GenelYazarlardanYazılar

Sünnet ve Hadis

“Ey îman edenler!; yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü büyük bir suç teşkil etti” (Saff 2-3).

Bu âyete Peygamberimiz’in uymamış olması düşünülemez. Peygamberimiz yapmadığı yada yapmayacağı şeyi söylememiştir. Aynı-zamanda o, zinhar akla-mantığa ve edebe aykırı olan saçma-sapan bir söz söylemediği gibi, aslâ uygunsuz ve absürd fiillerde de bulunmamıştır. Çünkü Ahzâb Sûresi 21. âyete göre Peygamberimiz bizim için “en güzel örnek”tir ki bu örneklik elbette îman-amel-eylem şeklindeki bir örnekliktir. Üstelik bu “güzel örneklik” Allah’ın huzûrunda ve kontrôlünde sergilenmiştir. Hattâ Peygamberimiz’in peygamberlik sürecinde insan olmaktan kaynaklanan hatâları da ânında müdâhale edilerek Allah tarafından düzeltilmiştir.

Örneklik daha çok fiîl ile olur. İşte bu nedenle Peygamberimiz, kendisine gelen vahiyleri duyurmaktan başka, beyân yâni açıklamakla da sorumluydu. Bu açıklama elbette söz ve fiil ile yapılmıştır. Yoksa Peygamberimiz “sâdece duyurucu” değildir. Kendisine inen vahiyleri herkese duyurmuş, onları soranlara ve dinleyenlere açıklamış (Hadis) ve de ilk önce bizzat kendisi uygulayarak (Sünnet) örnekliği ortaya koymuştur. Çünkü peygamberler bir örneklik ortaya koymak için gönderilmişlerdir. Yoksa vahyin sâdece sözünü iletmek için belki de bir insana bile gerek olmaz. Birileri Kur’ân’ı bir yerlerde buluverirler ve aynen modern müslümanların yaptıkları gibi kafalarına göre yorumlarlardı. Fakat böyle olunca Peygamberimiz’i inkâr eden modern müslümanların yaptıkları gibi her kafadan ayrı bir ses çıkacağı için, anlaşılmaz ve karmakarışık bir din inancı ortaya çıkar ve insanlar yine küfre ve şirke dönerdi. Oysa Allah, peygamberler göndererek vahyin en doğru açıklamasını ve fiîlî örnekliğini ortaya koyar/koymuştur. Peygamberler zâten bunun için gönderilirler. Peygamberler, vahyi sahih sözlerle/Hadislerle açıklasınlar ve sahih Sünnet ile fiîli bir şekilde gösterip örneklendirsinler diye gönderilirler. Böylece vahiy, -Allah tarafından onaylanmış- Peygamber örnekliğindeki açıklama ve fiîlî örneklik ile apaçık bir şekilde ortaya konulup din tamamlanmış olur. Artık tüm zamanlardaki müslümanlar için geriye, vahyi idrâk edip Peygamber gibi fiîliyata dökmek kalır. Mü’minler Kur’ân’ı okuduktan sonra Peygamber örnekliğine göre amel ve eylemde bulunacaklardır. Çünkü vahyin emirlerini örnekleyen ilk kişi Peygamberimiz’dir ki o’nun örnekliği en ideâl, güzel ve aşılamayacak olan bir örnekliktir.

Hadis; Peygamberimiz’in sözlü beyanları, insanlara Kur’ân’ın aydınlığında yaptığı tavsiyeler, tebliğ-dâvet ve de devlet başkanı olarak koyduğu yasakları (haramlar değil) ifâde eden sözlerdir. Sünnet ise, bunların fiîlî olarak hayâta yansıtılması ve gösterilmesidir. Tabi burada gerçekten de Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca ve “Peygamber” (nebî-resûl) olarak yaptıklarından bahsediyoruz. Sahih hadis ve sahih Sünnet’ten bahsediyoruz. Yoksa Peygamberimiz adına uydurulmuş saçma-sapan ve zırvalık derecesindeki sözler yâni hadisler ve Peygamberimiz’e iftirâ ederek bil-fiil o’nun yaptığı söylenen ve o’na isnât edilen zırvalıklar elbette vardır ve mebzûl miktardadır. Bunlar Peygamberimiz’e ve Dîn’e yapılan zulümlerdir.

İslâm-târihi boyunca söylenen, yazılan ve “hadis” denen sözlerin içinde akla-mantığa ve edebe aykırı binlerce söz vardır. Çünkü Sünnet iptâl edilmiş ve artık Sünnet’e de “hadis” denmeye başlanmıştır. Târihi süreçte Sünnet ile Hadis farklılığı ortadan kaldırılmış ve ikisi de “hadis” adı altına alınmış ve kayıt altında olanların %99’u uydurma ve zırvalık olan rivâyetlere karıştırılınca, özellikle modern müslümanlar “hadis” deyince Sünnet’i de anlamaya başladıkları için, hadisleri tümden inkâr etmek, Sünnet’in de inkâr edilmesine sebep olmuştur. Oysa Hadis başka, Sünnet başkadır. Hadis, Peygamber’in söylediği yada o’nun söylediği söylenen, gerçekten o’na âit olan yada o’nun adına uydurulmuş sözler iken, Sünnet ise, Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca Resûl-Nebî olarak yaptıklarıdır. Sünnet vahyin ete-kemiğe büründürülmesi ve bir “örneklik” olarak ortaya konulmasıdır.

Hadisler “söz” olduğu için o sözlere uydurmaların eklenmesi yada o sözlerin değiştirilmesi yâni hadis uydurulması kolay olmuştur. Çünkü söz değişmeye ve farklılaşmaya çok açık ve müsâit bir şeydir. Bir kalem ve ağız oynatmakla söz değişiverir ve gerçek anlamından sapar. Fakat Sünnet öyle değildir ve bizzat yapılan ve fiîliyata dökülen şeydir. Nasıl yapıldıysa öyledir. Sünnet’e Peygamberimiz’in yapmadığı şeylerin karıştırılması zordur. Fakat yine “hadis” adı altında güyâ Peygamberimiz’in yaptıklarından bahseden hadisler uydurulmuştur. Oysa Sünnet hadislerden çok İslâm târihi ve diğer târihi belgelerden öğrenilir.

Hadis ile Sünnet arasında da bir ayırım yapılması gerekir. Hadisler, içine sonradan binlerce uydurma sözler sokulmuş fakat Peygamber’in Kur’ân’ın tebliği sırasında bizzat ağzından çıkan sözlerin de bulunduğu söylemlerdir. Sahih Sünnet ise, Peygamber’in 23 yıllık nübüvvet sürecince kendisine inen vahiyler doğrultusunda göstermiş olduğu güzel örneklik ve pratikliktir. Yâni vahyin hayâta aktarımıdır. Peygamber Kur’ân’ın emrine göre, “yapmadığı şeyi söylemeyeceğinden” dolayı, yaptıklarını kavlî olarak söze de dökmüştür tabî ki ve “sahih hadis” denilenler ancak bunlardır ve sayıları da öyle binleri bile bulmaz belki de. Sahih hadis, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması” iken, Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır. Aliya İzzetbegoviç Hadis-Sünnet bağlamında şunları söyler:

“İslâm bir düşünüş-tarzı olmaktan ziyâde bir yaşayış-tarzıdır. Kur’ân’ın bütün tefsirleri, onun hadise, yâni hayâta başvurulmadan anlaşılmaz olduğunu göstermektedir. Sâdece bir tek hayâtın, yâni Hz. Muhammed’in hayâtının izâhında İslâm pratik bir felsefe, şumûllü bir hayat-tarzı olarak ortaya çıkmıştır”.

İslâm, kâlpleri ve zihinleri Kur’ân’ın sözleri ile aydınlattıktan sonra, Dünyâ’yı da aydınlatmaya sahih Hadis ama daha ziyâde sahih Sünnet ile başlamıştır. Fakat İslâm’ın tahrif edilmesi ve müslümanların cehâlete, küfre, şirke düşmesi ve akıldan kopması da, uydurulmuş hadis-söz ve rivâyetlerle ve aşırı-aykırı yorumlamalar ve bunlara göre hareket etmek ile olmuştur-oluyor.

Ehl-i sünnete, târikata, tasavvufa, fıkıhçılara ve hadisçilere olan îtirâzımız, onların hadisleri ve Sünnet’i çok önemsemeleri değil elbette. Sahih hadisler ve özellikle Sünnet çok önemlidir, fakat bizim ve Kur’ân-merkezli olanların îtirâzı, kaydedilmiş mevcut her rivâyetin Peygamber’in ağzından çıktığını zannetmeleri ve bu nedenle her hadisi “vahiy” olarak kabûl etmeleridir. Zâten onları da tersinden aynı yanlışa düşüren şey, hadisler üzerinden donuklaşmaktır. Yâni onlar Sünnet-merkezli değil, hayatta karşılığı olmayan hadisler üzerinden, hem de genelde uydurulmuş hadisler üzerinden düşünce üretmeleri ve bu nedenle de hayatta karşılığı olan bir amelde bulunmamalarıdır.

İslâm târihinde “hadis” adı altında uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni; Peygamberimiz’in, Kur’ân’ın pratik temsilciliği olan sahih Sünnet’inin yaşanmamasıdır. “Yaşayan Sünnet” olmadığında “uydurulan hadisler” külliyatları doldurmuştur. Sünnet, yâni ilk olarak Peygamber tarafından uygulanan İslâmî hareket-amel-eylem tarzı ortaya konmadığında ve tekrâr edilmediğinde yâni hayatta uygulanmadığında, uydurma hadisler-sözler ortaya çıkar. Bir de özellikle tasavvufçuların çok kullandığı “hadis-i kutsi” denen -sözde- hadisler vardır ki, bu hadisler “vahiy” olarak kabûl edilmekte ve kutsallaştırılmaktadır.

İslâm-merkezli hâdiselere dayalı olmayan hadisler “hadis” değildirler. Bir hadisin sahih olması için, Peygamber’in Sünnet’ine dayanmalı yâni arkasında İslâmî bir hâdise olmalıdır. Çünkü İslâm “sâdece söz” olan bir din değildir.

“Uydurma hadis ve rivâyetler”in bulunması, “doğru-sahih hadis ve rivâyetler”in de olduğu anlamına gelir. Çünkü bir şeyin uydurması varsa, hakîki ve sahih olanı da vardır.

Modern müslümanların dillerine pelesenk olmuş bir söz vardır. Derler ki: Hadisler Peygamberimiz’den 200 yıl sonra toplanıp tedvin edilmiştir. O yüzden içlerine bir-çok yalan ve uydurma karışmıştır, bu nedenle bunlara güvenemeyiz. Oysa daha sahabe zamânında bile Peygamber’in söylediklerini kaydeden sahabeler vardı. Hattâ yazdıklarını Peygamber’e okuyanlar vardı. Muhammed Hamidullah bu konuda şunları söyler:

“Hadisler, Peygamber dönemine âit İslâm Târihi’nden başka bir şey değildirler. Bir-çok sahabe, Hz. Peygamber’in hadisinden bildiklerini bir kitap hâlinde toplamışlardır. Mustafa el-Azami’nin incelemesine göre, bizzat kendilerinin bir kitap sâhibi olduğu söylenen sahabe sayısı elliden az değildir. Bir grup muhaddis (el Hatib el-Bağdadi gibi) Sa’id b. Hilâl’in şöyle dediğini nakleder: ‘Enes bin Mâlik’in yanında olduğumuz zaman bize defterlerini çıkarır ve: ‘Bunlar Resûlullah’tan duyup yazdığım ve kendisine arz ettiğim hadislerdir’ derdi.

Enes on yaşındaydı. Annesi Enes’i, hizmetinde bulunması için Resûlullah’a teslim etti. Enes, Resûllulah vefât edene kadar, yanında hizmet etmek üzere kaldı. Başkalarının görmediği, duymadığı şeyleri görme ve duyma imkânına kavuştu. Enes, duyduğu yâhut gördüğü şeyleri yazmakla yetinmiyor, rivâyette de belirtildiği gibi, boş vakitlerinde gördüğü hatâları düzeltmesi için Resûlullah’a gösteriyordu. Enes’in bu kitabı, târihin tanıdığı en doğru hadis kitabıdır”.

Sahih hadis ve sahih Sünnet’i tümden inkâr etmek, Kur’ân’ın modern pratiklerle yorumlanmasıyla sonuçlanmıştır. “Modern müslümanlık” budur. Modern müslümanlık, vahyi sahih Sünnet ve hadisle değil de, “modern telâkkilerle yorumlamak” demektir.

Peygamberimiz hadisleri de “hadis” adı altında ve nasıl hareket ettiğini de “Sünnet” adı altında, âyetlerle karıştırmadan ayrıca yazdırıp kaydettirseydi, şimdikinden daha karmaşık bir külliyat yine de ortaya çıkar mıydı, emin değilim. Hadislerin ve rivâyetlerin Kur’ân gibi bir korunmuşluğu garanti edilmediği için mutlakâ araya parazitler karışırdı fakat şimdiki gibi milyonlara varan uydurmalar ve zırvalıklar ortaya çıkar mıydı, onu sâdece Allah bilir. Ayetleri-Kur’ân’ı koruyan Allah’tır. Hadisler “yazılarak korunmaya” çalışılsaydı bile onları sürekli olarak “insanlar korumak zorunda olacaklarından” dolayı mutlakâ bir şeyler karışırdı onlara. Tabi şu da var ki, Peygamberimiz’in söylediği tüm sahih hadisler kayıtlara geçirilememiştir ki bu, hadislerin vahiy gibi korunmamış olmasından dolayı doğaldır.

Hz. Ömer döneminde hadislere uydurma sözlerin ve iftirâların karışması pek kolay olmazken, Hz. Osman döneminde uydurma hadislerin yayılması için müsâit bir ortam oluşmuştu. Zamanla sahih hadislerin ve rivâyetlerin arasında milyonlara varan sayıda uydurma sözler karışmış ve hadislerin sayısı Sünni ve Şii için birer milyona kadar ulaşmıştır. Fakat sahih hadisler Kur’ân süzgecinden geçirilerek ciddî çalışmalarla ortaya konması gerekmektedir. Zîrâ sayısı milyonlara varan sözler, özellikle modern zamanlarda sahih hadisin ve Sünnet’in tümden inkâr edilmesine neden olmuştur. Çünkü uydurma sözlerin karıştığı külliyatlar, oryantâlistlerin ve onları tâkip edenlerin diline doladığı bir alan olmuştur. Sonuçta sahih olan hadis ve Sünnet de inkâr edilince Peygamber de inkâr edilmeye başlamış ve vahyin pratikliğinde modernite baz alınmıştır. Artık modernitenin sözleri ve yaptıkları hadis ve sünnet gibi görülmektedir.

Sünnet, zamâna mâl olmuş olan eylemler bütünüdür. Sünnet sâdece hadislerden ibâret değildir. Peygamberimiz’den bizzat görerek yapıla-gelen şeylerdir Sünnet. Fakat Sünnet olarak geçen kayıtlarda Sünnet ile uzaktan-yakından alâkası olmayan bir-çok şey vardır. Çünkü sahih hadiste olduğu gibi sahih Sünnet’in kaydında da Allah garantili bir korunma olmadığı için, araya binlerce uydurma karışmıştır. Fakat “hadisler Peygamberimiz’den 150-200 yıl sonra tedvin edilmeye başlamıştır” doğru değildir. Çünkü hadislerin ve Peygamberimiz’in Sünnet olarak yaptıklarını hem sahabeden hem de onlardan duyarak tabiinden kaydedenler vardı. Ömer bin Abdulaziz’in, hadisleri tedvin işinin bu kayıtlara bakarak yapılmasını emrettiği söylenir.

Sahabe ve tabiin içinde Peygamberimiz’den ve daha sonra sahabeden duyduklarını ellerine bile yazanlar vardı. Fakat “genel anlamda hadislerin kayıt edilmesi hoş karşılanmamıştır” denir. Lâkin hadislerin kaydedilmesinin hoş karşılanmaması, “hem yazarak hem de ezberleyerek” kayıt altına alınmadığı durumlar için geçerlidir. Yâni hadislerin kaydedilmesinin hoş karşılanmamamsına neden olan şey, hadislerin “ezberlenmeden sâdece yazarak kaydedilmesi”dir. Mâlik bin Enes, hadislerin hem ezberlenmesi hem de yazılmasının en doğru olduğunu söyler. “Sâdece yazan yada sâdece ezberleyenden hadis alınmaz” der ve hadisleri hem yazarak kaydetmiş hem de ezberlemiş olanlardan alınmasını söyler. Sahabe ve daha sonra da tabiin, hadisleri yâni Peygamberimiz’in söylediklerini “yazarak korumak” için çok çabalamıştır. Mehmet Sait Toprak hadislerin kaydedilmesi hakkında şunları söyler:

“Hasan el-Basrî’nin; “bizim yanımızda üzerinde (güvenirliliği husûsunda) birleşip anlaştığımız kitaplarımız vardı” sözünü kendisi şöyle açıklar: ‘Biz, ilmi/hadisi üzerinde bir anlayış sağlayalım diye yazardık’.

 Said b. Cübeyr’den gelen şu rivayet önemlidir: ‘Ben ibn Abbas’ın yanında sâhifeme doluncaya dek yazdım, sonra nalınlarımın üstüne, daha sonra da avuçlarıma yazdm’. Bu rivâyetten, onun elinde bir sahîfenin vâr olduğu ve onda boş bir yer kalmayıncaya değin onu rivâyetlerle doldurduğu sonucu çıkar. Şahsî kayıt özelliği bulunan bu sâhifede, yer kalmayıncaya dek doldurmuş olması, ardından ayakkabılarının üzerine, orada da yer kalmayınca avuçlarına rivâyetleri kısaltarak yazması, hadislerin rivâyeti ve korunması sürecinde onların çabalarının boyutunu gösterir.

 Ebû Kılâbe; ‘[hadisleri korumak için] yazmak, bana [onları] unutmaktan daha sevimlidir’ şeklindeki sözleriyle, şahsî çabaların başlıca nedeninin hâfızaya emânet edilen bilginin unutulma riskiyle karşı-karşıya olduğuna dikkatleri çekmek ister.

 Abdullah b. Muhammed b. Akîl, Ebû Cafer’le birlikte sık-s-k Câbir b. Abdillah’a gittiklerini ve yanlarında ‘içine yazı yazdıkları levhalar’ olduğunu anlatır.

 Hadislerin Hz. Peygamber’den, rivâyet edildiği şekliyle aktarılması husûsunda, genelde ilk zamanlardan bêri muhaddislerin titiz davrandıklarını söylemek mümkündür. Öncelikle sahâbîler, Hz. Peygamber’e ve hadîslerine verdikleri büyük önem sebebiyle, onları sâdece ezberlemek ve yazmakla yetinmemişler, aynı-zamanda Sünnet’i hayatlarının içerisine çekip canlı kılmışlar ve yaymaya da gayret göstermişlerdir. Sahâbîler, hem hadîsleri nakletmeyi teşvik eden nassların etkisiyle, hem de Resûlullah’ın söylemediği bir sözü ona isnâd korkusuyla, ilmi taşıma görevlerini titizlikle yerine getirmişlerdir. Peygamber’in sözlerini kaçırmasınlar diye nöbet tuttukları rivâyetlerle sâbittir.

Ömer b. Abdülazîz (ö.101/719) tarafından başlatılan hadîsleri toplama çağrısı, seferberlik hâlinde herkesi yazılı olarak ellerinde bulunan materyâlleri korumaya yada belleklerindeki rivâyetleri bir-an önce bulabildikleri yazı malzemeleri üzerine yazmaya sevk etti. Hicrî ilk asırda, hadislerin korunmak amacıyla yazıldığı bâzı şahsî diyebileceğimiz sahîfe ve notların olduğu gözükmektedir.

Sahâbe, Peygamber’in her yaptığını titizlikle izlemiş, söylediklerini hem uygulamaya koymuş, hem de aynen bir başkasına aktarma çabasıyla ezberlemenin yanında, yazabilenler, bunu yazıyla kısa notlar hâlinde tesbit etmişlerdi. O zamanki Arap yazısının durumu göz-önünde bulundurulduğunda, yazıyla birlikte ezberin olması kaçınılmazdı. Zirâ ezber olmaksızın sâdece yazı, Arapça’nın harekesiz ve noktasız bünyesinden dolayı, tahrîf ve tashîfe sebebiyet verebilirdi. Meseleye bu yönüyle bakıldığında, hadîslerinin ‘sâdece yazıyla’ tesbitine karşı çıkanlar, aslında bir anlamda hadîsleri daha sağlam tutma hedefini taşırlarken, sonraları bu hedef farklı bir şekilde yorumlanmıştır.

 Kur’an-ı Kerîm’in mushaf hâline getirilirken iki şâhitten birinden sözlü, diğerinden yazılı belge istenmesinin sebebi kısmen Arap yazısının özelliğine bağlanabilir. Kutsal kabûl edilen metinlerin ‘tekrarlama’ metoduyla ezberlenmesi, yazı yerine sözlü olarak zihinlerde ve gönüllerde korunması anlayışı, kadîm bir gelenektir. Muhaddislerin de bu kadîm geleneği, hadislere tatbîk ettiklerini söylemek mümkün gözükmektedir. Her-şeyin ötesinde ashâb, Peygamber’in hadîslerini elde etmede ve muhâfazada son derece titiz davranmıştır.

 Tâbii ki, şu ana kadar serdettiğimiz görüşler, Ehl-i sünnet ulemâsının görüşleridir. Şahsî kayıtlar, birer kitap vazîfesi görmekten çok, pratik değeri olan, yaşamla bağlantılı bir şekilde tabii olarak geliştirilen, kendisine âit olduğunu düşündüğü bir ‘şey’i insanî bir koruma dürtüsüyle ortaya konan çabaların sonucudur. Ki bu çaba, sonradan, sünenin kaybolma ihtimâline karşı koruyucu olarak gereken vazifeyi îfâ etmiştir”.

Peygamberimiz’in hadisi diye söylenen: “Benden Kur’ân dışında bir şey yazmayın” sözünü kullanıp duranlara ve hadisleri tümden inkâr edenlere şunu söylemek isteriz ki, belki de uydurma olan hadis budur.

Uydurma olduğu besbelli olan hadislere ve hakîkat olduğu yâni vahye aykırı olmayıp bizzat Peygamber’in ağzında çıktığı belli olan hadislere örnekler verelim:

Uydurma Hadis Örnekleri:

“Mûsâ ölüm-meleğinden çok korkuyordu. Bir-gün ölüm-meleği canını almaya gelince meleğin yüzüne tokat atıp bir gözünü çıkardı” (Buhâri 65/4, 5; Hanbel 1/205, 242, 440; 2/405, 468).

“Yeryüzü balığın sırtındadır. Cennete girecekler ilk olarak bu balığın ciğerinden yiyecektir” (Buhâri 3/51).

“Eğer erkeğin tepesinden tırnağına kadar cerahat aksa, kadın da bunları ağzı ile temizlese, yine de erkeğin hakkını ödemiş olmaz” (İbn-i Hacer el Heytemi 2/121).

“Allah âhirette peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir” (Müslim-Îman 302; Buhâri 97/24, 10/29; Hanbel 3/1).

“Ebu Hureyre anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki: Kim helâya giderse (imkân nisbetinde) tesettürde bulunsun, (kuytu bir yer) bulamazsa, hiç olmazsa kum (taş vs.den) bir tümsek yapıp ona arkasını dönsün, zîrâ şeytan, insanoğlunun makadıyla (oturak kısmıyla) oynar” (Ebu Dâvud, tahâret 19, [35]).

Üstelik bir de aynı konuda iki farklı hadis tam zıt şeyleri söyleyebilmektedir:

“Peygamber hiç-bir vakit ayak üstünde işemedi” (Hanbel 4/196; 6/136, 192, 213).

“Peygamberin ayak üstünde işediğini gördüm” (Buhâri 4/60, 62; Hanbel 4/246; 5/382, 394).

Ayrıca ahkâmla ilgili bâzı hadislerde, İslâm-öncesi fikirleri İslâmî bir görünüş içinde görürüz.

Sahih Hadis Örnekleri

“Ebu Hureyre anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çarşıda bir yiyecek yığınına rastlayınca elini yığına daldırıp çıkardı. Parmaklarına rutûbet bulaştı. Adama: ‘Ey satıcı, nedir bu?’ diye çıkıştı. Adam: ‘Ey Allah’ın Resûlü, yağmur ıslattı’ deyince: ‘Bu yaşlığı üste getirip herkesin görmesini sağlayamaz mıydın?. Kim bizi aldatırsa o bizden değildir’ buyurdu” (Müslim, İman 164, (102); Tirmizî, Büyû 74, (1315); Ebu Dâvud, Büyû, 52, (3452); İbnu Mâce, Ticarât, 36, (2224).

“Cennet annelerinin ayağının altındadır” (Nesâi, Cihad, 6)

“Abdullah İbnu Ömer anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: İşçiye ücretini, teri kurumadan önce veriniz” (İbn Mâce)

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” (Buhâri, el-edebû’l-müfred, hadis no: 112).

“Müslüman bir kimsenin, bir malda kusur olduğunu bildiği hâlde, müşteriye haber vermeden satması haramdır” (Buhâri, Büyû 19).

 Bunlar, Peygamberimiz’in kendisine inen vahiyleri okuyup üzerinde düşündükten sonra ortaya koyduğu sözler ve amellerdir. Zâten Sünnet de, Peygamberimiz’in Kur’ân-merkezli fiilleridir. Sahih Hadis ve Sünnet’te vahye aykırı bir şey ol(a)maz. Uydurma hadisler ve zırvalık seviyesindeki rivâyetlerin ise vahiyle hiç-bir alâkası yoktur, ol(a)maz.

Müslümanların modern İslâm algısı, amel ve eylemden kopuk bir şekilde; geleneği eleştirmek, Hadisleri-Sünnet’i tümden reddetmek ve “sâdece vahiy” demektir. Sünnet’i, Hadis’i, Asr-ı Saadet sürecini ve 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin, bir zaman sonra âyetleri de reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu bağlamda 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son 2 âyetini, târihselcilerin ise Medenî âyetleri tümden inkâr etmeleri buna örnektir.

Nasıl ki belli bir zaman önce İslâm toplumlarında yaşayanlar, uydurma da olsa hadisleri-rivâyetleri, devlet başkanından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve halktan çekindikleri için inkâr edememiş ve o rivâyetleri kullanmışlarsa; şimdi de modern müslümanlar, yine modern devlet-adamlarından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve modern halktan çekindikleri için sahih olmasına rağmen “moderniteye aykırı olan” sahih Hadis ve Sünnet’i inkâr ediyorlar ve hattâ moderne uymayan âyetleri de aşırı yoruma tâbi tutuyorlar. Yâni aslında değişen bir şey yok.

“Peygamber’in Hadis’i ve Sünnet’i yoktur” diyenler, sıra tâbi oldukları kişilerin sözlerine (hadis) ve yaptıklarına (sünnet) gelince, onları can kulağı ile dinleyip tekrarlıyorlar ve onların yaptıklarını (sünnet) da aynen yapıyorlar.

Modern küfre-kâfirlere ve şirke-müşriklere karşı “gık”ları bile çıkmayan ”medyatik hocalar”, sıra hadis ve rivâyet eleştirisine gelince “bülbül” kesiliyorlar. Böylece kurunun (uydurma hadisler-rivâyetler) yanında yaş (sahih Hadis ve Sünnet) da yanıyor.

Hadisler Kur’ân gibi korunmuş değildir. Metin ve rivâyetleri aktarırken mutlakâ bozulmalar ve değişmeler olmuştur. Zâten eldeki hadislerin çoğu da uydurmadır. Fakat Sünnet, hadisler gibi değildir. Sünnet olarak aktarılmış uydurmalar ve kayıtlar da vardır tabi ama sahih Sünnet “zamâna mâl olmuş” olduğundan ve Kur’ân’ın “güzel örneklik” kılmasından (Ahzâb 21) dolayı kendine has bir korunma durumu vardır. Zîrâ bağlayıcıdır. Bağlayıcı olanlar “korunmuş” demektir. Sünnet, “Peygamberimiz’in Kur’ân’ı hayâta aktarma pratiği”dir ve Kur’ân bu pratiğe Ahzâb 21’de “güzel örneklik” der. Yaşanmışlıklar korunmuştur. Çünkü yaşanmışlık değiştirilemez. Önemli olan o yaşanmışlığı sahih olarak ortaya çıkarmaktır. Sünnet, Peygamberimiz’in nebî-resûl olarak 23 yılda Kur’ân adına )yaptıklarıdır. Bu yapılanlar; siyer, megâzi, İslâm târihi, Peygamberimiz’in hayâtı gibi kitaplarda bulunmaktadır. Bu  kitapları ve konu hakkındaki yazıları Kur’ân’ın süzgecinden geçirince ve uydurma ve sahih olanları ayırınca genel bir hakîkate ulaşılabilir.

Sünnet, “dîne karşı din” değildir. Sünnet, vahyin amele-eyleme dökülmesidir. Peygamberimiz din adına hiç-bir şey uydurmamıştır. Peygamberimiz’in yaptıkları, Allah’ın, kendisine indirdiği vahyin ışığında ve öğretmesinde söyledikleri ve yaptıklarıdır. Hadisler ve Sünnet, “Kur’ân’dan başka vahiy” değil, Kur’ân’ın öğretmesi ve aydınlatmasıyla, Kur’ân’ın ışığında söylenmiş sözler ve yapılmış amel ve eylemlerdir. Hadisler “vahyi açıklamak ve öğretmek için söylediği sözler” iken, Sünnet ise “Peygamberimiz’in vahye göre hareket etmesi”dir. Allah da zâten bunları bize “güzel örneklik” olarak gösterir. Peygamberimiz’in bizzat söylediklerinde ve yaptıklarında yâni sahih Hadis ve Sünnet’te akla, mantığa, ahlâka ve edebe aykırı hiç-bir şey yoktur. Akla, mantığa, ahlâka ve edebe aykırı olan şeyler, Peygamber adına uydurulmuş ve o’na isnât edilmiş sözler ve rivâyetlerden başkası değildir. Müslümanların târihi boyunca bu uydurmaların sayısı yüzbinleri bulmuş ve bu-arada sahih Hadisler ve Sünnet de göz-ardı edilmiş ve uydurma ve zırvalıklar ile karıştırılmıştır. Klâsik ve modern zamanlarda ise sahih Hadisler ve Sünnet, uydurmalar ve zırvalıklar ile aynı görülmekte ve tümden inkâr edilmektedir. Böyle olunca da sanki İslâm’ın bir örnekliği yokmuş da herkesin Kur’ân’ı kafasına göre okuması ve yorumlaması doğruymuş gibi düşünülmektedir. Oysa sahih Hadisler ve Sünnet’ten kopuk Kur’ân okumaları, Kur’ân’ı -hâşâ- bir “çelişkiler yumağı” gibi göstermekte ve zâten hiç-bir konuda ortak bir sonuca ulaşılamamaktadır. Çünkü Peygamber-örnekliği göz-ardı edilmekte ve hattâ inkâr edilmektedir.

İslâm, Vahiy ve Peygamber yâni Kur’ân ve sahih Sünnet-Hadistir. Kur’ân’a, akla, mantığa ve edebe aykırı olan hadisler ve rivâyetler ise Peygamber’den olmadığı için aslâ İslâm’dan değildir. O hâlde temyize gidip sahih Hadis ve sahih Sünnet’i vahyin süzgecinden geçirerek ayıklamak şarttır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

 

 

 

Etiketler
Daha Fazla

İlgili Makaleler

4 Yorum

  1. Kur’an’da Tebyin Kavramı
    tebyin

    Tarih içinde Resul’e itaat ve iman ayetlerini delil göstererek Muhammed Nebi’ye Kuran’ı açıklama yetkisi, hüküm verme yetkisi gibi görevler isnat edilmiştir. Muhammed Nebi’nin söylediği düşünülen hadislerin bir benzeri de Musa Nebi için de uydurulmuştur. Yazılı vahiy (Tevrat) dışında bir de sözlü vahiy (Talmut) vardır denilmiştir ve Talmut olmadan Tevrat anlaşılmaz denilmiştir.

    İşte Yahudilerin başlarına sardıkları bu bela, Müslümanlara da geçmiştir ve Hadislerin Kuran’ı anlamak için şart olduğu ya da Allah’ın vahyi eksik gibi düşünceler peydah olmuştur. Bunun sonucunda sünnetin de vahiy kaynaklı olduğu ve Peygamberin beyan yetkisi olduğu denilmiştir.

    Nahl suresinin 43 – 44. ayetlerinde Muhammed Nebiden önce de resuller gönderildiği ve aynı zikrin kendisini de indirildiği ve bu zikri insanlara tubeyyine etmesi (apaçık ortaya koy) emrediliyor. Bu ayet ve Resule itaat ve iman ayetleriyle Resule açıklama yetkisi verildiği anlaşılmıştır. Böylece beyan görevi Resul’e verildiği için sünnetin Kuran’ı neshedebileceği de söylenmiştir.

    Halbuki Nahl suresinin bu ayetlerinde Ehli Zikir’e zikri beyan etmesinden (ortaya çıkarmasından) bahsediliyor. Kuran’daki zikir kavramından biz, zikrin Allah tarafından verilen bilgiler olarak anlaşılabileceğini biliyoruz. Yani bilinen bir bilgi açıklanmaz sadece hatırlatılır, bildirilir, ortaya çıkarılır.

    Kuran’da kelimenin başka ayetlerde kullanımlarına bakalım. Örneğin Bakara suresinin 187. ayetinde orucun başlangıcıyla ilgili bilgi verilirken yetebeyyene sizin için ortaya çıkınca, açıkca belli olunca ifadesi kullanılmıştır. Zuhruf suresinin 63. ayetinde İsa Nebinin “hakkında tartışılan konuları” ubeyyine etmek için yani ortaya çıkarmak için geldiğini görüyoruz. Benzer bir ayet Nahl 64‘de görüyoruz. Bu defa Muhammed Nebi’ye ihtilafa düştükleri şeyi tubeyyine etmesi (ortaya çıkarması) için kitabın indirildiğini görüyoruz. Ali İmran suresinin 187. ayetinde vahyi tubeyyinunnehu ve kesinlikle gizlemeyeceksiniz (dolayısıyla ortaya çıkaracaksanız) yani açıklamaları ( Hud 1) Allah yaptığı için gizlemeyeceksiniz diye emrediliyor. Yine benzer bir şekilde Bakara 159‘da “Kitab aracılığıyla insanların beyyinâti (önüne koyduktan) sonra onu gizleyenler…” deniyor. Maide suresinin 15. ayetinde gelen Resul’ün kitapdan yubeyyinu lekum (açıklama) yaptığını ve kitabın mubin yani apaçık olduğunu, ortaya çıkaran olduğunu görüyoruz.

    Yani tebyin var olan bir şeyin, çeşitli sebeplerden dolayı üstü örtülmüş bir meselenin ortaya çıkmasıdır.

    Nahl suresinin bu ayetlerinde geçen ifadelerin benzerleri Enbiya suresinin 7. ve 10. ayetleri arasında ve Yusuf suresinin 109. ayetinde de kullanılıyor. Zaten Nahl 43 ve Enbiya 7‘deki ifadeler birebir aynı. Enbiya suresinin devam eden ayetlerinde Nebi’lerin insani özelliklerine atıf yapılarak İsrailoğullarına verilen sözlerin tutulduğu ( TaHa 80, Duhan 30) ve yeni gelen kitapda sizin zikriniz var deniliyor. Yani Enbiya suresinin 9 ve 10. ayetleri Nahl suresinin 44. ayetini detaylandırıyor.

    Hud suresinin ilk iki ayetinden Kuran’ın ayetlerinin muhkem kılındığını (hüküm bildirdiğini) ve Allah tarafından açıklandığını biliyoruz. Ali İmran suresinin 7. ayetinde de Kuran’da muhkem ayetler olduğunu diğerlerinin ise benzeşenler olduğunu öğreniyoruz. Kuran’ın tüm ayetleri gerektiğinde muhkem olabilir. Bir konuyu anlamak için bir başlangıç olarak alınan ayet muhkemdir ve bu ayetin benzeşenleri de müteşabihdir. Ayetde bildirilen “Oysa onun tevîlini Allah’tan başkası bilmez.” cümlesi, Hud suresinin ilk ayetinde belirtilen, açıklamayı sadece Allah’ın yapabileceğinin yani tevili Kuran’da aramamız gerektiğini bildirir tıpkı yukarıda örneği verilen Nahl suresinin 44. ayetinin Enbiya suresinde detaylandırılması gibi. https://lilmuttakin.wordpress.com/2016/03/04/kuranda-tebyin-kavrami/

    Erdem Uygan ve Dr. Fatih Orum’un beraber sundukları 01.02.2016 tarihli KÖK (Kur’an’ın Öğrettiği Kavramlar) programından derlenmiştir. Programı buradan seyredebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=PdlgXDRc_Gw

  2. “And olsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (sünnet) vardır” (Ahzâb 21).

    En başta şunu söyleyeyim ki Hz. Muhammed’i Resûl ve Nebî diye ikiye ayırmak ve böylece Peygamber’in görevini önemsizleştirmek ve hattâ “devreden” çıkarmaya çalışmak düşüncesiyle yapılan yorumlar ilk başta Peygamber’i, sonra da âyetleri aşırı yoruma boğarak Kur’ân’ı inkâr etmeye kadar gider ki 19.’cular Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini inkâr etmekle, târihselciler ise Medenî âyetleri inkâr etmekle şeytanın bu tuzağına düşmüşlerdir. Bu tuzak en başta “Kur’ân’ı aşırı anlama-yorumlama çalışmasıyla başlar. Zîrâ Peygamber’in örnekliği yetersiz görüldüğünde olacak olan şey budur. Peygamber’in güzel örnekliğini gereksiz görmek, Ahzâb 21. âyeti inkâr etmek anlamına gelir.

    Peygamberler, vahyin hem duyurulmasını, hem açıklayıcılığını, hem de örnekliğini yaparlar. Yâni vahyi; kavlî ve fiîli olarak açıklarlar. Bu peygamberlerin görevidir. Peygamberler zâten bu nedenle gönderilirler. Aksi-hâlde peygamberler Kur’ân’ın sâdece metninin aktarıcılığını-paylaşımını ve seslendirmesini yapmakla görevli olsaydı, peygamberlere ve vahyi iletecek bir insana da gerek kalmazdı. Allah Kur’ân’ı ara-ara mesela Kâbe’den seslendirebilir ve insanlar onu not ederek kitaplaştırabilirdi yada Kur’ân’ı tamamlanmış bir hâlde (çünkü Peygamber yok sayıldığında Kur’ân’ın safha-safha gelmesinin de bir önemi kalmaz) insanlara bir yerlerde bulduruverirdi ve insanlar da aynen şimdiki “modern müslümanların” yaptığı gibi, Kur’ân’ın sâdece entelektüel faaliyetlerini yapar, Kur’ân üzerinde beyin fırtınaları gerçekleştirirlerdi.

    Fakat Allah’ın murâdı ve Kur’ân’ın amacı bu değildir. Kur’ân iç-âlemleri bilgisi ve bilinciyle aydınlattıktan sonra, (lâikler her ne kadar kabûl etmek istemese de) dış-âleme de hâkim olmak isteyen bir Kitap’tır. Bu ancak, bir insanın-peygamberin örnekliğinde ve önderliğinde yapılabilecek bir şeydir. Yâni Kur’ân sâdece iç-âlemleri aydınlatmak, kâlpleri sâkinleştirmek ve zihinleri geliştirmek için gönderilmiş bir Kitap değildir ki Peygamber’i “sâdece bir aktarıcı” olarak görelim ve Kur’ân’ın âyetlerini-kelimelerini delik-deşik ederek onu parçalayalım, anlamsızlaştıralım ve uygulanmaktan uzaklaştıralım. Kur’ân, Peygamber’in önderliğinde gerçekleştirilecek bir direniş, sabır, vazgeçiş, hicret, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyet ortaya koymak isteyen bir dindir. Bu da ancak bir peygamberin öncülüğü ve önderliğinde, onun vahyi iletmesi, açıklaması ve uygulaması yâni örneklik göstermesiyle olabilir. Yoksa Peygamber hangi anlamda örnek olacaktır ki?. Bahsettiğimiz şey tüm peygamberlerin görevidir:

    “Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) “Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin için bir “hayat düsturu” olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

    “O, ümmîler içinde, kendilerinden olan ve onlara âyetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce gerçekten açıkça bir sapıklık içinde idiler” (Cum’a 2).

    Âyette de söylendiği gibi, Peygamber’in, vahyi duyurmaktan başka; “onları arındırıp temizlemek”, “onlara kitap ve hikmeti öğretmek” görevi de vardır. Bunu, “vahye uygun olmak ve aykırı olmamak kaydıyla, Allah kontrôlünde ve düzeltmesinde olmak şartıyla, kendi anladığı şekilde açıklama ve uygulama yapma hakkı ve görevi vardır. Bu o’na Allah tarafından verilmiştir. Allah zâten: “Peygamber bizim adımıza, bazı sözler uydursaydı, engellerdik” (Hâkka 44) der. Fakat engellemediği şeyleri “uygun gördüğü için” engellememiştir. Zâten uygun görmediğinde Peygamberimiz’i engellemiş, uyarmış ve düzeltmiştir. Çünkü Peygamber örnekliği bu şekilde ortaya çıkar.

    “Peygamber’in görevi sâdece vahyi iletmekten ibârettir” diyen “sâdece Kur’ân”cılar; Peygamber’in vahiy-merkezli uygulaması olan, Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği Sünnet’i ve bizzat Peygamber’in ağzından çıktığı besbelli olan hadisleri inkâr edenler şu âyeti ya es geçecekler yada aşırı yoruma boğarak anlam kaymasına uğratmak zorunda kalacaklardır:

    “Öyle ki size, kendinizden, size âyetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik” (Bakara 151).

    Peygamberimiz’e isnât edilerek binlerce hadis uydurulmuş ve rivâyetler ortaya çıkarılmıştır. Fakat Peygamber 23 yıllık peygamberlik görevinde vahiyleri aynen iletmekten başka ne yapmıştır?. Hiç ağzını açıp da vahiyler hakkında konuşmamış mıdır, görüş bildirmemiş midir ve hiç-bir örnek davranış sergilememiş midir yâni?. Bunlar önemli değil midir?. Bunu yapması kötü ve yanlış mıdır?. Öyleyse ey Kurâniyyun!; bitmeyen konuşmalarınız ve kitaplarınızın-yazılarınızın sebebi nedir?. Çünkü Kur’ân zâten kendini açıklıyor. “Peygamber sâdece vahyi ileticidir” (WhatsApp paylaşımı yapmak gibi) diyenler binlerce sayfa tutarında kitapları-yazıları niye yazıyorlar o hâlde?. Süleymaniye Vakfı “bitmeyen meâli niye yazdı ki?. Çünkü ne de olsa Kur’ân kendi-kendini açıklıyor. Bırakın da miller Kur’ân’ı kendi-kendine okusun da açıklamasını yine Kur’ân’dan öğrensin, sizden değil.

    Sahih Sünnet ve sahih hadisler, “Kur’ân’ı tamamlamak, ona ekleme yapmak, âyetleri neshetmek” için falan değil, onu açıklamak ve uygulamak için vardırlar. Sahih Sünnet ve sahih hadisler, Kur’ân’ı anlamaktan ziyâde “yaşamak için” şarttır. “Kur’ân’dan başka kaynaklar” değil, Kur’ân’a dayalı kavlî ve fiîli çıkarımlardır. Fakat bu çıkarımları yapan, Allah’ın seçtiği ve kontrôl altında tuttuğu Peygamber’dir. Sonuçta ortaya konan güzel örneklik Kur’ân ile ebedîleşmiştir: (Ahzâb 21).

    Kur’ân apaçık olduğu için kolay anlaşılabilir bir Kitap’tır. Sahih Sünnet, Peygamber’in Kur’ân’a dayanarak yaptığı uygulamalar iken, sahih hadisler de gerektiğinde Kur’ân’a dayanarak yaptığı açıklamalardır. Bunlar Kur’ân’ı ete-kemiğe büründürmek ve hayâtın içinde güncellemektir. Peygamber tüm sözlerini ve uygulamalarını Kur’ân’a göre yapmak zorundadır. Zâten bunlar Allah kontrôlünde yapılmıştır ve Allah bir uygunsuzluk ve yanlışlık gördüğünde bunları bildirerek düzeltmiştir. Böylece ortaya güzel bir örneklik çıkmıştır ve bu örneklik Kur’ân’ın Ahzâb Sûresi 21. âyete girerek ebedîleşmiştir.

    Peygamber’in beyân görevi de vardır ki zâten beyânı da ona Allah öğretmiştir: “Ona beyânı öğretti” (Rahmân 4). Allah ona beyânı, “vahyi beyân etsin diye” yâni açıklama yapabilsin diye öğretmiştir.

    Ne kadar ilginç; Peygamber’in görev kapsamını daraltanlar, sonu gelmeyen açıklamalar yaparak kendilerini o’nun yerine koymaya çalışmaktadırlar. Zîrâ ne sözleri bitmekte ne de yazıları-kitapları tamamlanmaktadır. Üstelik bunları Kur’ân adına yapmaktadırlar.

    Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri, bir konuyu başka bir âyetle anlamaya çalışmaktır. Fakat bu her zaman ve her konuda olacak diye bir şey yoktur ve netîcede Kur’ân’ın sayfa ve metin olarak bir sınırı vardır. Meselâ Kur’ân haram aylardan bahseder ama bunların hangileri olduğunu söylemez. O hâlde biz haram ayların hangileri olduğunu Kur’ân’dan nasıl öğreneceğiz?.

    Kur’ân’ı Allah göndermiştir, âyetlerini sağlamlaştırmıştır. Fakat insanlar içinden bir Peygamber seçerek ve o’na beyânı öğreterek, gerektiğinde -yine vahye aykırı olmayacak şekilde- açıklama yapmasını ve vahyi uygulamasını yâni örnekliğini ortaya koymasını murâd etmiştir. Sünnetullah bu şekildedir. Kur’ân’daki “zikir” ve “beyân” gibi kelimelere bin takla attırarak ve ya alâkasız yada çok uzak olan anlamlarını vererek vahyi tahrif etmek, modernist-oryantalist bir yöntemdir ki bahsettiğin kişiler bunu yapmaktadır. Hazırladıkları meâl-tefsir, bu nedenle (bâzı öğretici ve güzel yönleri olmasına rağmen) “farklı olacağım” ve “Kur’ân’ı Kur’ân ile tefsir edeceğim” diyerek, ve de 23 yıllık yaşanmışlığı es geçip yok saydığı için absürdlükler içermektedir.

    Her-şeyin Kur’ân’da bulunduğunu ve bulunacağını sanmak, “Peygamber’i adam yerine bile koymamak” demektir. Meselâ -Kur’ân’da bahsedilmemesine rağmen- Kur’ân’da zekat oranının “kırkta bir” olduğu, fakat bunu anlamak için (dikkat edin), “muhâtapların çok iyi derecede matematik bilgisine sâhip olması gerektiği”ni söyleyebilmektedirler. Bunu söylemek, Peygamber’in bir matematik dâhisi ve sahabenin de matematik profesörleri olduğunu söylemek yada Peygamber ve sahabenin, zekatın oranını Kur’ân’da bulamadıklarını söylemek gibi bir absürdlük ve hadsizlik ortaya çıkarır.

    Hûd Sûresi’nde Allah’ın Kur’ân’ı açıklaması, bölüm-bölüm indirmesi, “Kur’ân’ın bölüm-bölüm yaşanması”ndan başkası değildir. Zîrâ Peygamber’in açıklamaları ve uygulamaları, Allah’ın kontrôlünde ve düzeltmesinde yapılmaktadır. 23 yıllık risâlet süreci, aynı-zamanda bir “örneklik” oluşturma sürecidir.

    Ben şahsen Kök Programı’nda bahsedilenlerin, “Kur’ân’ın öğrettiği kavramlar”dan ziyâde, “modernizmin dayattılan kavramlar” olduğunu düşünüyorum. Zîrâ Kurân’ın kendisine indiği ilk muhâtap ıskalanarak Kur’ân’ın bir kavramının net ve doğru anlamının açığa çıkarılması söz-konusu değildir.

    Yapılan bir şeyin doğru ve iyi olup-olmadığının sağlaması, gelinen yerdeki sonuçlara bakılarak görülebilir. Son 30 yıllık Kur’ân’ı anlama-araştırma sürecinde müslümanlar, Kur’ân’ın bilgisine sâhip olmalarına rağmen, Peygamber örnekliğinden yâni Ahzâb 21. âyetten kopmuş oldukları için gevşemişler, dünyevileşmişler, deist-ateist olmuşlar ve inandıkları gibi yaşamak yerine yaşadıkları gibi inanmaya başlamışlardır. Yaşadıkları hayat İslâm-merkezli değil de modernite merkezli olduğu için, Kur’ân’ı modernite-merkezli okumak, yorumlamak ve hattâ moderniteye uyarlamak için çabaladıkları görülmektedir. Zâten bu nedenle geleneğe acımasızca vururlarken (geleneğin elbette vurulacak bir-çok konusu vardır) moderniteye yâni modern düşünceye, ideolojilere, modern-bilim ve teknolojiye, lâik-seküler-muhâfazakâr demokrasiye, bunların ortaya çıkardığı kötü sonuçlara hiç-bir şey söyle(ye)memektedirler.

    Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, Sünnet ise amel ve eylemin kaynağıdır. Kur’ân “ne yapılacağını” söylerken, Sünnet ise “nasıl yapılacağını” gösterir(dikkat edilirse “söyler” demedim, “gösterir” dedim). Amel ve eylemi hesâba katmayanlar ve Kur’ân’ın sâdece kâlplerin-zihinlerin kitabı olduğunu zannedenler ve öyle görmek isteyenlerin varıp dayanacağı yer “Peygamber’i es geçmek yada inkâr etmek” olacaktır.

    Şu linklerdeki yazılar, bağlı olduğunuz düşünceye reddiye niteliğindedir:

    http://777has444.blogspot.com/2016/10/resul-ve-nebi-arasnda-fark-var-m.html

    http://777has444.blogspot.com/2018/05/kuranda-her-sey-var-m.html

    http://777has444.blogspot.com/2017/07/sura-13-ayet-baglamnda-peygamberlerin.html

    https://777has444.blogspot.com/2018/09/peygamberin-gorevi.html

  3. https://www.youtube.com/watch?v=_1r8ocNUoJU Kuranın açıklanması ve Resul 3,5 dakikada
    https://www.youtube.com/watch?v=Pr3aeLX7rNw Kuranı Kim Açıklar 2 dakikada
    https://www.youtube.com/watch?v=y7L-UnRLRbA Allah’ın Açıklamasına Ulaşma Metodu 3,5 dakikada

    Peygamber Algısının Oluşturduğu Çelişkiler
    Eğer Nebi-Resul farkına dikkat etmez ve her ikisini de ‘peygamber’ şeklinde algılarsak, verdiğimiz mealler yüzünden, Kur’an’ı, çelişkili bir kitap haline düşürmüş oluruz. Nitekim çoğu mealler Kur’an’ı maalesef bu duruma düşürmüştür. Bu durum ise İslamın tebliğine büyük zarar verdiği
    açıktır. Çünkü Kur’an çelişkili bir kitap haline geliyor ve ikna edici gücünü kaybediyor. Bunu şöyle bir örnekle izah edelim;
    Varsayalım ki, gayri Müslim (veya ateist) birini İslama davet ediyor ve ona ‘İşte bu Allah’ın kitabı Kur’an’dır, bu kitabı okursanız içinde hiçbir çelişkinin bulunmadığını görecek ve bunun Allah’tan gelen bir kitap olduğuna siz de kanaat getireceksiniz’ diyerek bir Kur’an meali veriyoruz. O kişi de bu meali okumaya başlıyor. Daha ilk sayfada Bakara 2’deki ‘Bu öyle bir kitaptır ki, içinde hiçbir şüphe yoktur’ ayetini görüyor. Biraz daha ilerleyince Nisa 82’deki ‘Onlar hâlâ Kur’ân üzerinde düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından gönderilmiş olsaydı onda birçok çelişkiler bulacaklardı’ diyen ayeti okuyor. Yani Kur’an ‘Bu kitapta hiçbir çelişki bulamazsın, eğer bulursan, bu kitabın Allah’tan gelen bir kitap olmadığını düşünebilirsin’ diyerek kendisine meydan okuyor. Ama bu kitabı okumaya devam ettikçe elindeki kitabın (mealin) çelişkilerini fark etmeye başlıyor. Ve Kur’an (onun zihninde) çelişkilerle dolu bir kitap haline geliyor. Ve nihayetinde Kur’an –okuyucu bu çelişkileri meale değil de Kur’an’a izafe ettiği için- inandırıcılığını tamamen kaybediyor. İşte hatalı mealler nedeniyle Kur’an’ı bu duruma düşüren bazı çelişkiler;
    1) Araf 157 ‘O peygamber size haram kılar’ diyor. Ama Tahrim 1’de ‘Ey Peygamber! Neden haram kılıyorsun (koyamazsın)’ deniyor.
    2) Ahzab 57’de ‘Allah, peygamberi üzenlere dünyada da ahirette de lanet eder ve onlara alçaltıcı bir azap hazırlar’ deniyor. Ama Ahzab 53’te ashabın peygamberi üzdüğünden bahsedildiği halde onlar için böyle bir tehdit bulunmuyor. Hatta Tevbe 24,88 ve 100’de Allah’ın onlardan razı olduğu ve onları cennetle müjdelediği bildiriliyor.
    3) Ahzab 36’da ‘peygamber bir şey emrettiği zaman artık inanan bir erkek ve inanan bir kadın için başka bir seçeneğin bulunmadığı, peygambere karşı çıkanın açık biçimde sapmış olacağı’ bildiriliyor. Ama Ahzab 37’de Zeyd, peygamberin emrine itaat etmiyor ve fakat buna rağmen hiç kınanmıyor. Hatta kendisi için ‘Allah’ın nimet verdiği kimse’ nitelemesi yapılıyor. Yani Kur’an’da ismi zikredilen tek ashab olma şerefne nail olduğu gibi imanı da Allah tarafından tescil ve ilan ediliyor.152
    4) Nisa 65’te ‘Peygamberi hakem tayin edip de verdiği hükme razı gelmeyenler iman etmiş olamazlar’ deniyor. Ama Mücadele 1’de peygamberin hükmüne razı gelmeyen ve hatta onunla çekişen bir kadın Allah tarafından haklı bulunuyor. Allah, kocası hakkında peygamber ile tartışan bu kadının beklentisini haklı çıkaran ayetler gönderiyor.153
    5) Nisa 115’te ‘Kim peygamber ile münakaşa ederse onu cehenneme sokarız’ denirken, Enfal 5,6’da peygamber ile münakaşa eden mü’minler böyle bir tehdide maruz kalmıyor. Hatta Allah onları Tevbe 24 ve 100’de cennetle müjdeliyor.
    6) Ahzab 30-33 arasında ‘Ey peygamber hanımları, siz diğer kadınlar gibi değilsiniz, daha dikkatli olun, eğer bir hayasızlık yaparsanız sizin cezanız iki kat olur, peygambere itaat edin’ buyruluyor. Ama Tahrim 4,5’te peygambere itaat etmeyen, hatta ona karşı bazı hileler yapan iki peygamber eşine bu iki kat cezadan bahsedilmiyor. Allah, peygamberi boşanmanın eşiğine getiren bu iki eş de dahil tüm peygamber eşlerini arındırıyor ve hepsini mü’minlerin anaları ilan ediyor.154
    İçinde böyle çelişkilerin var olduğu zannedilen bir kitap (meal) ile herhangi bir gayri Müslim’in Müslim olması mümkün olabilir mi? Herhangi bir ateist bu meallerle İslama davet edilebilir mi? Edilemez ise bunun müsebbibi kim?
    Şimdi, Nebi-Resul farkına dikkat edince var olduğu zannedilen bu çelişkilerin nasıl yok olduğunu birlikte görelim;
    1) Araf 157’de ‘errasûle-nnebiyye-l-ummiyye’ ifadesi ile haram kılan ‘ümmi Nebi (olan) Resuldür. Tahrim 1 de kendisine ‘Yâ eyyuhâ-nnebiyyu!’ ifadesi ile hitap edilen ve ‘neden haram kılıyorsun?’ diye ikaz edilen ise Nebi. Yani Araf 157’de haram kılan Resul, Tahrim 1’de haram kılamayan Nebidir (Resulün haram kılması Allah’ın haramlarını ilan etmesidir).
    2) Ahzab 57’de ‘Allah’ın dünyada ve ahirette lânet ettiği ve kendileri için horlayıcı bir azap hazırladığı kimseler, ‘yu/żûna(A)llâhe verasûlehu’ ifadesi ile bildirilen kimselerdir. Yani Allah ve Resul’ünü üzenlerdir. Ahzab 53’te böyle bir tehdit ile karşılaşmayanlar ise ‘yu/żî-nnebiyye’ ifadesi ile bildirilenler yani Nebi’yi üzenlerdir. Neden Resulü üzenler böyle bir tehditle karşılıyor da Nebi’yi üzenler böyle bir tehditle karşılaşmıyor? Çünkü Resulün üzülmesi ‘Biz, onların söylediği şeylerin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, o zâlimler Allah’ın ayetlerine karşı direniyorlar’155 buyrulan ayetten de anlaşılacağı üzere risaletin inkar edilmesidir. Yani vahye karşı çıkmaktır. Ama Nebi’nin üzülmesi, O’nun beşer olarak üzülmesidir. Elbette ki bu da yapılmamalıdır. Yani hiçbir beşer incitilmemelidir. Ama Resulün incitilmesi ile bir beşer olarak Nebi’nin incitilmesi arasında muazzam bir fark vardır. Bunu görmek gerekir.
    3) Ahzab 36’da ‘Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, artık mü’minler için başka bir seçenek olamaz, her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur’ buyruluyor. Demek ki itiraz edilemeyecek olan Resuldür. Ahzab 37’de Zeyd’e ‘eşini boşama, yanında tut, Allah’tan kork’ diyen ise (Resul değil) Nebidir. Çünkü Resul boşanmanın haram olduğunu bildiren bir söz (ayet) getirmemiştir. Yani Kur’an’da böyle bir ayet yoktur. O halde Zeyd’e bu emri veren Nebi idi. Ama Zeyd Nebi’nin bu emrine itaat etmedi. Çünkü Kur’an Nebi’ye itaat emretmediği için o buna mecbur değildi.
    4) ‘Seni hakem kılıp da verdiğin hükmü tam olarak kabullenemeyenler iman etmiş olamazlar’ diyen Nisa 65 ayeti, ‘Biz her Resulü Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderdik’ diyen Nisa 64’ten sonra geliyor.
    Dolayısıyla Nisa 65’teki ‘Sen’ ifadesi –bağlam onu gerektirdiği için- Resulü kast eder. ‘Hani Rabbin Seni hak uğruna evinden çıkarmıştı. Mü’minlerden bir grup ise bundan hoşlanmamıştı. Gerçek ortaya çıktıktan sonra bile seninle tartışıyorlardı. Sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlardı’ denilen Enfal 5,6’daki ‘Sen’ ise Nebidir. Çünkü bu olayda tartışılan konu – ayetle bildirilen bir husus değil- Nebi’nin savaş ile ilgili bir kararı (içtihadı) idi. Eğer bu bir içtihat değil de ayet olsaydı o zaman muhatap Resul olacak ve ashabın itirazı asla söz konusu olmayacaktı. Ama muhatap Resul değil Nebi idi.
    5) Nisa 115’te cehennem ile tehdit edilenler Resul ile münakaşa edenlerdir. Resule muhalefet etmek tebliğ ettiği ayetlere karşı çıkmaktır. Ama Mücadele 1’deki kadın Nebi ile tartışmıştı. Çünkü bu olay esnasında henüz zıhar hakkındaki ayetler nazil olmamıştı. Yani ortada bu kadına okunacak bir ayet yoktu. Dolayısıyla kadın okunan bir ayete (Resule) karşı değil Nebi’ye karşı çıkmıştı. Nitekim zıharın hükmünü bildiren Mücadele 2-4 ayetleri o kadının bu tartışması vesilesi ile nazil oldu.
    6) Ahzab 30-33 arasında ‘ Ey Nebi hanımları! …Sizden kim Allah’a ve Resûlüne itaat eder ve yararlı iş yaparsa ona mükâfatını iki kat veririz… Ey Nebi hanımları! … Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a ve Resûlüne itaat edin’ buyruluyor. Yani Nebi eşlerine de ‘Resule itaat edin’ deniliyor. Ve hepsi de bu emir gereğince Resule itaat ediyorlar. Ama Nebi’ye karşı böyle bir mutlak itaate bulunmuyorlar. Çünkü Nebi ile Resul farkını biliyorlar. Nitekim Tahrim 1-5 ayetleri de Nebi’ye karşı mutlak itaat içinde bulunmadıklarını, hatta iki Nebi eşinin Nebi’ye karşı bir hile yaptığını, Nebi’nin bu olay karşısında incindiğini ve hatta onları boşamayı bile düşündüğünü (ama boşamadığını) gösteriyor.

    Resul, Nebi ve Ulul-Emir Muhammed (as) Kur’an’da, ulil-emre’ itaat emrinin bulunduğunu belirtmiştik. Ancak yalnızca bir ayette yer alan bu itaat emrinin mutlak olmadığı ayetin devamından anlaşılmaktadır;
    Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resul’e de itaat edin ve sizden olan ulil-emre de (itaat edin). Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resul’üne arz edin. Bu, hem daha iyidir hem sonuç bakımından daha güzeldir. (Nisa 59)
    Ayette, ‘Eğer bir ihtilaf çıkarsa onu Allah’a ve Resulune arz edin’ buyrularak hem ulil-emir ile aramızda ihtilaf çıkabileceği haber verilmiş ve hem de ulil-emre itaatin mutlak olmadığı bildirilmiştir.
    Müfessirlere göre ‘ulil-emir’, Mü’min olan idareciler yani ‘umera’ (halifeler, kadılar, komutanlar) veya şeriat alimleri yani ‘ulemadır’.156 Nisa 83 ayeti dikkate alınırsa ‘ulil-emirin’ ihtilafları çözebilecek nitelikteki kimseler (alimler) olduğu görülmektedir;
    Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar. Halbuki onu Resul’e veya aralarındaki ulil-emre götürselerdi, hüküm istinbat edebilenler (sonuç çıkarabilenler) onun ne anlama geldiğini bilirlerdi. (Nisa 83)
    Ulil-emir ister umera olsun ister ulema, Muhammed (as)’ın Resul ve Nebi vasfı dışında ayrıca yaşadığı dönemin ‘ulil-emiri’ olduğu kesindir. Hatta ilk halifelerin de. Bu nedenle onun Resul olarak bildirdikleri dışında ‘ulil-emir’ olarak verdiği talimatlara itaat etmek de Kur’an’ın bir emri olur. Ne var ki onun ulil-emir olarak verdiği talimatlara uymak sadece kendisi ile birlikte yaşayan Mü’minlere düşen bir yükümlülüktür. Daha sonraki Mü’minler için bu talimatların bağlayıcı olduğuna dair Kur’ani bir delil yoktur. Ancak Resul olarak getirdiği tüm emirler (yani Kur’an) tüm Mü’minler için bağlayıcıdır. Kıyamete kadar tüm Mü’minler bu emirlere uymakla yükümlüdür.
    O halde Muhammed (as), bir sözü şu vasıflarından herhangi biri ile söylemiş olur;
    1. Resul Muhammed
    2. Nebi Muhammed
    3. Ulil emir Muhammed
    Resul Muhammed’in emirlerine itaat etmek (Kur’an’a tabi olmak) tüm Mü’minler için şarttır. Bu, kendisi ile birlikte yaşayan Mü’minler için de kıyamete kadar gelecek olan tüm Mü’minler için de böyledir. Ancak ulil-emir Muhammed olarak verdiği emirler sadece yaşadığı dönemdeki Mü’minleri bağlar. Bu emirlerin bir bölümü sonraki ulil-emirler tarafından gereğinde değiştirilebilir. Buna karşı, Nebi Muhammed’in emirlerine itaat etmek yaşadığı dönemdeki Mü’minler için de sonrakiler için de şart değildir. Çünkü Kur’an’ın (geçici veya kalıcı) böyle bir emri yoktur.
    Nitekim ulil-emir Muhammed’in koyduğu bazı yasaklar sonraki ulil-emirler tarafından kaldırılmış, bazı talimatları da değiştirilerek uygulanmıştır. Buna dair bazı örnekler şunlardır;
    1. Zekat nisabı: Kur’an, zekatın verilebileceği sekiz farklı sınıfı açıkça bildirmiştir.157 Ancak zekat nisabı/oranı konusunda açık bir hüküm bildirmemiştir. Ne var ki bu konuda ‘infak ederken ne çok hasis davranın, ne de saçıp savurun, bu ikisi arasında bir denge kurun’158 buyurarak hem genel bir ilke vazetmiş ve hem de ‘Onların mallarından sadaka (zekat) al’159 ayeti ile Resulullah’ın şahsında ulil emirlere zekat toplama yetkisi vermiştir. Demek ki zekat oranları, Kur’an’ın bu ilkeleri doğrultusunda ama ulil emirler tarafından tayin edilecektir (edilebilir). Nitekim ulil-emir Muhammed (as) tarafından bu ilkeler doğrultusunda belirlenen zekat oranları asırlardır uygulanagelmiştir. Ama Muhammed (as) bu oranları Nebi-Resul olarak değil devlet başkanı olarak belirlemiştir. Bu oranlar şartlara göre ulil-emirler tarafından (bazen) değiştirilebilir.
    Yusuf el-Karadavi, zekat oranlarının yöneticiler tarafından belirlendiğini, bunun böyle kabul edilmesi gerektiğini, aksi halde zekatla ilgili sahih hadislerdeki çelişkilerin giderilemediğini, ama zekat nisabının yöneticiler tarafından belirlendiğini kabul etmemiz halinde tüm bu çelişkilerin ortadan kalktığını, çünkü şartlara göre yöneticilerin bu oranları değiştirebileceğini, bu nedenle de zekat nisaplarının zamanla değişmiş olabileceğini belirtmiştir.160
    Mesela Muhammed (as), ilk dönemlerde atlardan zekat aldığı halde sonraki dönemlerde almamıştır.161 Hz. Ömer ise kendi döneminde atlardan tekrar zekat almaya başlamıştır.162 Keza sığırların zekatı meşhur olduğu üzere her zaman otuzda bir olarak değil bazen onda bir ve hatta beşte bir olarak uygulanmıştır.163 Çünkü sığırların ekonomik değeri zamana göre değişmekte, bazen artmakta bazen azalmaktadır. Aynı şey koyun ve develer için de geçerlidir. Bu nedenle Hz. Ali’den gelen zekat talimatları ile Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den gelen zekat talimatları arasında farklılıklar bulunmaktadır.164 Nitekim Hz. Ömer, ekonomik durumu iyi olan Tağlib kabilesinden kırkta bir değil kırkta iki zekat almıştır.165 Resulullah, Sebe halkından pamuğun zekatı olarak her yıl 70 takım kumaş almış ve bu uygulama Hz. Ebu Bekir’in vefatına kadar devam etmiştir. Ancak daha sonra onlara da herkese uygulanan zekat nisabı tatbik edilmiştir.166 Tüm bu farklılıklar zekat nisabının zamanın şartlarına göre yöneticiler tarafından (Kur’an ilkeleri çerçevesinde) belirlenebileceğini gösterir.167
    2. Yasaklar: Muhammed (as), ulil emir olarak bazı yasaklar koymuştur. Lakin bunlar sürekli ve ebedi olan yasaklar (haram) değil yönetici olarak ve ihtiyaca binaen konulmuş olan yasaklardır. Mesela Nebi’nin ehli eşek etinin yenmesini yasaklaması buna örnek verilebilir. İbni Abbas (ra), En’am 145. ayetini delil göstererek bu ayette haram ilan edilenlerin içinde eşek etinin bulunmadığını ifade etmiş ve ‘Nebi’nin ehli eşek etinin yenmesini Hayber günü belli bir maslahata göre (kendisine merkeplerin sayıca azaldığı haber verildiği için) yasakladığını ancak yasağın tüketilen merkeplerin korunmasına yönelik ve sadece o vakte mahsus olduğunu, bu yasağın sürekli bir teşri hükmünün bulunmadığını’ söylemiştir.168
    Dolayısıyla bu yasağın, zamanın maslahatına uygun olarak konulduğunuama bunun sürekli bir haram olmadığını ve ihtiyaca göre bu yasağın yeni yöneticiler (ulil-emir) tarafından kaldırılabileceğini bildirmiştir.169
    3. Fethedilen topraklar: Nebi’nin sağlığında fethedilen topraklar gelir elde etmeleri için savaşan mücahitler arasında pay edilirdi. Ancak Hz. Ömer kendi döneminde fethedilen arazileri (Irak, Suriye ve Mısır) mücahitler arasında pay etmemiş, ‘ulil emir’ yetkisini kullanarak bu toprakları oradaki insanlara bırakmıştır.170
    Yukarıda örnek verilen ve sonraki ulil emirler tarafından değiştirilen bu uygulamaların haricinde Resulullah’ın vefatından sonra yapılan şu uygulamalar da hangi amellerin bağlayıcı olduğu konusunda yol gösterici olabilir;
    Mesela, Ebu Hureyre ve Abdullah bin Ömer, sünnettir gerekçesi ile hacıları (Nebi’nin hac esnasında dinlenmek için mola verdiği) el-Ebtah mevkiinde durdurmuş, ancak durumdan haberdar olan Hz. Aişe ve İbni Abbas bunun insani bir davranış olduğunu ve böyle bir sünnettin olamayacağını belirterek hacıların orada konaklamasına izin vermemiştir.171
    Hz. Ömer, Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı mevkide bulunan ‘Şecere-i Rıdvan’ adlı ağacı, bazı Müslümanların altında namaz kılmaya başladığını ve ağaca/bölgeye kutsiyet atfettiklerini görmesi üzerine (Resul’ün böyle bir sünnetinin olamayacağını düşünerek) bu ağacı kestirmiştir.172
    O halde, Kur’an’da yer almayan ama hadislerde zikredilen bazı yasaklar (eğer bu hadisler gerçekten sahihse) Nebi-Resul’ün koyduğu haramlar değil ulil-emir Muhammed’in yönetici vasfı ile vermiş olduğu talimatlardır. Zira Nebi-Resul’ün haram koyma yetkisi yoktur. Bu nedenle, hadis külliyatında yer alan ama Kur’an’da bulunmayan yasakların tümü bir de bu açıdan incelenmelidir.
    Neticede Kur’an’ın haram ilan etmediği bir uygulama Nebi-Resul tarafından da ebediyen haram ilan edilemez. Ama yöneticiler tarafından (şarta bağlı) bazı yasaklar ilan edilebilir. Günümüzde devletin ilan ettiği bazı avlanma yasakları da bu şekildedir. Mesela nesli tükenen hayvanların avlanması yasaklandığı gibi üreme ve gelişme dönemindeki av hayvanlarının (keklik, bıldırcın, geyik, tavşan vs) avlanılması da yasaktır. Keza belli bir mevsime kadar balıkların avlanması da yasaktır. Lakin tüm bunlar sürekli ve ebedi olan haramlar değil şartlara bağlı ve geçici olarak ilan edilen yasaklardır.

    Ashab Nasıl Davranıyordu? Biz Nasıl Davranıyoruz?
    Ashab, Nebi’nin sözlerini (hadisleri) bizzat kendi kulakları ile işitiyor olduğu halde yani bu sözlerin Nebi’ye ait olduğunu kesin olarak bildiği halde (bazen) Nebi’ye muhalefet ediyordu. Bizler ise Nebi ile aynı dönemde yaşamıyor ve onun sözlerini kulaklarımızla işitmiyoruz. Bu sözlerin Nebi’ye ait olduğunu kesin olarak bilemiyoruz. Ancak zan ile bilebiliyoruz. Neticede bir hadis, sıhhat derecesi ne olursa olsun (ne kadar sahih olursa olsun) kesin bir bilgi değil zanna dayalı bir bilgi taşır. Bu durumu İslam ulemasının çoğunluğu, özellikle de fıkıh usulcüleri kabul etmektedir.173 Kur’an ise zannın hakikat bakımından hiç bir anlam ifade etmediğini bildirmektedir.174
    Kur’an’ın Nebi’ye itaat emri ve/veya Nebi’yi örnek alma tavsiyesi bulunmadığına göre Nebi’ye ait olduğunu zannettiğimiz (Nebi’ye aidiyeti dahi kesin olmayan) sözlere itaatin Kur’an bakımından hükmü nedir? Ashab bu konuda nasıl davranıyordu? Biz nasıl davranıyoruz? Bizler, Kur’an’ın emrettiği, Resulullah’ın öğrettiği ve ashabın da tatbik ettiği gibi mi davranıyoruz yoksa Nebi söyledi diye önümüze getirilen her sözü (Kur’an’a aykırı olup olmadığını bile tetkik etmeden) kabul mü ediyoruz? Böyle bir davranış Kur’an’a/Resule tabi olmak mıdır yoksa Kur’an’ın açık emirlerine muhalefet etmek mi? Tüm bu soruları Kur’an bağlamında düşünmemiz gerekiyor.

    Nebi’ye Askerî Olarak Tabiiyet (Enfal 64 ve Tevbe 117)
    Enfal 64 ayetindeki ‘Ey Nebi! Allah sana da, sana tabi olan mü’minlere de yeter’ ifadesi genel manada bir tabiiyeti mi yoksa özel manada bir tabiiyeti mi ifade eder? Bu soruya cevap verebilmek için ifadenin yer aldığı şu pasajı hep birlikte okuyalım (konunun savaş olduğuna dikkat edelim);
    ‘Onlar için elinizden geldiğince kuvvet ve atlı birlikler (savaş araçları) hazırlayın. Ki onlarla Allah’ın düşmanlarını, düşmanlarınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz ancak Allah’ın bildiği –başka- düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız size tam olarak ödenir ve hiç haksızlığa uğratılmazsınız. Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et! Çünkü Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir. Eğer onlar sana hile yapmak isterlerse bil ki Allah sana yeter. O (Allah) ki, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyen ve onların kalplerini uzlaştırandır. Yeryüzündeki her şeyi harcasan bile sen onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onların arasını uzlaştırdı. Çünkü O, azizdir, hakimdir. Ey Nebi! Allah sana da, sana tabi olan mü’minlere de yeter. (O halde) Ey Nebi! Mü’minleri savaşa teşvik et! Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kâfire galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, sizde bir zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, onlardan iki yüz kişiye galip gelir. Eğer sizden bin kişiolursa, Allah’ın izniyle onlardan iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.’ (Enfal 60-66)
    Görüldüğü üzere pasajın konusu tümüyle savaştır. Ve Nebi, bu pasajda anlatılan savaşın ordu komutanıdır. Dolayısıyla Enfal 64’teki ‘Allah, sana da sana tabi olan mü’minlere de yeter’ ifadesi, askeri olarak Nebi’ye tabi olan mü’minlerin yani asker sayısının yeterli olduğunu bildirir. Nebi, ordu komutanı olarak gerekli hazırlığı yapar ve askeri olarak kendisine tabi olan mü’minleri (yani askerlerini) iyi motive ederse, Allah’ın yardımı onların arkasında olacaktır. Ayetin bildirdiği budur. Yani Allah, bu ayet ile Nebi ve onunla birlikte olan mü’minleri (askerlerini) motive etmiştir. Onları bu şekilde desteklemiştir.
    Unutulmamalıdır ki, Nebi, sadece ordu komutanı değil aynı zamanda bir devlet başkanıdır (ulil emir). Ve dolayısıyla onunla birlikte yaşayan mü’minlerin -ulil emre itaati emreden Nisa 59 ayeti gereğince- askeri ve siyasi olarak zaten ona tabi olmaları şartır. Enfal 64’teki ‘sana tabi olan mü’minler’ ifadesi ise bu bağlam kapsamında sadece askeri tabiiyeti ifade eder. Bu ifadenin genel tabiiyeti kast etmediği şu hususlardan da anlaşılabilir;
    Nebi ve onunla birlikte bulunan mü’minler, bu ifadenin bulunduğu Enfal 64’ten 3 ayet sonra şu ikaz ile karşılaşmışlardır;
    ‘Hiçbir Nebi, savaş meydanında düşmanı iyice yere sermeden esir alamaz. Siz hemen ele geçecek dünya malı istiyorsunuz. Allah ise sizin için ahireti istiyor. Allah güçlüdür, doğru karar verir. Allah’ın yazgısı bulunmasaydı aldığınız bu esirlerden dolayı size ağır bir azap dokunacaktı” (Enfal 67,68)
    Nebi ve onunla birlikte olan mü’minler, en şiddetli ikazı bu ayetlerle almışlardır. Nebi ile birlikte hareket ettikleri için böyle bir ikaza ve hatta azap tehdidine muhatap olan mü’minler, Enfal 64 ayeti ile ‘Nebi’ye tabi olun’ emri almış olabilirler mi? Böyle bir emir almış olsalardı, 3 ayet sonra –neden Nebi’ye tabi oldunuz manasına gelen- böyle bir ikaza muhatap olurlar mıydı? Allah, ‘Nebi’ye tabi olun’ dedikten sonra ‘neden tabi oldunuz?’ manasına gelen bir ikazda bulunur mu? Böyle bir ikazda bulunduğuna göre, demek ki Enfal 64’teki tabiiyet genel manada bir tabiiyeti ifade ediyor olamaz. Aksi bir kabul, ‘ayetler arasında çelişki var’ iddiasını barındırır ki, böyle bir iddianın batıl olduğu açıktır.
    Bir diğer önemli husus da şudur; Enfal 64’teki ifade, ‘tüm mü’minler’ manasına gelen ‘mü’minine’ şeklinde değil ‘mü’minlerin bir bölümü, bir grup mü’min’ manasına gelen ‘…minel-mü’minine’ şeklindedir. Sadece bu ifade bile kast edilenin tüm mü’minler olmadığı, askeri olarak Nebi’ye tabi olan mü’minler olduğunu anlamak için yeterlidir. Zira Nebi ile birlikte yaşayan tüm mü’minlerin topluca savaşa katılması da zaten mümkün değildir. Ve ayrıca bu istenen bir durum da değildir.175 Dolayısıyla ayetteki ifade bu nedenle böyle olmuştur.
    Enfal 64’teki ifadenin ‘Ey Nebi! Askeri olarak sana tabi olan mü’minlerin sayısı savaşmak için sana yeter’ manasında olduğunu kabul etmezsek Allah’ın ‘Ey Nebi, şu ana kadar sana tabi olan, sana iman eden, sana itaati kabul eden mü’minlerin sayısı sana yeter, artık gerisini boşver, diğer insanlar ne yaparsa yapsın, senin artık onların sana tabi olması için gayret etmene gerek yok…’ demiş olduğunu kabul etmek zorunda kalmaz mıyız? Allah’ın Nebi›ye böyle bir şey söylemesi mümkün müdür?
    Enfal 64’teki tabiiyetin genel bir ittiba olmadığını gösteren en güzel delillerden biri de –Nebi’ye askeri olarak tabi olan bu mü’minlerin Nebi ile çekiştiğini gösteren- şu ayetlerdir;
    ‘Hani, mü’minlerden bir grup tamamen isteksiz olmasına rağmen Rabbin seni hak uğruna öz yurdundan çıkartmıştı. (Onlar) İş apaçık ortaya çıktıktan sonra bile, hak konusunda seninle çekişiyorlardı. Sanki onlar, göz göre göre ölüme sürükleniyorlardı.’ (Enfal 6,7)
    Görüldüğü üzere, Nebi ile savaşa katılan bir grup mü’min, savaş konusunda Nebi ile çekişmiş, O’nunla mücadele etmişti. Üstelik Nebi bu konuda haklıydı. Ama buna rağmen Allah, Nebi ile mücadele eden bu mü’minlerin mü’min olma vasfını değiştirmemiş ve onları hala mü’min olarak nitelemiştir. Hatta onları derece bakımından diğer mü’minlerden daha üstün tutmuştur.176 Kur’an’ın Nebi’ye mutlak olarak tabi olmayı emreden bir ayeti var olsaydı, Nebi ile birlikte cihad eden bu mücahid mü’minlerin Nebi ile çekişmesi mümkün olabilir mi idi? Böyle bir durumda Kur’an onları hala mü’min olarak niteler mi idi?
    Benzer şekilde, Allah, Mücadele 1 ayetinde Nebi ile tartışan (O’nunla mücadele eden) kadını da kınamamış ve hatta bu tartışma sebebiyle onun sorununu çözecek ayetlerini göndermiştir. Rabbimiz bu olayın meydana geliş biçimini bile bize bildirerek nasıl bir mesaj vermiş olabilir?
    Nebi’ye mutlak manada tabi olma emrinin bulunmadığını gösteren en önemli delillerden biri de, Nebi eşlerinin Nebi’ye karşı olan tavırlarıdır. Zira Nebi eşlerinin Nebi ile tartıştığı Kur’an ile sabittir.177 O kadar ki, bu tartışmalar Nebi’yi bunaltmış ve hatta O’nu boşanmanın eşiğine getirmiştir.178 Eğer Nebi’ye her konuda ittiba emri var olsaydı, Kur’an’ın mü’minlerin anaları olarak nitelediği Nebi eşlerinin,179 Nebi ile bu şekilde tartışması mümkün olabilir mi idi? Ama oldu. Çünkü Nebi eşlerine de –tüm mü’minler gibi- Nebi’ye değil Resule itaat emri verilmişti. Hem de ‘Ey Nebi eşleri’ hitabıyla başlayan onlara özel ayetlerle.180 Bu ayetler, Kur’an’ın Nebi’ye değil de Resule itaat istediğini gösteren en açık delillerinden biridir.
    Tüm bu açıklamalardan sonra, Enfal 64’teki ‘Nebi’ye tabi olan mü’minler’ ifadesinin şu ayetteki ‘muhacir ve ensara tabi olanlar’ ifadesi gibi olduğunu görebiliriz;
    ‘Muhacir ve ensarın öncüleri ile güzellikle onlara tabi olanlar (var ya); Allah onlardan razı olmuştur…’ (Tevbe 100)
    Görüldüğü üzere, Allah, muhacir ve ensara tabi olanlardan razı olduğunu bildirmiştir. Bir başka ayette ise Allah rızasının en büyük mertebe olduğu bildirilmiştir.181 Demek ki muhacir ve ensara tabi olanlar, en büyük mertebe olan Allah’ın rızasına mazhar olmuşlardır. Ama hiç kimse, Tevbe 100 ayetine dayanarak, Kur’an’ın muhacirlere tabi olmayı emrettiğini söylememiştir. Çünkü böyle bir şey söylenemez. Neden? Çünkü bu ayet, tüm muhacirlere tabi olmayı emreden genel bir hüküm ayeti değil, muhacir ve ensara tabi olanların yani onlarla birlikte hareket edenlerin, onlara yardımcı olanların faziletini bildiren özel bir haber ayetidir. Dolayısıyla, nasıl ki, Tevbe 100 ayetine dayanarak, ‘Kur’an muhacirlere tabi olmayı emrediyor’ denilemez, aynı şekilde Enfal 64’e dayanarak ‘Kur’an Nebi’ye tabi olmayı emrediyor’ da denilemez. Benzer nitelikteki bir diğer ayet şöyledir;
    ‘İman edip zürriyetleri de iman ile kendilerine tâbi olanlar (var ya); işte biz, onların nesillerini de kendilerine kattık. Kendilerinin amellerinden de bir şey eksiltmedik. Herkes kendi kazandığına bağlıdır’ (Tur 21)
    Görüldüğü üzere bu ayet de atalarına tabi olanları övüyor. Ama hiç kimse bu ayete dayanarak ‘Kur’an atalara tabi olmayı emreder’ demiyor. Çünkü bu ayet, ‘atalara tabi olmayı emreden’ bir ayet değil ‘atalarını iman konusunda takip edenleri öven’ bir ayettir.
    Yani atalara tabi olmayı emreden ‘genel bir hüküm ayeti’ değil imanlı zürriyetin bir araya getirileceğini bildiren ‘özel bir haber ayeti’dir. Yani Tevbe 100, Tur 21 ve Enfal 64 ayetlerinde zikredilen tabiiyetler, genel manadaki tabiiyetler değil özel manadaki tabiiyetlerdir. Tevbe 100’deki muhacir ve ensara tabi olmak; onlarla birlikte hareket etmek, onlara yardımcı olmak, onlara bu konuda tabi olmaktır. Tur 21’deki atalara tabi olmak; onları imanlı olarak takip etmek, onlara iman konusunda tabi olmaktır. Enfal 64’teki tabi olmak ise Nebi’nin ordusuna katılmak ve Nebi ile birlikte savaşmaktır. Yani Nebi’ye –genel manada değil- askeri olarak tabi olmaktır.
    Sonuç olarak, ‘Ey Nebi! Allah sana da, sana tabi olan mü’minlere de yeter’ mealindeki Enfal 64 ayeti, Nebi ve Nebi’ye tabi olan bazı mü’minlerin savaşmak için yeterli olduğunu bildiren ‘özel bir haber’ cümlesidir. Bazı mü’minlerin askeri olarak Nebi’ye tabiiyetinden bahseden bu ayetin ittiba emri içeren bir hüküm cümlesi olmadığı açıktır.182
    Enfal 64 için geçerli olan bu husus, benzer şekilde, Nebi’ye –askeri olarak- tabi olan mü’minlerden bahseden şu ayet için de geçerlidir;
    ‘Andolsun ki Allah, Nebi’ye ve içlerinden bir grubun kalpleri kaymak üzereyken o zor günde ona tabi olan muhacir ve ensara yöneldi ve onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, gerçekten çok şefatli, çok bağışlayıcıdır.’(Tevbe 117)
    Görüldüğü üzere bu ayetin bağlamı –Enfal 64’ten- biraz farklıdır. Çünkü Nebi’nin, muhacirlerin ve ensarın tevbelerinin kabul edildiğinden bahsediliyor. Onların hataları ne idi ki tevbe ettiler ve Allah da –bu tevbeleri nedeniyle- onları bağışladı? Bu sorunun cevabı şu ayetlerdedir;
    ‘Allah seni affetsin. Niçin doğrular sana tam belli olmadan, kimin doğru kimin yalan söylediğini anlamadan yalan söyleyenleri serbest bıraktın, onlara niçin izin verdin?’ (Tevbe 43)
    ‘Hiçbir Nebi’ye ve mü’mine cehennemlik olduğu belli olan müşrikler için af dilemek yakışmaz, velev ki (af diledikleri) akrabaları olsun’ (Tevbe 113)
    Görüldüğü üzere Nebi ve bazı mü’minler iki farklı fiil nedeniyle önce Tevbe 43 ve 113’te uyarılıyor, daha sonra ise onların –tevbeleri nedeniyle- bağışlandıklarını bildiren Tevbe 117 ayeti geliyor. Demek ki hem Nebi hem de ‘gözlerin fal taşı gibi açıldığı o zor savaş gününde’183 onunla birlikte olan mü’minler (yani ona askeri olarak tabi olan muhacir ve ensar) bazı hatalar yapmış ama Allah onların bu hatalarını tevbeleri nedeniyle bağışlamıştı. Dolayısıyla, Nebi’nin hatalarından ve tevbesinden bahseden bu ayetin de –Enfal 64 gibi- genel bir ittiba emri içermediği ve Nebi’ye askeri olarak tabi olan mü’minlerden bahsettiği açıktır.

    Resule İtaat ve İttiba
    Resule itaat nasıl yapılacak?
    Resule itaatin (Nebi’ye isnad edilen hadislere tabi olarak değil) ancak Resul’ün hadisleri olan Kur’an’a tabi olarak sağlanabileceğini daha önce izah etmiştik. Kur’an Resul’ün vahye dayalı hadisleri, klasik hadisler ise Nebi’ye isnad edilen söz, fiil ve takrirlerdir (merfu hadisler). Kur’an’ın Nebi’ye itaat emri ve/veya Nebi’yi örnek alma tavsiyesi bulunmadığından (Kur’an’a muhalif hadislere) tabi olunamaz. Daha doğrusu Resul’e itaat klasik hadislere tabi olarak sağlanamaz. Ancak Resul’ün hadislerine (Kur’an’a) tabi olarak sağlanabilir.
    Buna rağmen bazı çevreler, Resul’ün örnek alınmasını tavsiye eden Ahzab 21. ayetine dayanarak ‘Hadislere tabi olunması gerektiğini, Hz. Peygamberin bu şekilde örnek alınacağını’ iddia etmişlerdir.184 Ne var ki bu iddianın tutarlı olmadığına dair en güzel delil bizatihi delil gösterilen bu ayettir (Ahzab 21);
    Muhakkak ki, sizin için Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Allah’ın Resul’ünde güzel örnekler mevcuttur. (Ahzab 21)
    Görüldüğü üzere bu ayette bize ’örnek/üsve-i hasene’ gösterilen Nebi değil Resuldür (Allah’ın Elçisi). Kur’an zaten birçok ayetle Resul’e itaati emrediyor. Bu ayet ise Resul’ün örnek alınmasını tavsiye ediyor. O halde itaat edilecek olan da örnek alınacak olan da (Nebi değil) Resuldür. Resul’e itaat etmek için de O’nu örnek almak için de yapılacak şey, açıktır ki, Resul’ün hadislerine (Kur’an’a) tabi olmaktır. Resul ancak bu şekilde örnek alınabilir.
    Kur’an baştan sona kadar Resul’ün hadisleridir. Kur’an’ın bir çok ayetinde sadece Resulullah’ın değil önceki Resullerin de örnek davranışları anlatılır. “Ahzab, 21” ayeti bağlamında örnek alınması istenen davranışlar ise Resul’ün bu ayetin bulunduğu pasajda anlatılan örnek davranışlarıdır. Yoksa (Nebi’ye isnad edilen) hadislerde zikredilen davranışları değildir.

    Resulullah ve Hz. İbrahim (as)’ın Örnekliği
    Resul’ün (Nebi’ye isnad edilen hadislerle değil) Kur’an’la örnek alınacağını gösteren en güzel delil Kur’an’ın tıpkı Resulullah gibi ‘Hz. İbrahim ve yanındakileri’ bize örnek göstermiş olmasıdır. Elimizde Hz. İbrahim ve beraberindekilerin hadisleri bulunmadığına göre biz onları nasıl örnek alacağız? Demek ki biz onları Kur’an’da anlatılan davranışlarını tatbik ederek örnek alacağız. İlgili ayetler şöyledir;
    İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” İbrahim’in babasına söylediği şu söz hariç (bunu örnek almayın): “Andolsun senin için mağfret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez”
    demişti. Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır. Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için deneme konusu kılma, bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne galip ve hikmet sahibi, ancak sensin. Andolsun, onlar sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah, zengindir, hamde lâyık olandır. (Mümtehine 4-6)
    Görüldüğü üzere bu ayetlerde, Hz. İbrahim ve onunla birlikte olanlar, tıpkı Resulullah gibi ‘üsve-i hasene (güzel örnek)’ gösterilmiştir. Onları örnek almamız istenmiştir. Bu ayetlerdeki ‘üsve-i hasene (güzel örnek)’ ifadesi “Ahzab, 21” ayetinde Resulullah için kullanılan ifadenin aynısıdır.
    Üstelik bu ifade Resulullah için bir kez kullanılmasına rağmen bu ayetlerde iki kez zikredilmiştir.
    Peki, Hz. İbrahim ve beraberindekileri biz nasıl örnek alacağız? Elimizde Hz. İbrahimin ve beraberindekilerin sözleri (hadisleri) olmadığına göre onların örnek alınacak davranışları Kur’an’da zikredilmiş olmalıdır. Nitekim Kur’an, onların örnek alınacak davranışlarını hem bu pasajda hem de diğer muhtelif ayetlerde bildiriyor. Hatta Hz. İbrahimin bir davranışının (müşrik babası için yaptığı bağışlanma dileği) örnek alınmamasını istiyor. Hz. İbrahim müşrik babası için bağışlanma dilemiş ama O bu davranışı nedeniyle uyarılmıştır.185 İlginçtir, aynı konuda Resulullah ve Mü’minler de uyarılmıştır.186
    Demek ki Kur’an, hem son Nebi-Resul’ün hem de önceki Resullerin örnek alınacak davranışlarını (ve hatta alınmayacaklarını bile) bizlere bildiriyor. O halde Resulullah, Kur’an ayetlerinde belirtilen sözleri ve davranışları taklit edilerek örnek alınacaktır. Bunun için de Kur’an’a tabi olunacak ve Kur’an ahkâmı tatbik edilecektir. Bunun başka bir yolu yoktur. Nebi’ye isnad edilen hadislerdeki söz ve davranışlar taklit/tatbik edilerek örnek alınamaz. Ancak Resul’ün hadisleri tatbik edilerek örnek alınabilir. Elbette ki Kur’an’la mutabık olan bazı (klasik) hadislere riayet edilebilir. Ancak bu durum bu hadislere değil mutabık olduğu Kur’an ayetlerine tabi olmak anlamına gelir. Kur’an ile mutabık olmayan hadislere tabi olunamaz. Bu şekildeki hadisler ya Nebi’ye ait değildir (uydurma hadistir) yada Nebi’nin farklı bir bağlamda söylediği (yanlış anlaşılan ve/veya aktarılan) söz veya amelidir. Dolayısıyla kıstas Kur’an olmalıdır.
    Resul’e itaatin ve Resul’ü örnek almanın (klasik) hadislere tabi olarak yapılamayacağını, bunun ancak Kur’an’a (yani Resul’ün hadislerine) tabi olarak yapılabileceğini gösteren delillerden biri de Kur’an ile hadis arasındaki hiyerarşidir (Nebi’ye isnad edilen hadislerin herkesçe kabul edilen Kur’an karşısındaki konumudur). Şöyle ki;
    Geleneksel hadis anlayışını savunanlar bile hadislerin Kur’an gibi bağlayıcı olamayacağını söyleyerek Kur’an’ın mutlak otoritesini kabul ederler. İşte bu yaklaşım, hadislere tabi olmanın Resul’e itaat anlamına gelmediğini (Resule itaatin hadislere tabi olarak sağlanamayacağını) itiraf etmektir. Çünkü Kur’an, Allah’a itaati emrettiği her ayette mutlaka Resul’e de itaat emretmiştir. Bunun hiçbir istisnası yoktur. Yani Allah’a itaatin bağlayıcılığı ne ise Resul’e itaatin bağlayıcılığı da öyledir. Zira Allah’a itaat emri ile Resul’e itaat emri sayısal olarak da ifade biçimi olarak da birbiri ile eşittir. Yani Resul’e itaat tercihe bırakılmış veya tavsiye niteliğinde emredilmiş değildir. Mutlak olarak emredilmiştir.
    Bu durumda, ya Nebi’ye isnad edilen (klasik) hadislerin de en az Kur’an ayetleri kadar bağlayıcı olduğunu iddia edeceğiz, ya da Resul’e itaatin klasik hadislere tabi olmak anlamına gelmediğini itiraf edeceğiz. O halde bu itirafı yapmaktan başka çare yoktur. Çünkü ‘Hadislerin hiçbir zaman Kur’an gibi bağlayıcı olamayacağını, mutlak otoritenin daima Kur’an olduğunu’ geleneksel hadis anlayışı bile kabul eder. Bunu kabul edenler ‘hadislere tabi olarak Resul’e itaat edilemeyeceğini ve/veya Resul’e itaatin hadislere tabi olmak anlamına gelmediğini’ itiraf etmiş olmuyorlar mı? .
    Ayrıca ‘hadislere tabi olmak, Resul’e itaat etmektir’ diyenler ‘yalnızca hadislere tabi olarak, (Kur’an’ı gündemimize almasak bile) Allah’a itaat etmiş oluruz’ demiş olurlar. Çünkü Kur’an ‘Kim Resul’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur (Nisa 80)’ buyuruyor. O halde ‘Resule itaat hadislere tabi olmaktır’ iddiası doğru ise bunu da söyleyebiliriz. Yani ‘hadislere tabi olan Allah’a itaat etmiş olur’ diyebiliriz. Ama (bilebildiğimiz kadarıyla) bugüne kadar böyle bir (batıl) iddiayı dile getiren olmamıştır. Çünkü Kur’an’ı devre dışı bırakarak Allah’a itaat edilemeyeceğini herkes bilir. Ama buna rağmen bazıları bu çelişkili yaklaşımını sürdürür. (çelişkisini fark edemez)
    Halbuki ‘Resule itaat etmek Kur’an’a tabi olmaktır’ diyenler zikredilen Nisa 80 ayeti kapsamında ‘Kur’an’a tabi olanlar Resul’e itaat etmiş, Resul’e itaat eden de Allah’a itaat etmiş olur’ demiş olurlar. Sonuçta Kur’an’a tabi olan Allah’a itaat etmiş oluyor. Görüldüğü üzere (bu cümleyi Kur’anlar için) herhangi bir çelişki kalmıyor. Aksine ayetin buyurduğunu tekrar etmiş oluyor.
    Hangi Sünnet 108-124, Zeki Bayraktar

  4. “Kitapta Mûsâ’yı da an!. Gerçekten o ihlâs sâhibi idi ve hem resûl hem de nebî (resûlen nebîyyen) idi” (Meryem 51).

    Kur’ân, Kur’ân bütünlüğüne ve Peygamber örnekliğine göre okunduğunda hiç-bir çelişki görülmez. Fakat aşırı didikleyerek parçalayınca ve aşırı yoruma tâbi tutunca asıl, Kur’ân’da çelişki varmış gibi görülüyor. Oysa Kur’ân karmaşık bir kitap değil ve kolaylaştırıldığını söyler. Bâzen bir şeye çok ayrıntılı bakmak o şeyin kusurlarını açığa çıkarır. Bir şeyi aşırı ayrıntılandırmak ve derinlemesine araştırmak o şeyi “o” olmaktan çıkarır. Resûl-Nebî ayırımı yapmamak (ki Kur’ân’da bu şekilde esastan bir ayrım yoktur) târih boyunca insanlar için sorun olmamıştır. Çünkü onlar Peygamber örnekliğinden şüphe etmiyorlardı ve Peygamber örnekliğini (Ahzâb 21) hiç-bir zaman göz-ardı etmiyorlardı. Ne zaman ki modernitenin etkisi ve baskısıyla hadisler ve rivâyetlerin eleştirisi başladı, (mevcut hadis ve rivâyetlerin %99’u uydurmadır) eleştiri, îtirâz ve inkâr “Peygamber örnekliğini görmezden gelmeye ve hattâ onu inkâr etmeye” kadar döndü. Böyle olunca da “sâdece Kur’ân” çalışmaları başladı. İşte çelişki zannedilen şeyler de bu çalışmaların sonucunda ortaya çıktı. Müslümanların arasındaki ihtilafların nedeni, dananın altında buzağı aramak ve Peygamber örnekliğini yâni sahih Sünnet’i göz-ardı etmekten dolayıdır.

    Her hizbin, cemaatin vs. kendilerine özel bir teorisi var ve zannediyorlar ki bu teoriye göre Kur’ân okunduğunda tüm sorunlar bitecek. Ne yâni; Resûl ve Nebî kelimelerini ayırdığımızda herkes Kur’ân âşığı ve Kur’ân âlimi mi olacak zannediyorsunuz?. Peki Peygamber’in Kur’ân’daki diğer isimleri ne olacak?. Kur’ân’da Peygamberimiz’e hitâp edilirken farklı-farklı: “Muhammed, Ahmed, Şâhid, Beşir, Nezir (nüzûl sürecinde Peygamberimiz’in ilk ismi ‘nezr’dir), Musaddık (tasdik eden), Abdullah, Kerîm, Rahmet (âlemlere rahmet), Âkıb (kendisinden sonra peygamber gelmeyen) vs. isimlerle de seslenilir. Şimdi bu hitâpları da ayırıp, onların da farklı bir anlamda olduğunu mu araştırıp inceleyeceğiz?. Niye araştırmayalım ki?. Bunlar “yerine göre” farklı kelimelerle kullanılan hitâplardır. Nebî ve Resûl de öyledir. Hiç ayırmaya gerek yok. Çünkü ayırma yâni parçalanma bir başladı mı, sonu bir türlü gelmez. Tabi bir-süre sonra ayrılan şey “o” olmaktan çıkar. Artık parçalanan şeyin “örnekliği” de olmayacağından, o şey târihe gömülüp gider.

    Peygamber’in kendiliğinden haram kılma hakkı ve yetkisi yoktur. O sâdece Allah’ın haram kıldıklarını haram olarak aktarabilir. Fakat tabi bir devlet başkanı olarak “yasaklar” koyabilir ki bunlar genelde geçicidir yada vahye aykırı değildir.

    Ahzâb 57’de hitâp edilen kesimin müşrikler olduğu 58. âyetten bellidir. 53. âyette ise mü’minlerden bahsediyor. Müşriklerin bile-isteye yaptıklarıyla, mü’minlerin farkında olmadan ve istemeden verdikleri sıkıntıyı aynı görmek Kur’ân’ı mekanikleştirmekten kaynaklanıyor. Hangi mü’min bile-isteye Peygamber’i üzmek ister ki?. Âyetteki “ezâ”yı, eziyetten ziyâde “incitmek ve sıkıntıya sokmak” şeklinde anlamak doğru olur.

    Zeyd, Peygamber’in, “eşini yanında tut” hitâbını duyduğunda, onun bu öğüdü Resûl olarak mı, Nebî olarak mı yada Abdullah bin Muhammed olarak mı söylediğini nasıl ayırmış acaba?. Siz şimdi her-şey bittikten sonra oturduğunuz yerden bunu kolayca yapıyorsunuz ama, bu öğüt daha âyet inmeden önce söylenmişti. Peki bu durumda Zeyd, Peygamber’in hangi sıfatına aykırı davranmıştı?. Peygamber, Zeyd’e: “Bak ben bunu Resûl olarak söylüyorum” mu demişti?. Çünkü âyet, olaydan sonra geliyor.

    Peygamber, Allah’ın bir emrini ilettiği zaman mü’minlerin bunu yerine getirmemesi düşünülemez. Fakat Peygamber bir konuda fikrini söylediğinde mü’minlerden bâzıları bunu uygun görmeyip de farklı fikirler ortaya atabilirler ki savaş durumunda mevzilenme konusunda bunun örnekleri vardır. Zâten aksi-hâlde istişâre emrinin bir anlamı ve önemi kalmazdı.

    Peygamber’in eşleri, “Muhammed’e bir hîle yapalım, ama bu hîleyi o’nun Resûl yönüne değil de Nebî yönüne yapalım” diye mi plân kurdular?. Tabi ki de hayır!, onlar plânı eşleri Muhammed’e kuruyorlardı ki o Resûl ve Nebî’dir. Onlar Resûl ve Nebî ayrımı yapmıyorlardı, çünkü hem Resûl hem Nebî olan kişi aynı kişi olarak karşılarındaydı. Muhâtap Resûl ve Nebî sıfatıyla karşılarında duran Muhammed bin Abdullah’tı. Zâten aksi olsaydı müşrikler de bunu değerlendirirdi. “Hangi sıfatla konuşuyor?” diye sorup dururlardı ve Resûl sıfatına itaat etmeyip isyân ederlerken Nebî sıfatına bir şey demezlerdi. Nebî olarak yaptıklarına bir şey demezlerdi. Yâni Resûl olarak söylediklerine düşman olurlarken, Nebî olarak yaptıklarına ses çıkarmazlardı. Resûl ve Nebî ayırımı yapıldığında ortaya çıkacak absürdlüklerin haddi-hesâbı olmaz.

    Ahzâb 21. ayet gereği (çünkü bu âyet Kur’ân’da bulunduğu için kıyâmete kadar bağlayıcıdır) Peygamber’in güzel örnekliği yâni vahyi hayâtta uygulama pratiği bizim için kıyâmete kadar geçerlidir, Peygamber’in sâdece kendi dönemi için değildir. Yoksa Ahzâb 21. âyet boşa çıkar. “Bu âyette Nebî’nin değil, Resûl’ün örnekliğinden bahsediliyor” demenin hiç-bir anlamı ve önemi yoktur. Çünkü Resûl sâdece âyetleri aktarmakla görevliyse ve zâten artık ölüp gittiyse, biz kimin hangi amel ve eylemini örnek alacağız?. Çünkü örnek almak amel ve eylemle alâkalıdır. Örneklik, Hz. Muhammed’in Resûl ve Nebî olarak yaptıkları amel-eylem içeren örneklerdir.

    “Nebî’ye itaat” konusuna gelince…

    “De ki: “Ey insanlar!; muhakkak ki; ben, sizin hepinize (gönderilen) Allah’ın Resûl’üyüm. O ki; semâların ve arzın mülkü, O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, hayat verir (yaşatır) ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve O’nun ümmî, nebî, resûl’üne îmân edin ki; o, Allah’a ve O’nun kelimelerine (sözlerine) inanır (îmân eder). Ve O’na tâbî olun ki; böylece siz, hidâyete eresiniz” (A’raf 158).

    Âyette, hem resûle hem de nebîye îman edilmesi emrediliyor. Âyetin sonundaki zamir, eğer Peygamberimiz’e gidiyorsa, o hâlde resûle de “nebîye de itaat”ten bahsediliyor demektir. Fakat denirse ki “hidâyet sâdece Allah’tandır”, o hâlde zamir, Allah’a gider. Lâkin âyetlerde, “hidâyet etmeyi” ve “hidâyete ulaştırmayı” peygamberlerin de yaptığını görüyoruz:

    “Hani Rabbi ona, kutsal vâdi Tuva’da seslenmişti: ‘Firavun’a git; çünkü o, azdı’. Ona de ki: ‘Temizlenmek ister misin?’. Seni hidâyete erdireyim (ve ehdiye-ke)” (Nâziât 16-19).

    “Kitap’ta İbrâhim’i de zikret. Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir peygamberdi (nebiyyâ). Hani babasına demişti: ‘Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?’. Babacığım, gerçek şu ki, bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık bana tâbi ol, seni hidâyet edeyim (ehdi-ke) düzgün bir yola ulaştırayım” (Meryem 41-43).

    Meryem 41. âyette Hz. İbrâhim bir “nebî olarak” babasından kendisine tâbi olmasını istiyor. O hâlde tâbi olunması gerekenler sâdece resûller değil, nebîlerdir de.

    “Nebî’nin söylediklerine uymayabiliriz, fakat “Resûl söylediğinde uymamak olmaz” diyorlar. Hâlbuki âyetlere baktığımızda bunun istisnâlarını da görüyoruz. Ahzâb 37. âyeti 36. âyetle ard-arda (siyak-sibak) okuduğumuzda, Zeyd’e öğüt vereninin Resûl olduğu görülür. Fakat Zeyd yine de hanımını boşamıştır:

    “Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.

    Hani sen (resûl), Allah’ın kendisine nîmet verdiği ve senin de kendisine nîmet verdiğin kişiye: ‘Eşini yanında tut ve Allah’tan sakın’ diyordun; insanlardan çekinerek Allah’ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun; oysa Allah, kendisinden çekinmene çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, (öğüde rağmen karısını boşayıp) ondan ilişkisini kesince, biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri (kadınları boşadıkları) zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir” (Ahzâb 36-37).

    Bir sahabenin, Allah’ın Resûlü’nün sözünün mutlakâ yerine getirilmesi gerektiğini bilmemesi düşünülemez. Zâten âyette de, “Allah ve Resûlü’nün sözünün üstüne söz söylenmemesi” emrediliyor. O hâlde seçkin sahabelerden, Peygamberimiz’in evlatlığı da olan Zeyd, Peygamberimiz’in “bir resûl olarak” verdiği direktifi-öğüdü niçin dinlememiştir de karısını boşamıştır?. Kur’ân’da bu konuda neden bir uyarı yoktur?. Yoktur, çünkü resûl ve nebî arasında fark yoktur ve sahabelerin, herhangi bir konuda bâzen Peygamberimiz’i dinlemedikleri de olmuştur. Zîrâ onların muhâtabı, hem resûl hem de nebî olan Hz. Muhammed’tir.

    Gerek resûl gerekse nebî olan, Hz. Muhammed yada Muhammed bin Abdullah’tır. Hz. Muhammed, ismi “Muhammed” olarak verilen iki âyetten Âl-i İmran 144’te: “Muhammed resûldür” (Muhammedun illâ resûl) derken; Ahzâb 40’da ise: “Muhammed nebîdir” (Muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine) denir.

    “Biz senden önce hiç-bir resûl ve nebî (min resûlin ve lâ nebîyyin) göndermiş olmayalım ki, o bir dilekte bulunduğu zaman, şeytan, onun dilediğine (bir kuşku veyâ sapma unsuru) katıp bırakmış olmasın. Ama Allah, şeytanın katıp-bırakmalarını giderir, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırıp-pekiştirir. Allah, gerçekten bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Hac 52).

    Bu âyetteki “ve” bağlacı, “beyâniye vavı”dır. Yâni deniyor ki; “Senden önce hiç-bir resûl yâni nebî göndermiş olmayalım ki”… Şeytan, Hz. Muhammed’in hem Resûl hem de Nebî yönüne kuşku düşürebiliyor, sâdece Nebî yönüne değil.

    “Resûle itaatsizlik yapılamaz, yâni karşı gelinemeyecek olan, Peygamber’in resûl yönüdür” diyorlar. Fakat bu, “o zaman nebîye itaatsizlik yapılabilir” anlamına gelir ki resûl-nebî ayırımı yapanlar böyle diyorlar. “Sahabe de, Peygamberimiz’in nebî yönüne îtirâz etmiştir” diyorlar. Hâlbuki sahabelerin îtirâz ettikleri, Peygamberimiz’in “insan” yönü”dür, insan yönüne îtirâz etmişlerdir ve şöyle demişlerdir: “Ey Allah’ın resûlü-nebîsi; bu Allah’tan mı, senden mi”?. Yâni, “senin resûl-nebî yönün tarafından mı, yoksa insan yönün tarafından mı?”. “Eğer insan yönün tarafından ise bir îtirâzımız olacak. Fakat resûl ve nebî yönün tarafındansa bir îtirazda bulunamayız. Çünkü Kur’ân bunu yasaklar. “Bu Allah’tan mı yoksa senden mi?” sorusu, “bu resûlden mi yoksa nebîden mi?” sorusu değildir.

    Resûl ismi aracılığıyla emredilenler nasıl ki bir hüküm ortaya koyuyorsa, nebî ismi aracılığıyla emredilenler de bir hüküm ortaya koyar. Ahzâb Sûresi 59. âyette bunu açıkça görebiliyoruz:

    “Ey Nebî!; eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Ahzâb 59).

    Bu âyet de vahyi bildiriyor. Tesettürü emrini bildiren âyet “nebî” diyor. Demek ki vahyi bildiren-emreden taraf, Peygamberimiz’in sâdece resûl yönü değil, Nebî yönüdür de. Şimdi, âyette resûl olarak değil de, nebî olarak geldi diye bu emre uyulmasa da olur mu?. Bu tarz âyetleri göz-ardı edebilir miyiz?. Peygamber’in nebî yönünü yâni Sünnet’i inkâr edenler bu tür âyetlerle amel etmeyi kabûl etmediklerinden olacak, tesettürün de İslâm’dan olmadığını söyleyebiliyorlar. Kur’ân’ın apaçık âyetlerini inkâr edenler, bunu, Sünnet’i yâni Peygamber’in nebî yönünü inkâr ederek yapıyorlar.

    “Nebî Peygamber’in şahsını ilgilendiren konularda olur” diyorlar. İyi de resûl olarak söyledikleri onun şahsını ilgilendirmiyor mu?. Zâten hem nebî hem de resûl olarak söyledikleri ve yaptıklarıdır bizi ilgilendiren. Nebî olarak yaptıkları, Peygamber’in hem kendi şahsını, hem de toplumu ilgilendirir. Sâdece kendi şahsını ilgilendiren taraf, Peygamber’in “insan olarak” yaptıklarıdır. Peygamberimiz nebî olduğu için mecbûren resûl de oluyor; resûl olduğu için mecbûren nebî de oluyor. Öyleyse her nebî resûl, her resûl de nebîdir.

    Verdiğin tüm diğer örnekler de hep, “insan peygamber”i kabûl edememe sorunudur. Resûl ve Nebî sıfatları bir insanda toplanmıştır. Bu nedenle Resûl-Nebî olarak yapılan şey gereksiz bir ayrıştırmadır, işgüzarlıktan başka bir şey değildir. Tabi bir fitne de ortaya çıkarmakta ve Peygamber’in değerini ve önemini göz-ardı etmeye neden olmaktadır. Öyle ki artık müslümanlar Muhammed kelimesini bile kullanamaz duruma gelmiştir.

    “Resûlün sâdece âyetleri iletme görevi vardır, Resûlün bağlayıcılığı Kur’ân’ın bağlayıcılığı demek oluyor” denildiğinde, 23 yıllık yaşanmışlık göz-ardı edilerek Kur’ân’ı istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz. Bunun için lügâtler size çok yardımcı olacaktır. Özellikle modernitenin ağır kuşatması ve psikolojik baskısı nedeniyle Kur’ân yâni Resûl, âyetlerin ve kelimelerin deşilmesiyle ve aşırı yorumla istenildiği gibi yorumlanabiliyor. Oysa 23 yıllık örneklik iptâl ve inkâr edilmediğinde Kur’ân’ı istediğiniz gibi yorumlayamazsınız. Çünkü bir örneklik vardır ve örneklik, Allah’ın “güzel” dediği bir örnekliktir, aşılamaz bir örnekliktir. O örnekliğe aykırı bir yorum yapamazsınız. Yaptığınız anda peygamberliğinizi îlân etmiş olursunuz ve ortalık “sahte peygamberler”lerden geçilmez. Lâkin şu da var ki, Peygamberimiz’in örnekliği yâni vahiy-merkezli hayâtı, şeytanın son oyunu olan moderniteye ve onun Allah’a düşman düşünce, ideoloji ve sistemlerine birebir aykırı olduğu için, moderniteye hayrân ve râm olanların yaptıkları şey, Resûl-Nebî ayırımı gibi türlü oyunlarla Resûl’ü yâni örnekliği iptâl etmek ve vahyi moderniteye uygun olarak yorumlamak, böylece hem modernitenin baskısından hem de “güzel örneklik” ile gösterilen sorumluluktan ve ağır yükten kurtulmaktır.

    Kur’ân’da peygamber kıssaları anlatılır ki, aslında kıssalar peygamber hayatlarıdır yâni onların sünnetleridir. Peygamberlerin müşriklerle ve kâfirlerle nasıl mücâdele ettiklerinin anlatılarıdırlar. Şimdi Nebî’ye yâni Peygamber’in örnekliğine gerek yoksa, o zaman hiç-bir peygambere gerek yok demektir. Böyle olunca peygamberler üzerinden ibret almak anlamsız olur. Çünkü onlar uzun zaman önce ölüp gitmişlerdir. O hâlde Kur’ân’daki kıssalar da bizim için önemini kaybederler. Çünkü kıssalarda peygamberlerin vahiy-merkezli olarak yaptıkları (sünnet) anlatılmaktadır. Onların mücâdelesi anlatılmaktadır. Onların üzerinden uzun zaman geçip gitmişse, o zaman Kur’ân’da peygamberlerin hayatlarını anlatan kıssalar önemini kaybeder. Yâni Kur’ân âyetlerini inkâr etmek kolaylaşır ve normalleşir.

    Kur’ân’ın üçte-biri ve hattâ yarısı, “Sünnet” denen “peygamber örneklikleri”dir. Dolayısı ile Kur’ân ya eski zamanda yaşamış peygamber örnekliklerini ortaya koyar, yada yeni örnekliklerin ortaya konulmasını ister. Bu da tabî ki, ya eski peygamberlerin Kur’ân’daki örnekliklerine bakarak, yada Peygamberimiz’in örnekliğine yâni Sünnet’ine bakarak yapılacaktır. Böylece zımnen: “Kıssalara bakın, peygamberler ne güzel örneklikler göstermişlerdi. Hadi şimdi siz de bu örneklikler üzerinden yeni örneklikler gösterin” denilmektedir:

    “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir’. Ancak İbrâhim’in babasına: ‘Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez’ demesi hâriç. Ey Rabbimiz!, biz sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. Dönüş sanadır” (Mümtehine 4).

    Burada Hz. İbrâhim’in ve onunla birlikte olanların “güzel örnekliği”ni görüyoruz. Nedir bu örneklik?. Küfre, şirke, zulme, cehâlete, adâletsizliğe karşı bir dik duruş sergileyerek, “sizin dîninizi yâni hayat-tarzınızı tanımıyoruz ve inkâr ediyoruz” diyebilmektir. Bu sözü tâğutların yüzlerine karşı açıkça söyleyebilmektir. Hz. İbrâhim’in ve onunla birlikte olanların bu örnekliği Kur’ân’a geçerek ebedîleşmiştir. İşte Peygamberimiz’in örnekliği de böyledir. Peygamberimiz’in örnekliğinin yâni “Nebî olarak yaptıkları”nın bağlayıcı olmadığının zannedilmesi, o’nun “son Peygamber” olması ve bu nedenle de bir sonraki olası peygamber ve vahiyden oluşan kutsal bir kitapta, Peygamberimiz’in davranışlarının yâni Sünnet’inin yer almamasıdır. Çünkü onun pratik örnekliği “yaşanmışlık” olarak târihe kazınmıştır. Gerçi Peygamber’imizin hayâtından bâzı kesitler Kur’ân’a alınmıştır. “Hicret”, “İfk Hâdisesi”, “Fetih”, Zeyd’in hanımı” gibi olaylar Kur’ân’da yer almıştır. Eğer Peygamberimiz “son peygamber” ve Kur’ân “son Kitap” olmasaydı, bir sonraki gönderilen peygamber ve vahiyde muhtemelen şunlar yazıyor olacaktı: “Muhammed’i de an. O ne güzel işler yapmıştı, o hep kendisine inen vahye göre hareket ederdi. Böylece güzel bir örneklik ortaya koymuştu. O hâlde sen de o’nun güzel örnekliği olan Sünnet’in uy!”.

    Kur’ân kıssalarında peygamberlerin sâdece sünnetleri değil hadisleri-sözleri de vardır. Peygamberlerin bir-çok sözleri (hadis) Kur’ân’a geçip ebedîleşmiştir. Meselâ Hz. Süleyman’ın, Belkıs’a söylediği sözler yâni hadisleri, Allah’ın, Hz. Süleyman’a: “Belkıs’a de ki” diye emrettiği sözler değildir. Hz. Süleyman’ın söylediği bu sözler Kur’ân’a geçmiştir ve kıssalarda anlatılmıştır.

    Kur’ân kıssalarında anlatılan peygamber örneklikleri, peygamberlerin sünnetleridir. Allah, olmayan bir şeyi söylememektedir. Allah, yaşanmış olan bir örneklik üzerinden ders vererek bu örneklikleri onaylamış oluyor. Zâten Kur’ân, hayâta indiği için, âyetlerin büyük çoğunluğu, yaşanmış olaylar üzerine iner ve onlara çözüm sunar ki, bunlar tüm zamanlarda benzer olan yaşantılar ve benzer sorunların çözümleridir.

    Kur’ân kıssaları, peygamberlerin ictihadlarının (sünnet) Allah tarafından onaylanmasıdır. Mûsâ Cârullah’ın tespit ettiği gibi; “bir-çok Kur’ân ahkâmı/farz, Hz. Muhammed ve arkadaşlarının önceden içtihatları ile vâzettiklerinin (sünnet) onaylanmasıdır”.

    Kur’ân’da kısaların hem güzel hem de gerçek olduğu dile getirilir ve Peygamberimiz’e bu kıssalardan ibret alması söylenir. Peygamberimiz’e söylenen aslında, eski peygamberlerin sünnetlerini göz-önüne alması emridir:

    “Biz bu Kur’ân’ı sana vahyetmemizle, en güzel kıssaları gerçek bir haber (kıssa) olarak sana aktarıyoruz, oysa sen, daha önce, bundan haberi olmayanlardandın” (Yûsuf 3).

    Kur’ân, kıssalardan ders almamızı ister ki bu, aslında “örnekliklerden yâni sünnetlerden ders alınması” anlamına gelir:

    “Andolsun, Yûsuf ve kardeşlerinde soranlar için âyetler (ibretler) vardır” (Yûsuf 7).

    Ashab-ı Kehf için şunlar söylenir ve Ashab-ı Kehf’in sünneti yâni “güzel örnekliği”nden bahsedilir:

    “Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine îman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık” (Kehf 13).

    Ashâb-ı Kehf, bulundukları toplumdan, içinde şirk, küfür, adâletsizlik ve zulüm olduğu için ve insanlar uyarılara kulak asmadığı için ayrılıp gitmişler, şirk ve zulüm ortamında yaşamaktansa, bir mağaralık yerde yaşamayı her-şeyden vazgeçerek göze alabilmişlerdir. İşte bu bir örnekliktir ve bu güzel örneklik Kur’ân’a dâhil edilerek ebedîleşmiştir.

    Kıssalarda geçen şehirlerin bâzılarının hâlâ kalıntılarının bulunduğu ve bu kalıntılara bakılması da tavsiye edilir. Bu kalıntılar aslında, önceki peygamberlerin güzel örnekliklerini yâni sünnetlerini sergiledikleri “görev yerleri”dir ve bu yerlerde onlardan kalmış olan izler de vardır. O hâlde târihi eserler ve kentler, sünnetlerin teşhis edilebileceği yerler de sayılır. Kur’ân, peygamberlerin yaşadığı bu yerlerin gezilmesini ve buralardan ibretler almamızı emrediyor. Bu, “yaşanmışlıktan ve peygamber sünnetlerinden ibret almak” anlamına gelir:

    “Bunlar, sana doğru haber (kıssa) olarak aktardığımız (geçmişteki) nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış, (hâlâ izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi yerle-bir edilmiş, kalıntısı silinmiş) dir” (Hûd 100).

    “Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidâyet verdi, kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün” (Nâhl 36).

    Allah’ın Kur’ân’da kıssalara bu kadar yer vermesinin nedeni, Kur’ân’ın “hayâta ve insanlara göre inmesi”nden dolayıdır. Aksi-hâlde, Allah Kur’ân’da sürekli olarak; “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nur 35). âyetindeki gibi, zâtıyla ilgili sözlerden bahsetseydi, Kur’ân anlaşılmaz ve yaşan(a)maz bir kitap olur çıkardı.

    Peygamber’e yâni Resûl ve Nebî’ye yâni Hz. Muhammed’e tâbi olmak ve ona gelen âyetlere îman etmek, Peygamber’in o âyetleri açıklamasını dinlemek ve bu tartışmada bahsetmek istediğimiz en önemli şey olarak, Peygamber’in vahyin bir emri ve sorumluluğu olarak 23 yıl boyunca vahiy-merkezli amel ve eylemleri, vahyi hayâta aktarış tarzıdır. Bu önemli ve bağlayıcıdır, zîrâ Allah’ın kontrôlünde ve düzeltmesinde yaşanmış ve ortaya konulmuş örnek bir hayattır. Peygamberlerin gönderilmesinin nedeni budur: “Örneklik oluşturmak”. Yoksa peygamber göndermenin bir anlamı ve önemi olmazdı.

    Bizim temel kaynağımız elbette Kur’ân’dır ve Kur’ân’a ilâve-ek bir haram-helal koyma yetkisi Peygamber dâhil kimsenin haddi değildir. Fakat Kur’ân raflara, kâlplere, zihinlere ve dört duvar arasına hapsedilebilecek ve “zihinlerin orgazmı” için kullanılabilecek bir kitap değildir. Kur’ân kişinin iç-âlemini âyetleriyle inşâ ettikten sonra, “dış-âlemi de Peygamber’in vahiy-merkezli amel-eylem örnekliği ile inşâ etmek” hedefi vardır. Fakat modernler ve Kur’âniyyun, vahyi sâdece kâlplerin, zihinlerin ve beyinlerin bir nesnesi zannettiklerinden dolayı, onu istedikleri gibi eğip-bükecekleri bir Kitap olarak kullanıyorlar. Kur’ân’ın hayâta hâkim olmak isteyen ve bunu emreden bir Kitap olduğunu bilmemeleri yada kabûl etmemeleri nedeniyle, İslâm’ın ve Kur’ân’ın bu yönünü göz-ardı ettikleri için, onu sâdece zihinlerin bir eğlencesi ve beyin fırtınası aracı hâline getiriyorlar. Kur’ân’ı anlamak için Peygamber örnekliğine ihtiyaç duymuyorlar böyle olunca. Fakat Kur’ân, sosyâl, kültürel, ekonomik ve en önemlisi de hukûkî alanda hayâta hâkim olmak ve Dünyâ’yı İslâm ile aydınlatmak için gönderilmiş bir Kitap olduğu için, vahyin en güzel örnekliğini yaparak vahti hayâta hâkim kılan Peygamber’in Sünnet’i de bizim amel ve eylem konusunda “bağlayıcı olan” ikinci kaynağımızdır. Sünnet, “Kur’ân’a bağlı olmak”, “ona aykırı olmamak” ve “ilâve-ek yapmamak koşuluyla “ikinci kaynağımız”dır. Bu kaynak es geçildiğinde Kur’ân, kâlplerin ve zihinlerin bir nesnesi olarak raflardaki sayısını arttırmaktan başak bir işe yaramayacaktır, yaramıyor da.

    Şunu da söylemeden geçemeyeceğim.. Resûl ve Nebî ayırımı yapanların dillerine doladıkları; “Nebî hatâ yapar ama Resûl hatâ yapmaz” sözü yanlıştır. Çünkü resûller de hatâ yapabilirler ve yapmışlardır. Resûlün hatâ yapmış olduğunun kanıtı, resûl-nebî ayırımı düşüncesini ve teorisini alt-üst eder ve çökertir. Kur’ân’ı okuyanlar ve hattâ okumayanların bile bildiği bir âyette “Resûlün yaptığı hatâ” çok açıktır. Kur’ân’ı okumayanlar resûl-nebî ayırımı gibi bir şeyle meşgûl olmadıkları için bunun farkında değildirler ama resûl-nebî ayırımı yapanlar, resûlün hatâ yaptığından bahseden âyeti niçin görmezler?. Çünkü resûl ve nebî ayrımı yapılınca ve “nebî hatâ yapar ama resûl hatâ yapmaz” diye körü-körüne inanılınca, artık apaçık âyetler bile görülmez hâle gelir. Hâlbuki Kur’ân’da bir resûlün yaptığı hatâdan da bahsedilir ki bu âyet, Resûl-Nebî ayırımı teorisini çökertir.

    Deniyor ki; “resûle itaat ederiz ama nebîye itaat etmeyiz. Çünkü nebî hatâ yapar ama resûl yapmaz”. Oysa bu düşünce yanlıştır ve “bir insan olduğu için” resûller de “resûl olarak” hatâ yapabilirler ve yapmışlardır da:

    “Şüphesiz Yûnus da gönderilmiş resûllerdendi. (Ve inne Yûnuse le minel murselîn). Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı. Böylece kur’âya katılmıştı da, kaybedenlerden olmuştu” (Sâffât 139-141).

    Bir resûl olan Hz. Yûnus, “görev yerini izinsiz terk etme suçu” işleyerek hatâ-yanlış yapmıştı. Yaptığı hatâ-yanlış, “Resûl olarak” yaptığı hatâ ve yanlıştı. Âyetin siyâkına baktığımızda Hz. Yûnus’un bu hatâyı, “resûl” sıfatıyla yaptığını görüyoruz. Çünkü Kur’ân, Hz. Yûnus bu hatâyı yaparken “nebî” değil, “resûl” ifâdesini kullanmıştır.

    Kur’ân “ne yapılacağını” söylerken, Sünnet “nasıl yapılacağını” gösterir. Buradaki “gösterir” kelimesi önemlidir. Kur’ân ne yapılacağını söyler ama nasıl yapılacağını gösteremez. Çünkü raflardaki Kur’ân, daha doğrusu mushaf, ne yapılacağını eksiksiz bir şekilde söyler, fakat “nasıl yapılacağını” gösteremez. İşte orada devreye peygamberler girer ki zâten gönderilme amaçları budur.

    Sahih sünnet, Kur’ân’ın “canlı tefsiri”dir.
    Sünnet denilen “güzel örneklik”, Hz. Muhammed’in Kur’ân-merkezli siyâsetidir.
    Sünnet göz-ardı edildiği için, Kur’ân’ın “modern” yorumları, vahyin gerçek yorumları zannediliyor.
    Sünnet inkârının nedeni, “yaşayan sünnet”in olmamasıdır.
    Sünnet, “bâtıl hayat tarzı”na karşı, “hak-merkezli hayat tarzı”dır.
    Sünnet, “peygamber tecrübesi”dir.
    Sünnet, 23 yıllık “ağır bir yaşanmışlık” örneğidir ki, Peygamberimiz’in saçlarını ağartırken, belini bükmüştür. Yoksa sünnet, birilerinin zannettiği gibi; “misvak, kıl-tüy ve çabut” konuları değildir. Uydurulmuş rivâyetleri ve zırvalıkları “sünnet” zannetmek ağır bir ahmaklıktır.
    Sünnet, Kâfirûn Sûresi’ni tüm Mekke’nin ve kâfirlerin yüzüne-yüzüne okumaktır.
    Sünnet, Kur’ân’ı “hayat kitabı” yapmaktır.
    Sünnet, Kur’ân’ı, hayâtın tam merkezinde apaçık bir şekilde okumak ve yaşamaktır.
    Sünnet, Kur’ân’ın hayâta dönük uzantısıdır.
    Sünnet, Kur’ân’ın usûlüdür.
    Sünnet, Kur’ânî bilinçle yapılan amel ve eylemlerdir.
    Sünnet, Peygamberimiz’in 23 yıllık vahiy-merkezli mücâdelesidir.
    Sünnet, Peygamberimiz’in Vedâ Haccı’nda, “görevimi tam olarak yerine getirdim mi” diye sorduğu sorudaki “görev”dir.
    Sünnet; “İslâm’a paralel bir din” değil, “İslâm’a paralel bir pratik”tir.
    Sünnet; Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’de ete-kemiğe bürünmesidir.
    Yaşayan sünnet olmadığında, “uydurulan sünnet” açığa çıkar.
    Sünnet, “Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesini söylemek” değil, “Allah’ın hükümleriyle hükmetmek” demektir.
    Sünnet, “Kur’ân’ı idrâk etme ve uygulama yöntemi”dir.
    Sünnet, “Peygamberimiz’in içtihâdı”dır.
    Sünnet, bir “İslâmî hayat felsefesi” ameliyesidir.
    Sünnet, ilk İslâm toplumunun Kur’ân-merkezli tatbikâtıdır.
    Sünnet’i hesâba katmayıp da “Kur’ân yeter” demek, “İslâm sâdece gönüllerde-zihinlerde yaşansın ve hayâta karışmasın” demektir. Zîrâ İslâm-Kur’ân hayâta “Sünnet ile” karışır.
    Sünnet; ideâl bir mü’minlik şeklidir.
    Sünnet, Kur’ân’ı değil ama İslâm’ı bütünler. Zîrâ İslâm, Vahiy ve Peygamber yâni Sünnet’tir.

    Yorumlar için teşekkürler. Ayrıntıya gerek yok. Tâkip ettiğim için Vakfın felsefesini iyi biliyorum. Bir-çok konuda yararlanıyorum da. Zâten namaz ve oruç saatlerinde Vakfın takvimine uyuyorum. Fakat bâzı temel konularda Vakfın felsefesine ve düşüncesine katılmam söz-konusu değildir. Hazırlanan meâl ise, Sünnet göz-ardı edildiği ve modernite merkeze alındığı için benim açımdan kıymetsiz bir çalışmadır. Kur’ân’a, “araştırıyorum” diyerek bu kadar işkence etmek de zulümdür. Unutulmamalıdır ki Kur’ân, hayatlarında kitap görmemiş ve okuma-yazma bilmeyen insanlara gelmiştir. Fakat onlar Kur’ân’ın emirlerini-nehiylerini ve hedefini, üstün îman, gayret, azim ve vazgeçişler ortaya koyarak hakkıyla yerine getirip örnek bir nesil ve örnek bir devlet ortaya çıkarmışlardır. Hiç-bir yorum, yaşanmışlıktan (güzel örneklik) üstün olamaz.
    Vesselam.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir