Tarihi Süreç İçerisinde Avrupa
Gotların, Vizigotların, Frankların, Germenlerin, Angıl ve Saksonların ilkel ve vahşi bir yaşam sürdükleri Avrupa’dır, 1300’ler öncesinin Avrupası.. Roma yoluyla hıristiyanlığın bütün Avrupa’nın dini olmasından sonra bu vahşî yaşam, hıristiyanlığın taassubu ile birleşti ve İsâ(a.s.)’ın mesajı’ndan uzak, onu tahrif etmiş kilise adamlarının -din adamları- koyu gölgeli karanlık dünyasında yaşamlarını sürdürdüler.
Ercüment Özkan Laiklik Demokrasi ve İslam/46
1300’lerden Önce Avrupa
Gotların, Vizigotların, Frankların, Germenlerin, Angıl ve Saksonların ilkel ve vahşi bir yaşam sürdükleri Avrupa’dır, 1300’ler öncesinin Avrupası.. Roma yoluyla hıristiyanlığın bütün Avrupa’nın dini olmasından sonra bu vahşî yaşam, hıristiyanlığın taassubu ile birleşti ve İsâ(a.s.)’ın mesajı’ndan uzak, onu tahrif etmiş kilise adamlarının -din adamları- koyu gölgeli karanlık dünyasında yaşamlarını sürdürdüler.
Haçlı seferlerinden önce İslâm ile, Endülüs İslâm devleti münasebetiyle tanıştılar. İslâm’ın Kuzey Afrika’da, Arabistan’ın kuzeyinde ve güneyinde yayılması, hıristiyanları İslâm ile tanıştırdı ise de bu tanışıklık onlara doğruları gösterme yerine taassublarını artırma etkisi yaptı. Öylesine bir taassub gelişti ki, Endülüs’teki -bugünkü İspanya- İslâm devleti siyasî ve askerî gücünü yitirdiğinde, İspanya’da bir tek müslüman bile bırakmamacasına tümünü diri diri ateşlerde yaktılar, katlettiler ve canını kurtarabilenler ise ancak kaçabildi de öyle kurtuldu.
Avrupa ortaçağı denilen bu çağda, o derecede geri ve örümcek kafalı idiler ki ne dünyanın döndüğünü kabul ediyorlar, ne temizliği biliyorlar ne de insanca yaşamaktan haberleri vardı. Hatta aralarından çıkan bazı kişileri, bazı gerçekleri gördükleri için ateşlerde yakarak cezalandırıyorlardı. Vahşet halindeki yaşamlarının, kendi ülkelerindeki örnekleri kadarını da dışarıya taşırarak, İspanya’daki -Endülüs- müslümanlara yaptıklarının yetmediği düşüncesi ile olacak, Haçlı seferleri ile İslâm ülkelerine de taşıdılar. Kendi tarihçileri aktarıyorlar ki, öldürdükleri müslümanları ateşlerde kızartarak etlerini yemişler ve Kudüs’ü zaptettiklerinde yalnız Mescid-i Aksa’nın içinde 70.000’den fazla müslümanı katlettiklerini övünerek anlatıyorlar. Aynı Kudüs’ü, müslümanlar Hz.Ömer devrinde zaptettiklerinde ise kimsenin kılına dokunmamışlar ve hıristiyanlara rahat ve emin bir yaşam imkânı sağlamışlardı.
Hıristiyanlık taassubu, Avrupa’nın ilkel yaşam kavramları ile yoğrulmuş ve bir ayrı biçim kazandırmıştı Avrupa’ya ve Avrupalıya.. Kafalar durgun, din adamlarının yönlendirdiği biçimde çalışmaya zorlanan ve değil başkalarına kendilerine bile tahammül edemeyen yobaz bir Avrupa.. İşte dünyaya ortaçağ karanlıkları diye tanıtılan karanlık asırlar bu Avrupa’daki karanlıklar idi.. Fakat onlar dünyayı bağnazlıklarından yalnız kendi yaşadıkları dünya sanmışlar ve o dünyanın nice yargısı var ise hepsini koca bir dünyaya uygulamışlardır.
İçinde doğduğu ve yayıldığı dünyanın bir başka bölümünü ise İslâm her türlü pislikten arındırmış, insanlara sağlam kavramlar kazandırmış ve pırıl pırıl bir dünya geliştirmiş idi, Avrupa’nın bu karanlık dünyasının yanında.. İslâm’ın ışıkları Avrupa’ya da şavkıyor olmasına karşın Kilise’nin karanlık düşünceli kara giysili adamları, İslâm’ın ışıkları ile Avrupa insanı arasına geriliyor ve kesif-koyu bir gölge meydana getirerek halkın İslâm’ın ışıklarından haberdâr olmasına mani oluyorlardı. Zaman zaman Sicilya’daki, Kurtuba’daki, Granada’da ve Sevil’deki İslâm okullarında Avrupa kraliyet ailelerinin çocukları okutulmaya gönderiliyor olsalar da, halk için İslâm’dan etkilenmek yolu hep kapalı tutuluyordu. Tahsillerini bu İslâm okullarında tamamlayan prensler de ülkelerine döndüklerinde koyu bir karanlıklar bulutunun altında kalıyorlar ve öğrendikleri nice doğruları unutmak zorunda kalıyorlardı.
1789’lara Kadar Avrupa
Avrupa 1300’lü yıllarda Endülüs’te Müslümanların kökünü kazıdıktan sonra büsbütün ışıktan mahrum kalmıştır. Düşünce ve yaşam, karanlıkların koyu loşluğunda 500 yıla yakın bir zaman daha geçirmiştir. Ama bu, insan tabiatına aykırı yaşanan ve yaşatılan asırların hep öyle sürüp gitmesi mümkün olmadığından toplumda düşünen, ihsası kuvvetli kişiler çıkmaya başlamış ve çevrelerinde etkiler bırakmışlardır. Düşünen demek, mutlaka doğruyu düşünen demek olmadığından bu tabiri kullanmaktayız. Bu düşünenler, doğrulardan ziyade içinde yaşatıldıkları yanlışları düşünenlerdi. Halkın üzerindeki kâbusu düşünen ve bundan kurtulmanın yollarını düşünenler, bütün -tabii içinde yaşadıkları çevrenin etkisi altında kalarak- bu yanlışların, karanlıkların, zulümlerin onların bildiği tek din olan Hıristiyanlıktan geldiğini, Kilise’nin bütün olup bitenlerde baş rolü oynadığını görüyorlardı. Kilise bu rolünde kendine Krallıkları da rol arkadaşı olarak ister istemez seçmiş, Roma zulmü ile hıristiyanlık bağnazlığını ayrılmaz bir şekilde birleştirmişti.
Ardı arkası kesilmeyen zulümlerin ister istemez bir sonu olmalı idi. Zira zulüm, sömürü, haksızlık nihayetsiz olarak sürüp giden şeyler değildi. Uzun da sürseler elbette sonu olmalı idi.
Avrupa ortaçağının karanlığından kurtulmak, yine Avrupalı için zorunlu idi. Zira onlar bunun içinde fiilen yaşıyorlardı. Düşünürler, halka zulmün kaynağını gösteriyor ve bildikleri ve yaşadıkları tek din olan hıristiyanlığı, Kilise’yi işaret ediyorlardı. Halk kitleleri, gördükleri ve her an üzerlerinde hissettikleri zulümden dolayı bu sözlere kulak veriyorlar, fakat dinin de bir yanda ihtiyaçları olduğunu hissediyorlardı. Bu sebeble düşünürlerin sözleri halkta tam bir tesir yapamıyor ama onları düşünmekten de alıkoyamıyordu.
Sonuçta Kral-Kilise ikilisi ile düşünür-halk ikilisi arasındaki ihtilafların boyutları büyüdü ve zaptedilemez sınırlara dayandı. İki taraf da birbirini tasfiye edemiyor, düşüncesini bir diğerine kabul ettiremiyordu. Bunun kaçınılmaz bir sonucu doğdu, uzlaşma. Kral-Kilise ikilisinin kafalarından çıkardıkları ve yalnız kendi hesaplarına işleyen din her şeydi ve hayatı çekip çevirmeli idi. Düşünürler ve halk ise bütün zulümlerin kaynağının yalnız ona tanık oldukları din -hıristiyanlık- olduğunu görüyorlardı.
Zorunlu uzlaşma -Avrupalı ve Avrupa için- işte burada kendini gösterdi. Din olsundu ama hayatı çekip çevirmekten uzak tutulsundu. Yani din, insan ile vicdanı arasındaki en dar alana hapsedilsin ve dışarı çıkıp hayata karışmasın.
Hıristiyanlık ve ondan başka din bilmeyen Avrupalı için bu uzlaşma kaçınılmaz ve doğru da görünebilir. Ama Avrupa insanı, hayatından uzaklaştırdığı hıristiyanlığın taassubunu kafasından uzaklaştıramadı ve hıristiyanlığın dışındaki dinlere ve özellikle Müslümanlığa da aynı bağnazlıkla, aynı hükmü yapıştırdı. İslâm da bir dindir, o da hayattan uzak tutulmalıdır. Kesinkes hıristiyanlık için düşünülen ve gerçekleştirilen bu uzlaşma hükmünün, hıristiyanlıkla -ki İsâ(a.s.)’ın getirdiği değil, havarilerden bazılarının ve sonrakilerin uydurdukları bir din haline gelmiş ve o haliyle uygulama görmüş hıristiyanlıklauzaktan yakından alakası bulunmayan İslâmlığa uygulanması, bir cüceye biçilen elbisenin boylu boslu insana giydirilmesi gibi bir gariplik idi. Ama onlar bu garipliği hiç önemsemediler. Zaten İslâm’ın ne olduğunu da bilmiyorlardı. İslâm hakkındaki bütün bilgileri, tüm ortaçağ boyunca papazların kendilerine anlattıkları karanlık şeylerden ibaretti. Papazlar -Kilise- İslâm’ı da kendisi gibi kara ve karanlık olarak göregelmiştir. Bugün dahi bu düşüncelerindeki bağnazlık hafiflemiş değildir.
Bu, gerçekten hareket edilerek değil, kaçınılmaz olarak görüp kabullendikleri uzlaşma noktası olan laik düşünce(dini devletten ayıran), yoğunlaşarak 1789’larda Fransa’da bir mazlumlar(ezilmişler) ayaklanması olarak ortaya çıktı, Kral’ı giyotine, Kilise’yi de kalın duvarları arkasına gönderdi.
Bütün bu olup bitenlerin, ne Batılılar ne de onların kültürlerini benimsemişlerce, yalnız Avrupa ortamında olup biten şeyler olduğu düşünülemedi. Orada görülenler dünyanın her kesimine, her ortamına, her dinine genellendi. İşte büyük yanlış burada yapıldı. Hem Avrupalı tarafından, hem de Avrupalı’dan her öğrendiğini bilim sananlar tarafından yapılan bu genelleme o kadar gerçek dışı temellere oturuyordu ki, bunun getirdiği yanlışlıkların hesabını bütün bir insanlığa ödettiler. Avrupalı ve Avrupa’nın yanlışının faturasını bütün bir dünya ödedi, ödüyor. Bu borca yakın zamana kadar güçlü itirazlar olmadı. Tek tük ve cılız itirazlara ise kulak verilmedi. Bu yanlışın faturasını artık ödemeyeceğim, zira (borç) bana ait değildir diyen bir ülke çıktı 1978-79’lu yıllarda, İran. Bu başlangıç, arkasını getirmeye istidatlı bir çıkış olarak görünmektedir.
1789’lardan Sonraki Avrupa
Yalnız Avrupa’yı bağlayan karanlık ortaçağdan çıkış, bir aydınlığa değildi. Belki bir karanlıktan çıkış olmuştu. Bir başka karanlığa, insanlığı boğacak derecede sıkıcı bir başka karanlığa çıkış.. Fakat Avrupalı bunu hemen farkedemedi. Asırlar süren ve zihinlerde kazınmaz izlerini bırakan Avrupa ortaçağı uygulaması, onu yalnız gününü yaşamaya itti. Maziyi hatırladığında adeta hafakanlar basıyordu Avrupalıyı..
Hıristiyanlığın hayatın dışına itildiği ve hayatın, olayların yön ve biçim verdiği biçimde sürdürülmeye başlandığı yeni -laik- Avrupa’da her şey ve herkes, birtakım bağlardan kurtulmuşluğun verdiği serbestlik ve heyecan ile alabildiğine yeni hayatı yaşamaya başladı. Kalıplar kırıldı, çevre genişledi, kıtalara yayılmalar ve macera aramalar başladı. Her şeyiyle kapalı bir hayat yaşayan Avrupa, artık tüm dünyaya büyük bir hırsla açılmaya başlamış ve gayretinin son kertesine kadar harcayarak bütün dünyayı pençesine almak için çalışıyordu. Hırstan gözü dönmüş, hiçbir kaide tanımadan.. Başkalarını ve kendi insanını da sömürerek.. Çalıştı, çalıştı.. Dünyanın zenginliğini Avrupa’ya taşıdı, hırsları yine doymadı. Avrupalı, bırakıldı yaptı bırakıldı geçti, hudut, kaide, sınır tanımadan..
1800’lü asrın ortalarına kadar gelindi. Ucuz işgücü elde etmek için vatanlarından, yurt ve yuvalarından zorla koparılarak okyanuslar aşırılıp, yeni bulunan kıtalara götürülen milyonlarca Afrikalı insanı köle etmek pahasına.. Endonezyalardan Faslara kadar işgal edip sömürmek ve ne buldularsa götürüp kendi ülkelerini bezemek, oralar insanını her türlü mahrumiyetle karşı karşıya bırakmak pahasına dişler tırnaklara takılıp çalışıldı, çalışıldı. Avrupalı yalnız kendi dışındaki ülkeleri değil, birbirini de sömürdü. Kendi insanına da olmadık muameleleri reva gördü ve pek kötü hayat şartlarını kendi insanlarına da yaşattılar. Tâ ki Marks ve arkadaşı Engels’in manifestolarını yayınladıkları günlere kadar..
Bu günlere kadar Avrupalı hiçbir kayıt tanımaz, korku duymaz ve mes’uliyet hissetmez bir gelişle gelmişken, sürüler halinde sömürülen Avrupalı halk kitlelerinin, işçilerin, küçük esnafın, çiftçilerin kalabalıklarından korku başladı. Evet, Marks ve arkadaşı, çok küçük bir sınıfın elinde biriken ve kaide tanımaz tutumları sonucu her tür zulmün en geçerli aracı haline gelen sermayeye düşmanlıklarını ilân ettiler. Liberal-kapitalist anlayış öylesine işlemiş ve işliyor idi ki, o ortamda yaşayan herkes sermayeye Marks ve Engels’in duyduğu duyguları duyabilirdi. Ne insaf ne insanlık, ne adalet ne de hak anlayışı, sermayenin Avrupa’daki çalışmasının karşısında şahsiyetlerini koruyamadılar ve ezilip yok olup gittiler. Ve sermayenin eziciliği karşısında, yerlerini kine bıraktılar. Evet, sermaye düşmanlığı, sermayedâr düşmanlığını da ikiz kardeş gibi beraberinde getirdi.
İnsanların büyük bir çoğunluğu vasat yaratılışta olduklarından onlara, miktarları az da olsa pek cin fikir, onun külahını buna geçirmekte maharetli bazıları meydanı boş bulup hükmetme imkânı bulursa koca bir toplum felakete doğru sürüklenir. Yine miktarları az da olsa sağ duyulu, aklı-selim sahibi, adalet duygularıyla dolu insanlar kitlelere hükmettiğinde ise bir koca topluluk selamete çıkar. Avrupa’da birincisi oldu, laiklik resmî ideoloji olduktan sonra.
Başlangıçta herkes gücü nisbetinde yarışa katıldı. Zaman geçtikçe başarılı olmak için hiçbir kaidesi bulunmayan ve yalnız yükselmeyi, daha zengin olmayı büyük bir hırsla isteyen zenginlik mücadelesi, kıran kırana bir savaşa dönüştü ve daha becerikliler, kendilerinden daha az yetenekli olanları ezip geçtiler ve gittikçe dökülenler çoğaldı, yarışa devam edebilenler azaldı. Daha çok ezebilmek ve sömürebilmek için tröstler, tekeller, holdingler oluşturuldu ve sermayenin daha az elde toplanması sağlandı. Bu yıllar, 8-10 yaşında yüzbinlerce gelişme çağındaki çocuğun, çok düşük ücretlerle günde 15 saate yakın çalıştırıldığı yıllardı. Bu yıllar, karnı burnunda bugün-yarın doğum yapacak ekmeğe muhtaç kadınların, izbe işyerlerinde günde 18 saat çalıştırıldığı yıllardı. Evet bu yıllar her yönüyle büyük kitleler için felaket yılları idi. İşte Marks ve Engels, daha iki asır önceki Kilise ve Krallığın zulmünü aratmayacak, belki de onu daha hafif gösterecek derecede büyük boyutlara ulaşan sermaye zulmüne, sermayeye esasından karşı koyarak çıktılar ve mülkiyeti reddettiler. Marks da, Engels de “bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar”cı bir ortamın insanları idiler ve o şartlarda yaşıyorlardı. Bu sebeblerle ortamlarının etkisinde kalmamaları ve onun ezici etkisinden uzak bulunmaları mümkün değildi. Sermaye baskı ve zulmünü artırdıkça ona duyulan kin, kötülüklerin ondan doğduğu düşüncesi Marks ve Engels gibilerinin bütün dünyası oldu ve dünyayı sermayeye düşmanlıktan ibaret görmeye başladılar.
Nasıl ortaçağ karanlığından çıkarken din’i hayattan ayırmışlar ve bunun kuramlarını da geliştirmişlerse, şimdi de sermayeye karşı gelişen düşünce, kendi dünya görüşlerini kurmaya ve kuramlarını belirlemeye başladılar, diyalektiklerini geliştirdiler. Liberal-Kapitalist-Laik anlayış -dünya görüşü- o kadar düşüp kalkmasının sonucu nihayet Marksizm’i doğurdu. Ve doğurduğu yavrusundan da korkmaya başladı. Zira bir hilkat garibesi doğurmuştu. Anasına düşman ve onu yok etmeye azimli bir yavru doğuranın şaşkınlığı ve ürkekliği ile Kapitalistler tedbirler almaya başladılar.
Yavaş yavaş çalışma saatlerini azaltmaya, doğum izni vermeye, belirli yaşın altında ve gelişme çağındaki çocukları ağır işlerde çalıştırmamaya, giyecek, yiyecek yardımları yapmaya ve ücretli izinler vermeye başladılar. Bilhassa sanayi kesiminde büyük işçi kitlelerinin oluştuğu Almanya ve İngiltere’de, işçi haklarından bahsetmeye Marksitlerden önce Kapitalistler başladı. Tehlikeyi sezip önceden tedbir alarak onu uzaklaştırmayı hedeflediler. Hukukçuları, o güne kadar geçerliliğinden hiçbirinin şüphesi bulunmayan “mutlak mülkiyet” anlayışlarını törpülemeye ve “sosyalleştirmeye” başladılar, “sosyal mülkiyet” anlayışını çıkardılar ortaya, yeni tehlikeli durum karşısında. Devlet de “sosyal devlet” olup çıkıverdi tabii.. Böylece Avrupa’dan Marksist tehlikeyi uzaklaştırmış oldular. Kapitalist-laik düzenin sahipleri ellerindeki sermayenin bir kısmından, diğer büyük kısmını koruyabilmek için vazgeçmiş ve onu, bütününde gözü olanlara atıvermişlerdi. Böylece, belayı da başından savmıştı. Bu bela da gitti, Marks’ın hayal bile etmediği ve bambaşka şartlarda yaşayan Rusya’yı buldu.
Yıl 1917, kocaman bir isim; Oktobur -Ekim- Devrimi.. İnsanın üzerinde yaşadığı toprakla birlikte alınıp satıldığı, kendilerinde ruh bulunup bulunmadığının Çarlık aristokrasisi arasında tartışma konusu olduğu “Mujikler”in ülkesi, uçsuz bucaksız steplerden oluşan Rusya.. Kendisinin insan olup olmadığından bile şüpheye düşürülmüş bir halkın, içinde yaşadığı ortamda Çarlara ve adamlarına değil, Lenin ve yandaşlarına kulak vermesi kadar doğal bir tavır olamazdı. Tıpkı ortaçağ Avrupası’nda, Kilise’ye değil düşünürlere kulak veren o çağın Avrupa insanı gibi.. İnsanlar genellikle içinde yaşadıkları şartlardan fazlası ile etkilenmektedirler. Bu şartlar onları büsbütün sıkıp boğma derecesine gelmişse, ona tepki duymanın dışında bir başka şey yönlendirip yönetemez onları..
İşte Rusya’da da böyle oldu ve Marksistlerin sözlerine kulak verilmeye başlandı. Yalan da olsa halk, kendilerini adam yerine koyduğunu söyleyen Lenin ve arkadaşlarının seslerine kulak verdiler. Diğer taraftan Kremlin aristokrasisi ve Çarlar ailesi Romanoflar, içinde bulundukları şartların gittikçe güçleştiğini görüp, başlarındaki belayı savuşturabilmek için birtakım tedbirlere tevessül ederken, öte yandan da saltanatlarına karşı çıkanlara amansız bir savaş açıyorlardı. Suikastların, sabotajların her yanı kapladığı bu dönemde, Çarlık yönetimi ve bir geçiş dönemi için düşünülen Keresky hükümeti, olayların faillerini ve Marksist fikirden yana olanları bütün güçleriyle ifnâ etmeye koyuldular. Ama Rusya halkının içinde bulunduğu şartlar, yaşamakla yaşamamak arasında bir şeydi ve kaybedecekleri fazla değil, belki hiçbir şeyleri yoktu.
Marksist teşkilatlar, çeşitli fraksiyonlar halinde de olsa çabalarını sürdürdüler. Bunlar arasında Lenin’in başında bulunduğu hareket hariç hemen hepsi, Çarlık zulmüne karşı sürdürdüğü mücadelede karşılaştıkları güçlüklerden taviz vererek, uzlaşma ile çıkabileceklerini sandıklarından gün geçtikçe eridiler. Marksist fraksiyonların yönetim kurulları ve ileri gelenleri, yaptıkları Güçlerini Birleştirme Toplantıları’nda ve hemen her defasında, önce birbirleriyle uzlaşmayı birleşmek için gerekli görürken, bu uzlaşma anlayışları zamanla Çarlık rejimi ve Keresky hükümetiyle uzlaşma düşüncelerine kadar vardı. Her defasında, Lenin’in liderliğini yaptığı ve belki hepsinden de az insandan oluşan küçük radikal grup, hiç taviz vermedi. Yalnız kendilerinin söylediklerinin gerçekler olduğunu, ancak o yolu takib etmekle başarıya ulaşılabileceğini, kendilerinin verebilecekleri tavizleri bulunmadığını vurguladıkları her toplantıda tek başlarına kaldılar. Diğer gruplar ise bütün toplantılarında yeni yeni taviz ve uzlaşma anlayışlarıyla, bir öncekilere nisbetle eklemeler ve taviz çokluğu içinde, belki başlarda söylediklerinin tersine bile sözler etmeye başladılar. Çarlık yönetiminden görülen sert tepki onları bu yola itmiş, kendi yönlerini değiştirmelerine neden olmuştu. Devam eden mücadelenin taşıdığı ağır şartlar, bu grupların hemen hepsine yakınını kamuoyunun gözünden düşürdü ve silinmelerine sebeb oldu.
Güvenilirliklerini yitirmeleri, gittikçe yalnız başına Lenin’in grubunun kamuoyunun gözünde yer tutması sonucuna yardımcı oldu. Bilinen bir gerçektir ki, bir mücadelede taşınılan fikir ve ona bağlı metod, o mücadeleyi yürütenlere yol gösterecek kadar zihinlerde yer etmemiş ve hareketleri yönlendirici düzeye ulaşmamış ise, söz konusu hareketin karşılaştığı veya karşılaşacağı güçlükler o harekete yön vermeye namzet olmaya başlar ve sonunda kazanır da bunu. Nitekim Rusya’da, Lenin’in başında bulunduğu bir küçük grubun dışındakilerin hemen hepsi aynı yolu tuttuklarından, sonunda erimeye, yok olmaya ve kamuoyundaki inanılırlıklarını yitirmeye başlar. Sonunda da bu gerçekleşerek kimsenin dikkatini çekmez olurlar. Başarı, düşüncesine bağlı, metodunu bilen ve koruyanlara penceresini aralar ve kapısını açar. Rusya’daki hareket de, uzun süren çalışmaların sonunda, geçirilen başarısızlıkların (örneğin 1905 ihtilal teşebbüsü) nasıl üstesinden gelinebileceği ile ilgili yeni tecrübeler ve deneyimlere dikkat göstererek sonuca doğru ilerledi ve bildiğimiz noktaya geldi. Artık Rusya, Sovyetler’in yönetimine geçmişti. 1917’de Ekim Devrimi ile..
Milyonlarca kilometrekare genişliğinde ve üzerinde hemen her çeşit ırk ve dinden insanın, merkezî kontrolün gevşekliği sonucu ayrı ayrı yaşadığı Rusya’da yeni yönetim, uzun sürecek ve milyonlarca insanın kanı ve canı pahasına mal olacak bir bütünlüğe kavuşmanın çabalarına girişti. Bunu, Çarların içinden geldiği Romanof sülâlesinin beşikteki bebeklerini bile kurşuna dizerek başlatıp, Ruslarla uzaktan yakından alakası bulunmayan Asya’nın müslüman insanlarına kadar vardırdılar ve milyonlarcasını katlederek, uyduruk Sovyet cumhuriyetlerine yenilerini kattılar. Batı’da da Ukrayna, Litvanya, Estonya gibi Avrupalı hıristiyan topluluklara aynı muameleyi yaptılar.
Sovyet devriminden en çok, İslâmi düzenden yoksun ve birbirinden kopuk, Allah’ın ipine sarılmayı çoktan bırakmış olmalarından dolayı müslüman halklar zarar gördüler. Kırım, Kafkasya, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan, Garbî Türkistan ve Sibirya’nın az da olsa Müslümanları kitleler halinde katledildiler, her şeyleri ellerinden alındı. Şarkî Türkistan da daha sonra, aynı ideolojinin ikinci ideoloğu Mao’nun devrimi(1947) sonucu aynı muameleye Çin tarafından tâbi tutuldu.
Sovyet devrimi ilk yıllarında iç birliği sağlamak amacı ile dış dünya ile ilgilerini kesti. İçinde bulunduğu birinci cihan harbinden birtakım ödünler vererek çekildi. Bunu içerideki, kendilerine göre düzeni sağlamak ve bütünlüğe kavuşmak için zarurî gördüler. Yıllar süren çabalarının sonucunda iç birliği kan ve ateşle sağladıktan sonradır ki dışa yönelik çalışmalarına başladılar. Tüm Sovyet topraklarında yeni düzen, Marksist düzen uygulanmaya başlandı. Üretim araçlarının tümünün mülkiyeti devlete intikal ettirildi. Din olarak ne buldularsa hepsinin kökünü kurutmak düşüncesi, animizmi(dinsizliği) din edindiklerinden, onlara hükmetti ve bütün dinlere ve mensuplarına karşı savaş açıldı. Her tür müesseseleri yok edildi.
Sovyet devrimi, yıllardır sürdürdüğü mücadelesinin “devlet olma” safhasını yaşamaya başladığında, yıllardır bu mücadeleyi sürdürenlerin ve taraftarlarının gayretleri sonucu, Rusya bulunduğu yerden hareket ederek mesafe kazandı. Atılımlar yapıldı. Yatırımlar yapıldı. Başlangıçta geniş kitleler -öncelikle devrim için çalışan ve bunları destekleyenleri kastediyoruz- büyük çapta Devrim’in verdiği heyecan ile bir “ivme” kazanılmasında rol oynadılar. Önceleri, Çarlık dönemlerinde geçen asırlarda insan yerine konulmayanlar, insan yerine konuldukları, bütün değerlerin doğurucusu “Emek”in sahibi bulundukları savıyla iştahlandırıldılar. Bu heyecanın verdiği itme ile kitleler bir ivme kazandı ve Rusya asırlardır bulunduğu yerden kımıldadı ve daha ileri bir yere geldi. Kitlelerin omuz verdiği sorunların çözüme ulaştığı, sorunların çözümü için kitlelerin omuz vermesi gerektiği bilinen bir gerçektir.
Sovyetler’deki bu ivme kazanma uzun sürmedi. Uzun sürmeyiş ise uygulanan ideolojinin insan fıtratına ve eşyanın tabiatına uygun bulunmamasındandı. Başlangıçta kitleleri harekete sevk eden ideoloji, harekete sevkettiği insanların fıtratları ile bağdaşmıyor ve eşyanın tabiatına da uymuyor olduğu için ilerleme durdu. Çok uzun sürmeden durdu. Sürdürülmesi için başlangıçtaki heyecan yetmediğinden ve tükendiğinden, ister istemez polisiye tedbirler rejimin özünü oluşturur oldu. Bu noktaya gelindiğinde ise insanları vurursunuz, kırarsınız, öldürürsünüz ama sonuç alamazsınız. Tüm gelişme, ilerleme durur. Nitekim Lenin’in ölümünden sonra -ki 1924’te öldü- Stalin’in demir ellerinde yönetilmeye başlanan Sovyetler, bu katı uygulamayı sürdürmek için çok zor kullandı. 1953’te ölümü ile onun yerine geçen Kruşçev ve onunla birlikte işbaşına gelen diğer Prezidyum üyeleri, Mao’nun ölümünden sonra iktidara gelenlerin yaptığı gibi, Sovyetler’i Lenin’in yolundan ve Marks’ın öğretilerinden çevirdi. 1953’lerden bu yana yapılagelen değişiklikler, Sovyetler’i bir Marksist devlet olmaktan çıkardı denilse yeridir. Bu konularla yakından ilgilenenlere Stalin’in 1936’da yaptırdığı anayasa ile, aradan geçen 41 yıl sonra 1977’de yapılan yeni Sovyet anayasasını karşılaştırmalarını salık veririz. Bu iki anayasa arasında, sanki iki rejim arasındaki fark kadar fark vardır. Anayasalar üzerinde araştırmalar ve karşılaştırmalar da yapan içinizden biri olarak kanımız odur ki, 1977 Sovyet anayasası bir-iki maddesinde geçen komünizm kelimesinin dışında, büyük oranda sosyal demokrat İsveç’in anayasasına benzerlik arzetmektedir. Tabii madde madde bu böyle tanzim olunmamıştır. Lâkin anayasanın taşıdığı espri, Marksist espriden uzaklaşmış ve daha çok
Sosyal Demokrat bir espri haline inkılab etmiştir. Ülkelerdeki ideolojilerin kalın çizgiler halinde de olsa esasları, taşıdığı espriler anayasalarında yansıtılırlar.
Marksist tırmanış 1953’lerden beri yerini irtifa kaybetmeye bırakmıştır. Her geçen yıl da şahidi olduğumuz ekonomik, sosyal, siyasi ve uluslararası ilişkilerdeki gelişmeler, bize bu değişiklikleri açık olarak göstermektedir.
İkinci Dünya Harbinin ortaya çıkardığı sonuçlardan biri de Sovyet rejiminin kâğıttan kaplanlığı oldu denilebilir. Batı’nın liderliğini eline geçiren, bunun gerçekleşmesi için bütün sebeblere tevessül eden ABD, Sovyetler’i bir denge unsuru olarak, kendi eliyle Tahranlar, Yaltalar ve Potsdamlarla karşısına koydu. Avrupa artık ABD’nin idi ve bir kısmı da Sovyetler’in..
Sovyetler, Avrupa’nın doğusunu; Polonya’yı, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve Almanya’nın yarısını, Amerikan zırhlı araçları, Reo’ları, GMC’leri ile işgal etti. Normandiya’dan Avrupa’ya asker çıkaran Amerika da, Avrupa’nın batısını işgal etti. Böylece Avrupa taksim edilmiş oldu.
Bu askerî sonuçlar, siyasî sonuçlar da doğurdu ve artık dünyanın sosyo-ekonomik ve siyasi düzeni de Amerika’nın kumandasına geçti. Büyük kredi kuruluşları, büyük sanayi kuruluşları, askerî paktlar, Birleşmiş Milletler ve yan kuruluşları hemen hemen tümüyle ABD’nin hakimiyetine geçti. Yeni planlamalar yapıldı, Dünya Bankaları kuruldu, IMF’ler harekete geçirildi. Avrupa’da artık Amerikan devri başlamıştı.
Amerika’nın İkinci Dünya Harbi sırasında ve daha öncesinde Avrupa’ya karşı tavrı yakından bilindiğinden, başından beri olup bitenler kabullenilir şeyler değildi Avrupalılar tarafından ama çaresizdiler de.
Önceleri Avrupalılar tarafından uygulanagelen Sosyal Demokrasi artık Avrupa’da ve Batı’nın güdümündeki ülkelerde Amerikan siyaseti olarak yürütülmeye başlandı. Avrupa’nın ve Avrupa’ya tâbî ülkelerin kaderleri artık ABD’nin elinde idi, öyle olacaktı. Amerika’ya göre, Avrupa bu k açınılmaz kadere razı olacaktı.
Almanya’da Şansölye Konrad Adenaueur ile Fransa’da Charles de Gaulle, iktidarları sırasında ABD’nin Avrupa siyasetine karşı ittifak etmek istediler ve ona karşı çıktılarsa da bu uzun sürmedi ve ABD tarafından her ikisi de tasfiye edildi. Amerika’nın emrine daha riayetkâr yöneticiler iktidara getirildi.
ABD’nin, Sovyet tehdidi ile dünyayı korkuttuğu günler yavaş yavaş geçmeye başlamış, bilhassa bu tehdidin bir kuru sıkı olduğunu daha yakından bilen Avrupalı yöneticiler de kendilerine düşeni, ABD baskısına rağmen yapmaya koyulmuşlardır. Avrupa Ortak Pazarı, Avrupa Parlamentosu ve benzeri kuruluşlar bu bilincin ortaya çıkardığı kuruluşlar olmuşlardır.
Avrupa, oldum olası ekonomik varlığını Avrupa’nın dışındaki ülkelerin ham madde kaynaklarına, insan gücüne, mamul madde pazarı oluşlarına ve enerji kaynağı olarak petrolüne bağlamış bulunduğundan ve İkinci Dünya Harbi de bütün bunların kontrolünü ABD’nin eline geçirdiğinden, sıkıntılanmaya başlamıştı. Zira artık bütün bu, başta Ortadoğu, Yakın Doğu, Afrika ve Uzak Doğu ülkelerinde rejimler yavaş yavaş da olsa ABD’nin tezgahladığı komplikasyonlarla Avrupa’nın elinden çıkıyor, ABD’nin kontrolüne giriyordu. Batı, özellikle İngiltere buralarda başta Ortadoğu olmak üzere, çok güçlü ve köklü idiyse de, ABD ezici gücü ile teker teker bu ülkelerdeki yöneticileri değiştirip, kendi dümen suyunda yürüyenleri iktidara getiriyordu. Bu gelişmeler Avrupa açısından hayatî önemi haiz gelişmelerdi.
1952’li yıllar, 1958’li yıllar, 1960’lı yıllar ve daha başka yıllar ABD açısından başarı yılları olarak sayılabilir. El’an da durum, eskisine nisbetle birtakım yeni faktörlerin de dahlinin sonucu güçleşmiş olmasına rağmen, yine ABD lehinde görünmektedir. Fakat bütün bu gelişmelerin, Avrupa’nın tahammül edemeyeceği sınırlara dayanmış olmasından ve daha önemlisi uzun yıllar, hatta iki asırdır bir alternatif olmaktan çıkmış bir ideolojinin canlılık belirtileri göstermesi, yıllardır uyuyan deniz altı yanardağı gibi infilaklara başlaması, durgun denizlerin sularını kımıldatmaya, Ortadoğu’nun durumu kader kabullenmiş insanlarını harekete geçirmeye başlamış olmasından, son yıllarda dünya anlamlı gelişmelere hamile olmaya başlamıştır.
Bir büyük kitle, hiçbir canlılık alameti göstermeyen müslümanlar, ufak da olsa bazı uzuvlarında canlılık belirtileri sergilemeye başlamış, eskiden olduğu gibi yaşadığı dünyayı “ahir zaman” sayıp olaylarda kıyamet alametleri aramak yerine, gününü ideolojisine göre yaşama belirtileri göstermeye başlamıştır. 1970’li yıllar bu belirtilerin gözü az görenlerce bile seçilmeye başlandığı yıllardır. Derinde olup bitenlerin artık suyun yüzüne çıkmaya başladığı yıllardır bu yıllar. Dünyanın hemen her kesiminde yaşayan müslümanlar, yalnız kendi kaderlerini değil, kaderlerini kendilerine bağlayanların da kaderlerini değiştirici nitelikler arzeden olaylar yaşamaya başlamışlardır. Derinden gelen uyanma, canlılık belirtileri yer yer toprağın üstüne de çıkmaya başlamıştır.
Bu gelişmeler özellikle Batı’yı, İslâm alemi üzerine bir kâbus gibi çökmüş Batı’yı, yakından ilgilendiren hayatî önemde gelişmeler olarak ortaya koymuştur kendini. Daha önceki yıllarda beliren canlılık belirtileri saptırılmaya çalışılmış, 1960’lı yıllar İslâm’ın “bir nevi Sosyalizm olduğu” yâveleriyle bir süre de olsa bazı aklı hafifleri etkilemiştir. Diğer yandan yine bir saptırma olan, “İslâm’ın bir Demokrasi” olduğu yönlendirmesi ise hâlâ birçok çevreyi etkisi altında tutabilmektedir. “İslâm sosyalizmi” modası etkisini çabuk kaybetmiş olmasına rağmen bir süre Kuzey Afrika’da, Cezayir’de, Nâsır’ın Mısırında, Baasçılar’ın Suriye ve Irakında kitleleri yalayıp geçen bir çöl rüzgârı gibi gelip geçmiştir. Bugün artık hemen herkes bilmektedir ki İslâm’ın sosyalizmle, sosyalizmin de İslâm’la uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmamaktadır. Bu hastalığa yakalananların bir kısmının hâlâ ciğerinde lekeler kalsa bile.. Sosyalizm güneşi(!)nin Sovyetler’de sönmesi, Doğu Avrupa ülkelerini bu güneşin soğutması -ısıtması değil- dünyadaki sosyalist yönlendirmelerin de kaderini tayin etmiş ve onun sonunu hazırlamıştır. Bazı ülkelerde onu andıran uygulamalar yapılıyor olsa bile, artık uygulayıcıları hiç değilse sosyalizm ismini anmaktan sakınmaktadırlar. Bu bile tek başına sosyalizmin ciddi bir iddiası olamayacağının işareti sayılmalıdır. İsmini olsun cesaretle söyleyemeyen bir ideolojiden artık ne umulacaktır, umulmalıdır, bu düşünülmeye değerdir.
Sosyal Demokrasi veya Demokratik Sosyalizm olarak, Batı’da ve Batı’nın yönlendirdiği ülkelerde uygulama gören rejimin, bu rejimi uygulayan ülkeleri nerelere getirdiği gözler önüne serilmiştir. İşsizlik sigortasının her şeye şifâ olacağını sananlar, bugün bütün iktidarlar ve muhalefetler olarak onun karşısına dikildiklerini, insanı çalışmadan para ve ekmek isteyen tembel insan haline getirdiğini artık açık açık söylemeden edemiyorlar. İsveç’in, İngiltere’nin, Almanya ve Fransa’nın sosyal demokratları diğerleriyle birlikte, bu sistemin ülkelerini nerelere getirdiğinin şikâyetlerini dile getiriyorlar. Eğer hâlâ bu ülkeler aynı politikayı uyguluyorlarsa alternatif bulamadıklarından, başka bir çareye vâsıl olamadıklarından devam etmektedirler. Avrupa’daki bu gelişmeler, kıblesi Avrupa edilmiş ülkelerde de etkisini göstermekte, onlar da başka çarelerin peşinde koşmaktadırlar. 90 yıldan beri milletlerinin anayasa arayışı içinde olduklarını söyleyenler, kaybettiklerini kaybettiği yerde aramayanlar olarak görünüyor bize.. Bir şey, kaybedilen bir şey gerçekten bulunmak isteniyorsa, o takdirde onu kaybettiğiniz yerde aramalı değil misiniz? Kaybetmediğiniz yerde daha nice yıllar arayıp dursanız bulabilir misiniz? Bu mümkün müdür? Kesin olarak, tereddüd etmeden “Hayır” diyebileceğimiz bir gerçek değil midir bu gerçek?
Biz, bizim bütün hareketlerimizi yönlendiren, dünya görüşü kazandıran, bütün fikir, düşünce ve tavırlarımızın kaynaklandığı, toplumumuzu dünyada imrenilir bir duruma getiren ve orada yaşatan gerçeği İslâm’da bulmuş idik. Ve onunla bahtiyardık, büyük devlet idik. Sosyo-ekonomik sorunlarımız yoktu. Kimse bizi küçük göremiyordu. Bizi hesaba katmadan, tavrımızın ne olacağını kefesine koymadan, kimse düşünce ve tavırlarını tartmadan bir hesab yapamıyordu. Akdeniz bizim bir gölümüzdü, Sovyet steplerine ulaşmak için şu iki nehrin arasına kanalı biz düşünmüştük açmayı.. Bütün halklar, yönetimin ıslaha muhtaç yanları bulunmakla beraber, idarede huzurlu idiler. Ve hâlâ o günlerini nesilden nesile aktararak anlatanları duyup durmuyor muyuz?
Evet, kaybettiğini arayanlar, kaybettiğinizi ancak kaybettiğiniz şeyi nerede kaybetti iseniz orada aramakla bulabilirsiniz. Bu arayış içinde olanların, arayışlarında gerçeklerden iseler o takdirde bulabilecekleri yeri göstermek istiyoruz. Kaybettiğiniz yerde arayacaksınız onu ki bulasınız. Başka yerde, kaybetmediğiniz yerlerde bulamazsınız, bulamayacaksınız.
Biz kendimizi İslâm’da kaybettik. Satvetimizi, şevketimizi, huzurumuzu, düzenimizi, sükûnetimizi, dünya ve ahiret saadetimizi İslâm’da bulmuştuk. Orada yitirdik, kaybettik. Yine orada arayacağız ki bulabilelim. Biz başka bir ihtimal bilmiyoruz. Bilenler de gözler önünde, deneyip arayıp duruyorlar amma bulamıyorlar. Diyoruz ki bir de arkanıza, şu bugüne kadar hiç dönüp bakmadığınız, aramadığınız yerde arayınız, göreceksiniz ve hemen bulacaksınız. Buna inanınız. İslâm’a bakınız, orada arayınız, bakınız düşürdüğünüz yerde duruyor, elinizle koymuş gibi, yıllardır arayıp durduğunuz şeyi hemen bulacaksınız.
Kaybettiğimizi bulmamızı istemeyenler bizi şaşırtıyorlar. Kaybetmediğimiz yerlerde aramamızı isteyerek bizi meşgul ediyorlar. Vaktimizi öldürüyorlar. Zira bunda onların çıkarları vardır. Aradığımızı bulduğumuzda hoşaflarının yağı kesilecektir. Bunun için bize başka yerlerde aratıyorlar. Kanmayalım, aldanmayalım. Uyanık olmaz isek, uyanıklığımızı istemeyeceklerin bizi uyandıracaklarını sanmayalım. Zira biz uyanırsak onların düzeni, düzenleri bozulacaktır. Bizler için kurdukları düzenler bozulmasın diye uyanmamızı, aradığımızı bulmamızı istemiyorlar. Biz onlara rağmen bize lâzım olanı, elzem olanı arayalım, hem de bulacağımız yerde, kaybettiğimiz yerde arayalım, orada duruyor, hemen buluverdiğimizi göreceğiz. Ve o zaman işte bütün şikâyetlerimiz son bulacak, kendimize geleceğiz. Vakarımız olacak. Kimse bize dayılığa soyunamayacak. O zaman göreceksiniz ne Ermenistan sevdaları kalacak, ne megalo rüyaları. Akıllarından bile geçirmeye, rüyalarında bile görmeye çekineceklerdir. Ve göreceğiz o zaman, Türkiye mi İsrail’in stratejik ilgi alanı içindedir, yoksa İsrail mi müslümanların ilgi alanı içindedir. Köpeksiz köyde değneksiz dolaşanların kaçışacakları, başlarını sokacakları delik bulamadıklarını göreceğiz. Ermeni katilleri besleyen, saklayan, daha da ötesi teşvik eden Fransızların halini göreceğiz. Hem de eski günleri hatırlatır şekilde göreceğiz.
Ve göreceğiz sınırda Sovyetler, hem de arkadan nasıl vururlarmış iki Mehmed’i birden.. Göreceğiz başlarını eze eze öldürüp öldüremeyeceklerini, ekmek parasına muhtaç kalıp kapılarına gündelikçiliğe gönderdiklerimize Almanların bunu yapıp yapamayacaklarını.. Daha neler göreceğiz neler! Hele önce şu kaybettiğimizi, kaybettiğimiz yerde arayıp bir bulalım. İşte o zaman neler göreceğiz. Kalemlerin yazamayacağı kadar güzel şeyler göreceğiz.
Avrupa’nın elini yakamızdan çekmiş olduğunu, Amerika’nın kıtasına çekip gittiğini, Sovyetlerin sesini çıkaramaz olduğunu ve Müslümanların birleşmiş bir güç olarak Allah’ın kendilerine bahşettiği nice değerlere yine müslümanların sahip olduğunu göreceğiz. Ve bu göreceklerimiz de gözlerin göreceği en güzel şeyler olacak, bu dünyada.. Kalblerinde bozukluk olanların dışında hepimizin memnun olacağı şeyler olacaktır.
Yitiğimizi kaybettiğimiz yerde arayanların üzerine selâm olsun.