı kalın çizgilerle çizilmelidir.
Başkan Erdoğan ne demişti, ABD-İsrail ve Batı’yı rahatsız eden konuşmasında?
‘Daha da güçlü olursak, Karabağ ve Libya’da nasıl (endirekt olarak) müdahil olabildik ve bölgedeki dengelerin lehimize değişmesini sağlayabildiysek, -Türkiye’nin de güvenliğini ve geleceğini tehdit eden- Gazze/Filistin’e de müdahale etmemiz imkansız değildir… Yani, süreç öyle bir noktaya doğru evrilmektedir ki bölgenin yükselen güçlerinin de fiili savaşa müdahil olabileceği bir durumla karşılaşabiliriz. Buna da hazırlıklı olmalı, daha da güçlü olmalıyız.
ABD, küresel ve bölgesel değişim sürecinde (geniş anlamıyla) bölgemizde dümensiz ve geleceği olmayan bir politika izlemektedir. ABD’deki bazı uzmanların da açıkça dile getirdiği üzere, eğer ABD tüm dikkatini Asya-Pasifik’e kaydırmaya devam ederse ve ABD kendi sınırları dışındaki gelişmeleri yeterince isabetli okuyamamaya devam ederse Türkiye, kendi güvenliği ve geleceğini esas almaya devam ederek daha güçlü bir cevap vermeye mecburdur. Gelinen aşama itibarıyla Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini koparması söz konusu değildir. Lakin ABD/Batı Suriye’deki oyunun devam etmesine seyirci kalmaya devam ederse Türkiye’nin Rusya’nın yanı sıra Çin ile ilişkilerini de daha ileri bir düzeye taşıması kaçınılmazdır…
Bu aşamada ABD/Batı’nın anlamakta zorlandığı bir husus da Türkiye’nin giderek “büyümesi” ve ordusunun güçlenmesidir. Son MGK toplantısında, Türkiye’nin savunma Sanayindeki yerlilik oranı ve (bitenler ve proje halinde olanlarıyla) geliştirilen(yüksek) teknolojik silahların masaya yatırıldığına dikkat çekilmesi de manidardır. TSK’nin, bir süre sonra karşı karşıya gelmesi muhtemel ordulardan daha yüksek kapasiteye ulaşması için, yerli imkanlarla, daha fazla neler yapılabileceğinin ele alınmış olması da önemsenmelidir.
ABD ve Siyonist İsrail’in bölgeye yönelik tehditleri ve işgal planlarının Türkiye’nin güvenlik ve gelecek beklentileriyle çatışması ihtimali güçlü gözükmektedir. Yani süreç içerisinde ABD-İsrail’in bölgedeki stratejileri ile Türkiye’nin güvenlik ve gelecek beklentileri çerçevesindeki stratejik hedeflerinin karşı karşıya gelmesi neredeyse kaçınılmazdır. Böyle bir durumda ABD ve Batı, ya Türkiye ile güçlü bir “uzlaşma” sağlayacak ya da güçlü bir “savaş” gündeme gelecektir. Rusya ve Çin’in de belirleyici taraflardan olacağı (geniş anlamıyla) bölgemizde Türkiye’yi karşısına almayan küresel gücün bölgede etkin olması da kaçınılmaz bir durumdur. Hele hele, yeni güç dengesi arayışı sürecinde Türkiye ile İran’ın, ortak çıkarları paralelinde yakın bir duruşa sahip olmaları gerçekliği, ABD ve İsrail için kabul edilebilir bir durum değildir. Unutulmamalıdır ki yeni Türkiye’nin, tarihi ve stratejik derinliğe sahip ama Batı referanslı ideolojisi, geçmişin aksine sivil ve askeri bürokrasinin tam desteğine sahip gözükmektedir. Bunun en bariz örneğini “Mavi Vatan” doktrininin benimsenmesi ve bunun bir Türk ideolojisine dönüşmesinde görmüş olundu…
Son planda, insanımız net bilgi ve bilince sahip olmak durumundadır ki hatalı okumalar ve hatalı beklentiler içine girmesin. İnsanımız, ciddi bir yapıya, Cemaate; “düşünsel ve siyasi netliğe” ulaşmış bir duruşa sahip olmadığı için, uzun bir süredir, “İslam dünyası”, “Müslüman ülkeler” gibi esastan yanlış tanımlamalar ve anlamlandırmalarla küresel güçler ve onların yerli işbirlikçilerince kullanılmaktadır. Sözde onlara yol gösterdiğini zannedenler de sistemik bir okumadan uzak, duygusal söylemlerle insanımızın, “Sistem-içi” bir düzlemde bir o yana bir bu yana savrulmalarına neden olmaktadırlar. Ne yazık ki…
Oysa, Osmanlı’nın yıkılışının son dönemlerine kadar Müslümanların sorunlarının temelinde, iç sorunlar, “Öz”den uzaklaşmanın süreç içerisinde gündeme taşınan sapmalarının sahaya yansımaları söz konusuydu. Bir süre sonra bu iş sorunlarla birlikte reaksiyoner düzlemde hızla yükselen “Batı medeniyeti”nin açmazları da Müslümanları süreç içerisinde kontrolüne aldı… Daha da geriye gitmek mümkün. Ama bu çarpıcı sorunlar ile Müslümanların Sorunlu Tarihi (MST)’ndeki temel sapmaların sentezi Müslümanları 20. ve 21. Yüzyıla taşımış oldu. Bu süreçte kurulan “güçlünün haklı görüldüğü” “Medeni Batı” eksenli sistem, özellikle 1980’li yıllarla birlikte değişim ve dönüşüm sürecine girmiş oldu…
Bilhassa Osmanlı sonrası kurgulanan bölgesel ve küresel düzenin ne anlama geldiği, “Radikal Batıcı”ların, hakikat arayışını (sözde) evrensel Batılı kavramlarda arayanların dışındaki küçük bir kesim hariç pek anlaşılmadı… Küresel ve bölgesel sistemin değişim ve dönüşüm zorunluluğu ile karşı karşıya kaldığı bir süreçte de yine bir ABD/Batı yapımı olan malum projenin geçirdiği aşamalar da doğru anlaşılamadı. Algı yönetimi ve manipülasyon teknikleri ile, -iletişim devriminden önceki kadar olmasa da- yine insanımız manipule edildi. Ve bu manipülasyon sürecinde, özellikle kritik dönemeçler doğru anlaşılmadı. Anakronizmin öne çıktığı okumalar gündeme hakim kılınmaya çalışıldı. Çoğu zaman da başarılı olundu. Hem de kendilerini İslam ile tavsif eden sözde kanaat önderleri, entellektüeller ve siyasetin derin anlamından habersiz siyasetçiler tarafından…
Neden ABD, malum projesinin ideolojik eksenini esasta değiştirmediği ama stratejisini “Demokratik Değişim”(?!) düzleminden “Kaos Stratejisi”ne dönüştürmesinin yansımaları özellikle görmezden gelindi? Bölgede, yaşadığı devrimden sonra parçalamak istediği İran’la bile Irak politikası, Suriye politikası konusunda yakınlaştı… Neden Türkiye, kendince “sistem içi” bir çıkış düzleminde bir denge politikası oluşturana kadar, (sözde) müttefik ABD, Rusya ile Suriye başta olmak üzere bir çok konuda, ortak çıkarlar düzleminde paslaşmalar yaptı?Neden BOP/GBOP’un kritik unsurlarından yeni Türkiye ve İhvan-ı Müslimin’i, strateji değiştirmesinin hemen akabinde diz çöktürmek, kendi kontrolünde hareket etmelerini sağlamak üzere, her türlü yönteme başvurdu? En önemlisi de kuruluşundan bu yana önce İngiltere’nin sonra da ABD’nin vesayeti altında bölgenin kritik bir ülkesi olan (Ilımlı) Laik-Demokrat(yeni) Türkiye’yi, bu kez darbelerden çok içerdeki güç odaklarıyla terbiye etmek istedi?… Neden “Bir ABD Projesi olarak AKP/yeni Türkiye”, “Bir ABD Projesi olarak Muhalefet Bloku/(6+1)”e dönüşüverdi…