İslâm’ın demokrasi ile, laiklik ile, çoğulculuk veya çoğunlukçuluk ile, sivil toplum yapısı ile uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Var sananların ise, ya İslâm’dan haberleri yoktur ya da bu kavramlardan haberleri yoktur. Nihâî olarak da şunu belirtelim ki, kişiliksizliği yaşayan bu gibileri, Kur’an’daki İslâm’la yeniden tanışma sürecine girsinler ki kendilerini tamir edebilme, yenileyebilme imkanına kavuşsunlar. Allah’ın dinindeki eksiklikleri(!) O’nun yarattıklarına tamamlatanlara Müslüman diyebilmek ne kadar mümkündür, önce kendilerine soruyoruz.
Ercümend Özkan/Laiklik-Demokrasi ve İslam/73/ İktibas Dergisi Aralık 2016/456
“Medine Sözleşmesi:
Madde 1— Bu kitab (yazı), Peygamber Muhammed tarafından, Kureyşli ve Yesribli Mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla, yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için tanzim edilmiştir.
Madde 2— İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmia) teşkil ederler.”
Madde 23— Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir.
(47 maddelik Medine Sözleşmesi’nin diğer maddeleri için bakınız: Doğan Güneş Yayınları, Dini yayınlar serisi, No: 21, s. 3-15)
“Medine Sözleşmesi” nâmı ile meşhur sözleşmenin özellikle de birinci ve ikinci maddelerini tane tane okuyunuz. Arkasından diğer maddeleri de tane tâne okuyunuz. Tekrar tekrar okumanızı istememizin sebebini söyleyelim. Bu sözleşme söz konusu edilerek, “sivil toplum” nâmlı demokratik ütopyalara İslâm’da yer varmış gibi yazıp çizen ve hevâsına dini uydurmaya çalışanlardan bahsetmek istiyoruz.
“Sivil Toplum” adı verilen ütopya, demokratik bir ütopyadır. Komün türü yaşamın da bir marksist ütopya olduğu gibi.. Sivil toplum denilen toplumda bir üst otorite, hâkim bir otorite bulunmamaktadır. Her biri diğeri ile kendini eşit gören, ayrı düşünce ve yaşam biçimlerine göre düşünen ve yaşayan topluluklar, bir arada kurt ile kuzu gibi yaşamaktadırlar. İnsanların böylesi hayalleri, kuruntuları her zaman bulunagelmiştir. Ama hayal olarak, ütopya olarak bulunagelmiştir. Yeryüzünde kimsenin böylesi bir ütopyayı gerçekleştirdiğini ne okuyan, ne de gören olmuştur. İnandıklarının üstünlüğüne, inanmadıklarının da üstünlüğü kadar üstünlük tanıyacak kadar kuzulaşmış kurtların veya kurtlaşmış kuzuların bulunabileceğini düşünerek düşüncelerinde yer verenler, asla yaşamlarında verecek yer bulamamış olanlardır.
İnsanlar hayalleri ile yaşayabilirler ama yaşamları hayal değildir. Bu itibarla, birbiri ile 180 derecede zıt(aykırı) görüşleri ve davranış şekilleri ile bir arada yaşayabilmeyi mümkün görebilmek, herhalde eşyanın tabiatını kavrayamamak olsa gerektir. Her fikir, sahipleneninden kendisine iktidar sağlamayı taleb edeceğine göre, nasıl olacaktır da her fikri, iktidar(güç) istemez hâle getirecektir insanlar anlamak mümkün değildir. Sanki eşyanın tabiatını değiştirmekten söz ediliyor diye düşünüyoruz.
Hayır, şerre müsaade ve müsamaha gösterir hâle gelmişse, hayır olmaktan çıkmış değil midir? Şerr, hayra yaşama imkânı tanıyor, semizlemesine imkan veriyorsa, şerr olmaktan çıkmışlığının adı değil midir bu hâl?
Ma’ruf, sâir ma’ruflara olduğu kadar münkere de selama duracaksa, bunun adı hâlâ nasıl olur da ma’ruf olur? Münker, ma’rufun yerine tâlib değilse, neden ve nasıl münkerdir anlayabiliyor musunuz?
Ma’ruf ile emretmek, münker ile emretmekle eşit olacaksa, münkerden nehy etmek, ma’ruftan da nehyetmekle eşit bulunacaksa Kur’an’daki İslâm temelinden kaldırılmış, değiştirilmiş ve yok edilmiş olmaz mı? Ma’ruf ile emretmeden, münkerden -nefsini ve toplumu- nehyetmeden nasıl olur da Müslüman olunur ve olunmuşsa da kalınır, aklı eren var ise bize de versin bu aklı, biz de anlayabilelim.
Elma bahçesi sahibi, elmaları ve bahçesi ile yaşayacaktır. Diğer yandan elmaların çürümesinde büyük rolü bulunan tırtıllarla birlikte yaşayacaktır. Elma yetiştiren elmalarını hastalıktan korumak için elma ağaçlarını ilaçlayacaktır ister istemez. Tırtıllar ise ilaçlanmadan dolayı yaşayamayacaklardır. Nasıl olacaktır da hem tırtıllar elmalara zarar vermeden yaşayabilecekler, hem de elmalar tırtıllardan zarar görmeyeceklerdir, bunu mümkün gören var mıdır? Yani tırtıllar elma ağaçlarına zarar vermeyecekler, peki nasıl yaşayacaklardır? Zira yaşamları, elmaları ve yapraklarını yemelerine bağlıdır. Kainattaki düzenin nasıl kurulduğunu düşünmezler mi? Bir yandan ipek böceğinden ipek yapmasını bekleyeceksiniz. Yani ona mecbursunuz dut yaprağı yedireceksiniz. Diğer yandan da, dut ağaçlarının yapraklarına bir şey olmasın, bir yaprağını bile ipek böcekleri yemesin ve bu ikisi birlikte olsun diyeceksiniz!
Kendilerinin söyleyeceği bazı doğruları söyleyebilmek için başkalarının yanlışlarına da hak tanıyanlar düpedüz rüşvetçidirler. Rüşvete yeltenenler de, hakkı olmayanı almayı düşünenlerdir. Hak etmediği şeyi elde etmeyi isteyenlerin başvurduğu şey ise rüşvet, rüşvetçiler de haksız kimseler değil midirler?
İslâmî doğruları söyleyebilmek ve de yaşatabilmek için peygamberler asla İslâm dışılıklara rüşvet vermemişler, vermeye yeltenmemişlerdir. Böyle yapanlar ise herkes bilsin ki kendi dünya görüşlerine, dinlerine güvenleri bulunmayanlardır. Üstelik de, dünyadan göçüp gittiği dönemde solculara rüşvet vermeye yeltenenleri hiç anlayamıyoruz. Hele ki güçlü kuvvetli iken böyle davranılsa biraz anlamak mümkün görülebilirdi. Zira, biraz kuvvetlinin karşısında daha az güçlünün rüşvete başvurması, zayıflık da olsa anlaşılabilir yanı bulunabilirdi. Ama yeryüzünden buharlaşıp kaybolduğu, beş para etmez hâle geldiği şu günlerde de onlara rüşvet vererek adama sayılmak isteyenleri neresi kabul eder bilemiyoruz.
Medine Sözleşmesi adı ile anılan Sözleşme’nin, özellikle birinci ve ikinci maddeleri olarak sıralanan maddeler açık açık bu sözleşmenin “çoğulcu” bir toplum sözleşmesi değil, bilakis “Muhammed tarafından, Kureyşli ve Yesribli(Medineli) mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla, yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için tanzim edilmiştir” denilmek suretiyle, esas özelliği İslâm olan bir toplumun, İslâm üzerinde ve İslâm’ın hakimiyetini kabul ederek, aralarında yaptıkları bir sözleşme olduğu görülmektedir. Diğer maddelerde sayılan, Müslüman olmayan grupların da katıldıkları bu sözleşmede, her bir grubun mükellefiyetleri açık açık belirtilmekte ve fakat asla Müslümanlarla eşit kabul edilmemektedir. Ayrıca da “Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir.”(Madde 23) denilmek suretiyle üstünlüğün İslâm’a ait olduğu hassaten vurgulanmaktadır. Nihâî karar, Allah’ın kitabına göre Muhammedce verilecek demektir.
Sözleşmenin ikinci maddesinde de kezâ Müslümanlar kastedilerek “İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet(topluluk) teşkil ederler.” denilmektedir ki anlamı gayet açıktır. Ve bu sözleşmenin Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında yapılan ve birlikte yaşayacaklarına değinen bir anlaşma olmayıp, aksine Müslümanların kendi aralarında ve İslâm üzerinde yaptıkları bir anlaşma olduğunu açık açık belirtmektedir. Bu anlaşmadaki hükümlerin üstünlüğünü kabul edenlerin de sözleşmede isimlerinin geçmekte, mükellefiyetlerini gösteren hükümleri bulunmaktadır. Evet, sonuç olarak bu anlaşmadan anlaşılan odur ki, Müslüman olmayanlar Müslümanlarla birlikte yaşayabilirler, lâkin İslâm’a tâbî olarak yaşayabilirler.
“Üzerinde ihtilafa düştükleri herhangi bir şeyi de Allah’a ve Muhammed’e götürmek” kaydı ile birlikte yaşayabileceklerdir. Bu tür yaşam tarzının adı “İslâmî yaşam tarzı” olup, “çoğulcu yaşam tarzı” değildir. Münkerle ma’rufun aynı muameleyi görerek birlikte yaşaması söz konusu değildir de, olamaz da.. Zira eşyanın tabiatına aykırıdır, insanın fıtratına aykırıdır. Fıtrata aykırı olan şeylerin de yaşama şansları daha doğuştan yok demektir. Zorlamalarla bir yerlere varılamayacağına en iyi örneği Sovyetler teşkil ediyor ve bu örneğin daha dumanı üzerinde iken mi hiç ders almadan yeni maceralara atılmayı düşünenler olabiliyor, şaşırmamak ve ‘Fesübhânallah!..’ dememek mümkün değildir.
Özetle diyoruz ki, İslâm’ın demokrasi ile, laiklik ile, çoğulculuk veya çoğunlukçuluk ile, sivil toplum yapısı ile uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Var sananların ise, ya İslâm’dan haberleri yoktur ya da bu kavramlardan haberleri yoktur. Nihâî olarak da şunu belirtelim ki, kişiliksizliği yaşayan bu gibileri, Kur’an’daki İslâm’la yeniden tanışma sürecine girsinler ki kendilerini tamir edebilme, yenileyebilme imkanına kavuşsunlar. Allah’ın dinindeki eksiklikleri(!) O’nun yarattıklarına tamamlatanlara Müslüman diyebilmek ne kadar mümkündür, önce kendilerine soruyoruz.