GenelYazarlardanYazılar

Müslüman Doğulmaz Müslüman Olunur 1

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın adıyla;

Doğuştan ‘müslüman’ olduğunu zanneden, bu ‘ölümcül’ yanlışla büyüyen ve böyle yaşayıp, böyle ölüp giden bir toplumun içinde doğup büyüdük. Bu anlayışın bugün de geçerli olduğuna, sorgulanma gereği bile duyulmadan devam ettirildiğine tanıklık etmekteyiz.

Üstelik  bu haksız ‘zan’ Allah’ın son elçisi olan Muhammed (as)’a ait olduğu söylenilen  bir sözün yanlış anlaşılması veya çarpıtılması sebebiyle ‘hakikat’ gibi kabul edilmiştir. Sözünü ettiğimiz rivayet üzerinden  meseleye açıklık getirmeye çalışalım:

“Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.”(Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5)

İslam, insanın tüm ihtiyaçlarını kuşatan ve en üst düzeyde karşılayan tek din/düzendir. Ve bu düzenin rengi fıtrat ile aynıdır. Çünkü insanın da dinin de sahibi Allah’tır. Ve insanı en iyi bilen onu yaratandır. Kulunun yaratılış özelliklerine (fıtratına) en uygun olan yaşam biçimini (dini) de yine kendisi belirleyip takdir etmiştir. Bu anlamda fıtrat, içimizde yazılı olan bizden hiç ayrılmayan mini kitap durumundadır. Dünyada da insanlara yol gösteren, hayat biçimi sunan sorunlara çözüm getirmek için yazılan çeşitli kitaplar bulunmaktadır. İşte bunların hiç biri Allah’ın vahyederek gönderdiği kitaplar kadar insanın yapısına uygun değildir. Çünkü insan sadece, kendisini yaratan Allah’ın belirlediği sisteme/düzene uyumlu olarak yaratılmıştır. İslam fıtratı üzere doğmak budur. İslam’a uygun yaratıldığı halde farklı yaşam biçimlerinde yaşayan/yaşatılan insanın ne hale geldiği, dünyayı ne hale getirdiği ortadadır.

Fıtratın yapısı ile İslam’ın ilkeleri arasındaki doğal uyumu daha net ortaya koyabilmek için bir kaç örnek verelim. Lütfen bu örnekleri okurken aklınızı ve vicdanınızı yoklayın ki bu ilkeler kalbinizi sıkıştırıyor mu, yoksa  yatıştırıyor mu  bizzat tecrübe edin!

*Borç aldığınız birisi sizden, size verdiğinden daha fazlasını istese bu hoşunuza gider mi?

-Elbette gitmez! İşte içimizdeki bu doğal (fıtri) tutuma uygun olarak İslam da faizi yasaklamıştır.

*Birilerinin sizin arkanızdan konuşması, gıybetinizi yapması sizi sevindirir mi, üzer mi?  Üzer diyorsanız ; Bakınız islam sizi üzecek bu davranışı yasaklamış  üzülmenizin yada başkasını üzmenizin önüne engel koymuştur.

*Aslında sizin hakkınız olan bir işin/ihalenin  size değil de yüksek makamlarda tanıdığı olan birine  verilmesine  kahretmez misiniz?  Bakınız İslam; adaleti gereği  emaneti ehline vermeyi emreder .’Adamı’ olanı değil  ‘Adam’ olanı yani hak edeni gözetir.

*İftiraya uğrayarak yıllarca hapis yattığınızı düşünün! Dünyanın hiç bir yerinde hiç kimsenin  kabullenemeyeceği bir zulümdür bu. Çünkü insanların yaşadığı topraklar farklı da olsa fıtratları  aynıdır. Ve zulmün her türlüsü fıtrata terstir. Dikkat edin dünyanın en kötü insanı bile kendisine iftira edilip haksızlık yapılmasından memnun olmaz. Bu gerçeğe uygun olarak İslam, iftirayı suç saymış ve ciddi bir ceza ile cezalandırmıştır.

Ayrıca “bir topluma duyduğunuz nefret sizi adaletsizliğe sevkmetmesin” uyarısıyla  adalet kavramını ilkeselleştiren insanlar arası muameleyi sevgi ve yakınlık,  nefret ve düşmanlık üzerinden değil ‘adil olma’ üzerinden düzenleyen tek hukuk sistemi yine İslam’dır.

Tarihte bazı insanların, kendisine yapılan adil muamele sebebiyle İslam’a girdiği ile igili hikayelerden birini paylaşarak adil olmanın fıtratla, fıtratın  dinle olan ilişkisini buyurun biraz daha açalım;

İkinci halife Ömer (r.a) zamanında, Şam valisi şehir merkezinde büyük bir cami yapmak ister. Ancak, cami yapılmak istenen arazinin sahibi dul bir yahudi kadındır. Kendi ve çocuklarının geçimini ekip-biçtiği bu araziden sağlar. Bedeli verilmesine rağmen arazisini satmak istemez ve cami yapılmasına da rıza göstermez. Buna rağmen vali, bu araziye cami yaptırır.  Bunun üzerine de yahudi kadın, Halife  Ömer’e (ra) giderek durumu anlatır ve validen şikayetçi olduğunu söyler. Kadını dinleyen  Ömer, durumu adaletli görmez ve yahudi kadını haklı bulur. Daha sonra da valiye mektup yazarak, camiyi yıkmasını ve araziyi tekrar yahudi kadına vermesini emrederek, valiye şöyle der:“Vali!  Camiyi yık,  fakat adaleti yıkma!”

Ve kadın gördüğü bu muamelenin ardından İslam’a girer. Kadının İslam’ı seçmesine  sebep olan şey elbette arazisine yapılan cami değil, kendisine yapılan adil muameledir. Eğer valinin kararı Ömer tarafından bozulmasaydı, kadın  o camiye her baktığında kendisine yapılan haksızlığı hatırlayacak ve  kendisine zulmeden böyle bir dine/düzene asla sıcak bakmayacaktı… Gücü yetmediği için hakkının yenilmesine mecburen boyun eğen bir kalp size asla sevgi beslemeyecektir ‘fıtrat’ buna manidir. Ama gücü yettiği halde sizi ezmeyen, sizin hakkınızı gözeten, sizi sevse de sevmese de adil davranan birine nefretle bakamazsınız. Bugün  Ömer (ra) döneminden daha fazla ve daha görkemli camiler yaptırılmakta ama kimse bu camilerden  etkilenip İslam’a girmemektedir! Adaleti yerin dibine gömüp, yerin üstüne cami yapmak/yaptırmak hiç bir fıtratı memnun etmez.  Allah’ın razı olmadığı dinin/düzenin işletildiği, benimsendiği  bir dünyada mabedlerin (cami, kilise, havra) sayılarının artması orada dinin anlaşıldığını değil “kullanıldığını” gösterir!

*Bir yakınınızın mesela çocuğunuzun kasten öldürüldüğünü düşünün. İçinize katili öldürme duygusu/düşüncesi doğacak ve bu her gün büyüyecektir. Doğal olarak siz de gücünüz yetip bir yolunu  bulduğunuzda katili öldürmek isteyeceksiniz. Eğer onu  öldürürseniz bu sefer de evladınızı kaybettiğiniz yetmezmiş gibi mevcut kanunlara göre hürriyetinizi de kaybedip hapse atılacaksınız. Üstelik bu iş kan davasına  dönüşüp nice insana da acı çektirecek, nice hayat alt üst olup gidecektir. Katil olmamak için acınızı içinize atıp sabrederek başka diyarlara göç etseniz bile katilin yaşadığını bilmek içinize dert olacak, hep bu kederle yaşamak zorunda kalacaksınız .Hele  katil ve çevresi sizden  güçlüyse ve kanunlar güçlüden yanaysa bu ızdırap sizi içten içe  kahretmez mi?  Nasıl?  Bu hiç adil gelmedi, içinize sinmedi değil mi?  Herşeye rağmen katili öldürme duygunuz haklı olarak devam edecek, hiç bir şey sizi teselli etmeyecektir. Hele bir de devlet af çıkarıp sizin canınızı yakan birini size sormadan affeder veya ceza indirimi yaparsa içiniz daha da ezilmez mi? Oysa o katili affetme yetkisi sadece size verilmeli değil miydi?

İşte bakın, insanın yapısına  uyumlu  tek hukuk  olan İslam; mahkemece suçu sabit olan  katili affetme yetkisini sadece size, eğer affetmezseniz  onu öldürme işini de devlete vermektedir. Böyle olunca siz katili öldürerek elinizi kana bulamaktan, yıllarca hapis yatmaktan, kan davasına bulaşmaktan,  katille aynı dünyada yaşamanın ızdırabını çekmekten kurtulmuş olacaksınız.

Kısas hükmü gideni geri getirmeyecektir ama kalanların başına yeni belalar ve sıkıntıların gelmesini önleyecektir. Bu ilahi hüküm herşeyden öte insanın insanı öldürme teşebbüsünü çok büyük oranda ortadan kaldıracaktır.Buna rağmen bir cinayet işlenmişse bu durumda da katili ortadan kaldıracaktır. Böylelikle bugün olduğu gibi halk, katillerini mapushanelerde beslemek zorunda kalmayacaktır…

*Bir  iyilik yapınca içinize dolan sevinci ve  bir kötülük yapınca sizi saran pişmanlığı düşünün. Veya yapmadığınız iyiliğin getirdiği pişmanlığı düşünün. İşte İslam;  iyiliği emredip kötülüğü yasaklayarak insanı, onu mutlu edecek işlere sevketmekte , pişman olacağı işlerden ve bunlardan doğacak sorunlardan da uzak durmaktadır. Böyle olunca insan yaratılışına uygun davranmanın huzurunu tatmaktadır.

Konuyla ilgili örnekleri sizler de çoğaltabilirsiniz. Sonuçta Allah’ın bizden yaşamamızı istediği dinin/düzenin benliğimize uygunluğunu, dinin fıtratla, fıtratın dinle doğrudan bağlantılı olduğunu göreceksiniz.

Şöyle ki;

Sen yüzünü (Allah’ı birleyen) bir Hanif olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki (bütün) insanları o fıtrat  üzere yaratmıştır. Allah’ın (bu) yaratışında hiçbir değişme yoktur. İşte kayyum (doğru-kalıcı) olan din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler. (30/Rum Suresi, 30)

İnsanın, ailesinin dini üzere yetişmesi; akıl edecek seviyeye gelinceye kadar öğrendiği bir takım şekilsel  davranışları tekrar etmesidir. Babası istiyor diye camiye giden çocuk ile babası istiyor diye kiliseye giden çocuk arasında davranışsal bir fark yoktur. İkisi de babaları istiyor ya da yapıyor diye orada bulunmaktadır. İnsan, aklını kullanacak duruma geldiği zaman, kendi imtihanını da vermeye başlar. Ya  mevcut gidişata uyup gider, ya da gidişatı sorgulayıp hakikat arayışına girer. Bu arayışa girenler her zaman ve mekanda fıtri özelliklerinin de yardımıyla ‘Hakikatlere’ mutlaka ulaşırlar.

Yahudi ya da Hristiyan bir ailede de doğup yıllar sonra İslam’ı “seçenlerin’’ örnekleri buraya sığmayacak kadar çoktur. Yani ana-babanın kimliği veya yetiştirme tarzı insan için mutlak belirleyici unsur değildir!

Gel gelelim insanlara kendi bünyelerindeki hataları fark ettirip bunların yerine doğruları geçirme gayreti içinde olanlara pek sıcak bakılmadığını hem Kur’an-ı Kerim’den hem de kendi hayatlarımızdan biliyoruz. Yazdıklarımızı da bunları bilerek yazıyoruz.

Özellikle konu “Müslüman Kimdir?’’ ya da “Nasıl Müslüman Olunur?’’ noktasına gelince kimi çehreler olanca ön yargısı ile asılıp:

“Ne yani biz müslüman değil miyiz?” diye rahatsızlık duymakta ve anlatmaya çalıştığımız gerçeği farklı alanlara çekip örtmeye çalışmaktadır.

Hakikatlerle yüzleşmek istemeyenler, onlara öncülük eden efendilerinin ağzına bakarak kendilerinin “doğru yolda” olduğunu zannetmekte, hatta bundan emin olarak yaşayıp ölmektedir.

“Siz kimselere aldırmayın müslümanım diyen müslümandır!” “Lailaheİllallah diyen cehennemden çıkacaktır!” vs…diyerek büyük bir sevgi ve hürmet kazanan bu efendiler, aslında insanların hakikat arayışını da engellemekte, onlara en büyük ihaneti yapmaktadır! Toplum ise, celladına âşık mahkûm gibi onları dikkate almakta, kendi ipini kendi çekerek bu cinayete yardımcı olmaktadır.

Düşünce ve davranışlarında Kuran’ı  esas almayanlar,  önder ve örnek olarak Allah’ın Resulünü ölçü almayanlar  kendilerini  cehenneme götüren yolları  -emin-   adımlarla yürümektedir.  Kuran’ın kabına her an dokunacak kadar yakın, içeriğine ulaşamayacak kadar uzak bir konumda olan bu insanlar; bırakın bu konumlarını değiştirmeyi, gözden geçirmeyi dahi düşün-me-mektedir. Çünkü böyle bir gereksinim duymayacak kadar rahat ve gidişattan memnundurlar! (müslüman doğdular ya..)Yanlış yolda olup ta kendilerini dosdoğru yolda zannedenlerin durumunu Kuran’ın ifadeleriyle dikkatinize sunarak devam edelim;

Kim de Rahman’ın Zikri’nden (Kur’an’dan) yüz çevirip görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan musallat ederiz. Artık o, onun ayrılmaz dostu olur. Şüphesiz ki bu (şeyta)nlar onları yoldan çıkarırlar.

Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. (43/Zuhruf Suresi, 36-37)

Hiç kimsenin bir başkasını kendi yargıları ile ‘kafir’ ilan edip cehenneme gönderme hak ve yetkisi olmadığı gibi, ‘mü’min’ rozeti takarak cennete gönderme hak ve yetkisi de yoktur! Ayrıca Allah hiç bir kuluna ne böyle bir yetki ne de böyle bir görev yükle-me-miştir. Zira o kullarını en iyi bilendir.

Cennete götürecek ya da cehenneme götürecek yolun tarifini Rabbimiz yaptığı gibi yolcunun vasfını ve yolculuğun şartlarını da yine kendisi belirlemiş, elçisi ile de bunu insanlara bildirmiştir. İnsanın kendisinin söylemesi ya da bir başkasına durumunu onaylatması ile -mü’min-  olması söz konusu değilken, yine bir başkası söyledi  diye de dinden çıkması olacak iş değildir. Dikkate alınacak  şey;  Allah’ın ne söylediğidir. Bu yüzden kendimizi Allah’ın söyledikleri üzerinden değerlendirmeli, başkalarının değil O’nun onayından geçebilmeye özen göstermeliyiz.

Bu hakikatler ışığında şunu açık ve net söylemek zorundayız ki ; dünyaya geldiğimiz  yere veya aileye dayanarak “Elhamdulillah Müslümanız”algısını yıkmadan, bu ezberi bozmadan din üzerine konuşup yazmanın hiç kimseye bir fayda sağlaması  mümkün değildir! Bu gerçek, kendisini herhangi bir dine doğuştan mensup gören herkes için geçerlidir!

Konunun hassasiyeti gereği özelde fertlerin, genelde halkların ve bu halklara önderlik edenlerin pek dokun(a)madığı bu mesele, dünyevi kaygılar ve çıkarlar gereği göz ardı edilmektedir. Lakin kimse kafa konforunu bozacak bu sorgulamayı yapmak istemese de, birileri bu gerçeklerin üstünü örtse de, hakikatler -hak edenlere-  mutlaka ulaşacaktır.

İnsanlara lazım olanı değil münasip olanı söylemek, söyleyenler için, buna razı olmak ise dinleyenler için felakettir. Böyle olmaktan Allah’a sığınarak  bazı  gerçekleri ortaya koymaya çalışalım.

“İman etmiş olmak’’ şekilsel bir takipçiliği değil, bilinçli bir tercihi gerektirir. Mü’min kimliği babadan oğula nesilden nesile geçmez. Bununla birlikte insan, dünyanın her yerinde hakikate ulaşabilecek ve cenneti kazanabilecek şekilde yaratılmıştır. Doğduğunuz topraklar asla bir avantaj/dezavantaj sebebi değildir!

Bu Allah’ın adaleti gereği böyledir.Herkes bu imtihanı kazanabilme noktasında, eşit haklara sahiptir. Bu konuda bazı kullarını ayırması/kayırması O’nun şanına yaraşır mı? Elbette hayır! O halde nasıl oluyor da kimileri –filan- topraklarda doğmuş olmayı müslüman/mü’min olmak için yeterli görebiliyor? Ya da daha “avantajlı’’ sayabiliyor? Üstelik diğer dünya dinlerinin mensupları da aynı algı ile eğitilip büyütülüyor.  Onlara da bize denildiği gibi;

-Siz Allah’ın sevgili kullarısınız bağışlanıp cennete gitmeye layık olanlar sizlersiniz… deniliyor. İnsanların bu söylemleri sorgulamadan kabul etmesinin ve söyleyene  hürmet etmesinin  arkasında hep aynı beklenti yatmaktadır. Ebedi kurtuluş !

Oysa böyle düşünmek, bu düşünce sahiplerinin Allah tarafından torpilli olduğu  anlamına  geldiği gibi, aynı zamanda Allah’ın da  (haşa)torpil yapan bir İlah gibi algılanması anlamına gelmez mi? Yani neresinden bakarsanız bakın skandal! Bundan dolayı birilerinin “çok şükür müslüman doğmuşuz” sözü şükür değil, küfür içeren bir sözdür!

Bırakın şu veya bu coğrafya da doğmayı Allah’ın elçisinin evinde  doğduğu halde iman etmeyen birinin (Nuh’un oğlu) durumu bizlere hikâye olsun diye mi bildirilmektedir?

Kur’an’ın verdiği haberlerden öğreniyoruz ki; aynı zamanda Nuh (as)’ın eşi ile Lut (as)’ın eşi de iman etmemiş ve bu durum tüm insanlığa ibret olması için Kur’an ile kayıt altına alınmıştır. Allah’ın resulünün/elçisinin  evinde başlayan bir yolculuğun cehennemde son bulması düşünülmeye değer bir hakikat değil midir?

Allah, inkâr edenlere, Nuh’un eşini ve Lut’un eşini örnek verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikâhları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı, (kocaları) kendilerine Allah’tan gelen hiç bir şeyle yarar sağlamadılar. İkisine de: “Ateşe diğer girenlerle birlikte girin’’ denildi.  (66/Tahrim Suresi, 10)

Bununla birlikte Allah’a ve Resulüne savaş açıp, resmen ilahlık taslayacak kadar azgınlaşan, iman etmediği gibi kimsenin de iman etmesine izin vermeyen ‘cehennemlik’ Firavun’un sarayından, iman ederek cennete gidenin hatta gidenlerin olduğunu yine Kur’an’dan okuyor, öğreniyoruz.

Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını örnek verdi. Hani demişti ki: “Rabbim bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.’’( 66/Tahrim Suresi, 11)

Yine bir put ustası olan Azer’in evinde doğan İbrahim (as)’ın putperest babasının izinden gitmediği gibi hem toplumsal baskıya, hem de devlet  baskısına  asla boyun eğmediğini; bununla birlikte toplumu hakka çağırdığını, ailesinin verdiği eğitimin, çevresel etkilerin onu putperest yap(a)madığını biliyoruz.

Hani İbrahim, babası Azer’e (şöyle) demişti: “Sen putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.” (6/ En’âm Suresi, 74)

O halde sonumuzu belirleyen temel etken doğduğumuz topraklar veya toplumlar değil, yaşarken ortaya koyduğumuz, benimsediğimiz düşünce ve davranışlarımızdır. İçinde bulunduğumuz şartların  karşısındaki “bilinçli’’ ve “gönüllü” tercihimizdir. Allah’ın akıl ve irade verdiği her insan imtihanı kazanabilecek  donanıma sahip olarak yaratılmıştır. Doğuştan sahip olduğumuz bir şey varsa o da budur. Bu donanımın yanında  gönderdiği vahiyle de kullarını bilgilendiren onlara  şaşmaz doğrular, ilkeler, çözümler sunan Rabbimiz, tercihlerimizi bu yönde yapmamızı istemekte ama kimseyi de buna zorlamamaktadır.

Eğer “din” adına, yaşadığımız toplumun bize öğrettiklerini tekrar ediyorsak, bizden öncekilerin bize devrettiklerini; taklit ederek sürdürüyorsak, bu bizi kurtarmaya yetmeyecektir. Çünkü bilerek isteyerek değil toplumsal bir içgüdüye uyarak yürünülen yollar sahiplerini selamete götürmeyecektir. Bu açıdan bakıldığında <İslam âlemi> denilen toplumların da <Hristiyan alemi> denilen toplumların da bu çıkmaza düşmanları tarafından değil, kendi mensupları tarafından sürüklendiği de görülecektir.

Konuyu biraz daha anlaşılır hale getirmek için bir örnek  vererek devam edelim;

Dünyanın farklı yerlerinde, aynı anda doğan üç insanı ele alalım: Birincisi, Kâbe manzaralı bir evde “Müslüman”ailede, İkincisi, Katedralin bitişiğindeki “Hristiyan” ailede, üçüncüsü de, Hindistan’da bir tapınağın karşısında yaşayan “Hindu” bir ailede dünyaya geldi diyelim.

Eğer onların akıbetini/ahiretini yani cehenneme ya da cennete gitmesini, büyüdükleri aile ortamı belirleyecekse; o halde Kâbe’nin karşısında doğup, İslam dünyasının(!) merkezinde büyüyüp yaşayan insan “müslüman” olup kurtulacak, diğerleri İslam’ın esamesinin dahi okunmadığı yerlerde doğduğundan bırakın müslüman olmayı, İslam’la tanışamadan yaşayıp ölecek ve cehenneme mi gidecek?

Söz gelimi Mekke’de değil Avrupa’da doğsaydı cehennemlik olacak birisi, adeta talih yüzüne güldüğünden(!) kurtulup cennete gidecekti  öyle mi?

Dünya üzerinde ortalama her saat 15 bin insanın doğduğu söyleniyor. Gerçek sayıyı tam olarak Allah bilir elbette. Aynı zamanda bu insanların doğum yerini, yılını, ailesini ve ülkesini de ezeli ilmiyle bilen ve belirleyen de ancak Allah’tır. Peki, bize ait olmayan bu seçimlerden medet umup kendimizi cennete layık görmekle, sırf -filan – coğrafyada doğmadı diye (ki kendi tercihleri değil) başkalarını cehenneme müstahak görmek hem adaletsizliğin hem Allah’a zulüm ve haksızlık isnat etmenin örneği değil midir?

Kendilerini hakikate karşı kilitleyip bu adaletsiz paylaşıma menfaatleri gereği sessiz kalıp, paylarına “cennet” düştüğü için sevinenler gerçeğin böyle olmadığını, aksine çok büyük bir yanılgının ve zulmün içinde olduklarını bilsinler. Ve Allah’ın zalimlere hidayet etmediğini/etmeyeceğini de hatırlasınlar!

– “Olur mu canım, biz müslüman bir ailede doğduk. Bundan dolayı da müslümanız, günahımız varsa da yanar çıkarız, yani eninde sonunda cennete gideriz.” diyenler, İsrailoğulları ile “fikri akrabalık” halinde olduklarını maalesef görmemektedir. Bu zihniyet karşısında Kuran’ın tavrı hiç te bu insanların tavrı gibi değildir;

Sayılı günlerden başka katiyen bize ateş dokunmayacak dediler. De ki; ‘Allah’tan bu yönde söz mü aldınız – ki Allah asla sözünden caymaz- yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? (2/Bakara Suresi, 80)

Çünkü onlar: “Bize ancak sayılı günlerde ateş dokunacaktır” demişlerdir. Onların vaktiyle uydurdukları

şeyler de dinleri hakkında kendilerini yanıltmıştır. (3/Ali-İmran Suresi, 24)

Buraya kadar yazdıklarımızın gaflet ve dalalet içindeki dünya insanlarını cennete gönderme gayreti değil, müslüman doğduğunu zannederek  cennet hayalleri kuran şaşkın kalabalıkların müslüman olup olmadığını <düşünmelerini sağlama> gayreti içerdiğini vurgulayarak devam edelim;

Şaşkın kalabalıklar diyoruz çünkü; ‘Allah’a iman’ anlayışları Allah’ı yok saymamakla sınırlı olanlar “Allah yok”  veya  “Allah yaratmadı!” demedikleri için, itikad  işini halletmiş olduklarını zannetmektedir. Üstüne bir de <İslam coğrafyası> denilen   bir yerde doğmasını, kulağına ezan okunmasını, İslami bir isme sahip olmasını, belli başlı ibadetleri  yerine getirmesini de hesaba katarsanız mesele bitmiştir(!). Yap(a)madığı ibadetler  varsa da, sonuçta borçlu(!) gitmiş olur. Ne de olsa bu durum, imansız gitmekten daha iyidir… Borcumuzu ödeyecek kadar <yanar çıkarız> saçmalığına indirgenmiş bir ahiret anlayışı maalesef sahiplerinin felaketi olacaktır.

Genel manada insanların din hususunda sorgulama, araştırma, akıl etme gibi çabalardan uzak durduğu ortadadır. Kendi yaşamları bu gerçeğin şahitliğine yeterlidir. Akıl devre dışı kaldığında bilinçli tercihlerin yerini şuursuz ve duygusal bağlılıklar almakta, din algısı Allah’ın söylemleri ile değil, çoğunluğun söylem ve eylemleri ile şekillenmektedir.

Kendileri akletmeyip, akletmiş olanların  söylediklerini de pek ciddiye almayanlar  doğruların peşinde olmayı değil kalabalıkların içinde olmayı  tercih etmektedir. Çünkü böylesi daha güvenlidir. Uyarsın  kalabalığa yaşar gidersin… Diğer insanlar da benzer bir hayatı yaşadığından nice garip hatta akıl dışı işler bile gayet sıradan, gayet doğal gelir insana. Hatta bunları yapmayanlar kınanır. Öyle ki insanlar “inancım” dediği şeyleri vicdanlarına ragmen yapmayı sürdürürler. Kızlarını diri diri gömenlerden tutun, dünyanın en kirli nehri olan Ganj’a temizlenmek arınmak için girenlere kadar, İsa’yı Allah’ın oğlu sayandan gavsını Allah’ın yardımcısı görenlere kadar nice farklılıklar aynı sebebe dayanmaktadır. İnanç!  Bu açıdan insanın inancı onun herşeyidir, gerekirse aklını dibine kadar kullanıp inancının doğruluğundan emin olmalıdır. Ama gel gör ki insanların çoğu akletmez!

Ve derler ki: “Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık.” (67/Mülk Suresi, 10)

Lafla iman sahibi olunmadığını, dinimizi doğarken (aile veya bölgeye göre) edinmediğimizi izah etmeye sözlerin en güzeli olan Allah’ın sözleri ile devam edelim;

İnsanlar, “İnandık” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir.(29/Ankebut Suresi, 2-3)

De ki: Ey Ehl-i Kitab! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilen (Kur’an’)ı dosdoğru tatbik etmedikçe dinden hiç bir şey üzerinde değilsiniz (boşluktasınız). Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü arttıracaktır. Öyleyse o inkârcılar toplumu için üzülme! (5/Maide suresi, 68)

İnsan için ancak çalıştığı vardır. Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir. Sonra da çalışmasının karşılığı kendisine tastamam verilecektir. (53/Necm,39-41)

Allah’ın bildirdiğini delil göstermenin verdiği güvenle açık ve net söyleyebiliriz ki ;

İnsanların kurtulmaları Allah’a yönelmelerine bu husustaki gayret ve samimiyetlerine bağlıdır. Bu yönelişe girenleri içinde bulundukları halden kurtarmak, bunun için ihtiyaç duydukları gereksinimleri bir araya getirmek /yaratmak; Allah’ın işidir. Endişeye mahal yoktur, O kendine düşeni mutlaka yapacaktır.

İnsana düşen kendisine gelen uyarıları dikkate alıp fıtratındaki   “kulluk” gerçeğini açığa çıkarmaktır. Allah herkesi hesaba çekeceği için bu mahkemeye çıkacak herkese de gereken süreyi ve iman edip etmeyeceğini  ortaya çıkaracak olan davranışları sergileme imkânını mutlaka vermektedir. Yine Allah’ın sözleriyle devam edelim;

O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (67/Mülk Suresi, 2)

İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: “Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım.” Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (35/Fâtır Suresi, 37)

Bu konu, üzerinde durulması gereken hayati bir önem taşımaktadır. Bize ezberletilen kalıplaşmış bilgilere ve

alışkanlık haline gelmiş bir takım amellere güvenerek kendimizi doğru yolda zannetmek ve şu kısacık hayatın ardından ebedi cennet beklemek, hayatın ve İslam’ın gerçeklerine uygun düşmemektedir.

İnsan  ne müslüman ne hristiyan ne de başka bir dinin mensubu olarak  doğ(a)maz! Bunlardan biri olur. Nerde doğarsa doğsun eninde sonunda layık  olduğu yere dahil olur. Çünkü yaratan Rabbimiz  aslında ne olduğumuzu/olacağımızı ortaya çıkarıp nefsimizi de buna şahit edinceye kadar bizi sınar.

Özetleyecek olursak; Müslüman doğulmaz, Müslüman Olunur! Budist  doğulmaz budist olunur! Ateist doğulmaz ateist olunur! Hristiyan doğulmaz hristiyan olunur!… Kısaca insan hiç dinin mensubu olarak doğmaz/doğamaz.

Herhangi bir dinin mensubu olmak  için -karar vermek – gerektiği  gibi, böyle yaşamak için de kararlılık ve mücadele gerekmektedir. Zira insan  kendi kararlarının/tercihlerinin toplamıdır. Ve bu dünya  insanın <kendi gerçeğinin>  açığa çıkarılma yeridir!

Hadi şimdi neye karar verdiğinizi düşünün!

Sonra, bu kararı ne zaman ve neden verdiğinizi düşünün!

Geçmişinizi gözden geçirdiğinizde böyle bir karar anınızın olmadığını, üstelik buna hiç gerek duymadığınızı fark ettiyseniz kendinizi şu veya bu dinin ‘doğuştan mensubu’ sayıyorsunuz demektir!

Bu gerçekle yüzleşmekten kaçınıp, hoşlanmayıp;

-Olur mu canım ben dinimi doğuştan bilerek, ona inanarak doğdum”  diyorsanız  şu ayetin duvarına tosladınız demektir;

Allah, sizi analarınızın karnından, hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi. (16/Nahl,78)

-Ben Kuran’ı kutsal kitap kabul etmiyorum ki bana ondan delil sunuyorsunuz. diyenlere de kendi akıllarını delil gösterip şunları düşünmelerini rica ederiz:

İnsan, doğduğunda ismini ve isminin ne anlama geldiğini bile bilmiyor da,  dinini ve onun ne anlama geldiğini; nasıl bildi(?)  ne zaman kabul etti (?)  de, ondan sonra o dinin mensubu olarak doğdu?                                                                                                                                                                                                                                            Hadi doğdu(!) diyelim. Peki yaşarken din değiştirenler, mevcut dinlerinin neyini beğenmediler de, yanlış dinde olduklarını nasıl anladılar da onu bırakıp başka bir dine geçtiler acaba …? (inşallah devam edecek)

Etiketler
Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı