Sözlükte adalet; hakkın ait olduğu yere konulması, Her şeyin olması gerektiği yerde bulunması, kişilerin hak ettikleri şeye sahip olabilmeleri şeklinde tanımlanmaktadır.
Filozoflardan Aristo’ya göre adalet kavramı bütün diğer faziletleri içine alan ve kanunlara itaatle ortaya çıkan en tamamlanmış ve en mükemmel bir fazilettir. Ona göre adalet iki şekilde tezahür eder:
- Paylaştırıcı adalet; Paylaştırıcı adaletin ölçütü geometrik bir metotla hakkın ve onurun, bireysel çabaya göre dağıtılması.
- Düzeltici adalet; Düzeltici adalet ise aritmetik eşitlik yöntemiyle gerçekleşir. Hiçbir şart aranmaz herkese eşit şekilde dağıtılır.
Adaletin sosyal boyutuna gelince; “İnsanlar, her bireyin çabaları, becerileri, yetenekleri ve katkıları ölçüsünde hak ettiğini alması gerektiği inancındadırlar. Buna toplumsal adalet veya hakkaniyet duygusu da denilmektedir. Sosyal adalet, güçlü ile zayıf, iyi ile kötü, mazlum ile zalim arasındaki dengeyi sağlamak bakımından çok önemlidir” “Toplumsal düzen, huzur ve barış, ancak adaletle ayakta durur. ‘Adalet mülkün temelidir.’ Sözü bu gerçeği ifade etmektedir. Çünkü toplumda yaygın bir adalet anlayışı olmadığı zaman, güç odaklı ilişkiler devreye girer; güçlünün güçsüzü ezdiği bir düzen ortaya çıkar”
Yönetimde iki ana değer vardır: 1 Adalet; 2 İstişaredir. “İstişare eden yanılmaz” sözü, adalet ile istişare arasında önemli bir bağlantı olduğunu göstermektedir. Bu konuya Kur’an da şöyle işaret edilir:
(Müminler kastedilerek)”Onlar, Rabbinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.” (Şura 42/38
Mülkün esası, yönetimin sürekliliği için, adalet şarttır. Aristoteles: “Hukuk ve adalet, toplumun ve devletin temelidir” demiştir.
Toplumsal problemleri 17. yüzyılda Osmanlı sultanına bir risaleyle sunan Koçi Bey’in adalet ve zulüm hakkındaki tespitleri, İslâmiyet’in adalet telakkisini özetler niteliktedir. Koçi Bey’e göre; “ mazlumların âhı hanümanlar yıkar. Onların gözyaşı, dünyayı fânilik denizinde boğar. Küfür, devam eder, lâkin zulüm devam etmez. Çünkü mazlumun âhı ve hakkı gayretullâha dokunur. Hükümdar, eğer ömrünün uzun olmasını ve sonsuz bir cennet hayatını istiyorsa âdil olmalıdır” demiştir.
Adalete engel olabilecek hususlara gelince, Pascal: “Sevgi ve kin adaletin yolunu şaşırmasına neden olur.” der. Yusuf Has Hâcib, bu duruma dikkatleri çeker: “İnsan kimi severse, onun kusuru fazilet olur; kimi sevmezse onun fazileti kusur olarak görünür” demiştir. Bu konuda Rabbimiz ise şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkiyle bilmektedir.” (Maide 5/8)
Adalet, iyilere mükâfatı ve kötülere cezayı gerektirir. Adalet kavramı bir de ‘cezalandırıcı adalet’ anlamında kullanılmaktadır. Cezalandırıcı adalet, daha çok toplum karşıtı eylemlerin düzeltilmesine yönelik adalete işaret etmektedir.
Tazminat hukukunda; zarar verenin neden olduğu zararı ödemesi, sözleşmeyi ihlâl edenin verdiği zararı tazmin etmesi, ceza hukukunda; suç işleyenin hak ettiği cezayı çekmesi düzeltici veya denkleştirici adaletin gereğidir.
Yönetimin sürekliliği öncelikle “adalet” şartına bağlıdır. “Sevgi”, “nefret”, “heves” ve “öfke” gibi duygular adâleti gölgeler. Adaletin hedefi ise; iyiliğin hâkim, kötülüğün yok olmasıdır. Bunun için de iyilerin itibar kazanması, kötülerinse cezalandırılması gerekir.
Kur’an da adalet şöyle dile getirilmektedir:
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.”
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulüne ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne götürünüz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa 4/58-59)
Adaletin tanımından yola çıkarak konuya açıklık getirmenin daha doğru olacağını düşünüyoruz.
Adalet, hakkı ait olduğu yere koymaktır diye tanımlandığına göre; öncelikle “Hak” denilen şeyin ne olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Çünkü hak ile adalet arasında mutlak bir bağ vardır.
Hak, varlığın yaratıcısı tarafından var edişle birlikte her varlığın kendisine vermiş olduğu imtiyazlardır. Yaşama hakkı, beslenme Hakkı, mülk edinme hakkı, inanç seçme hakkı, aklını ve şahsiyetini koruma hakkı ve benzeri insan olmanın gerektirdiği her türlü hak, bu kavramın kapsamına girmektedir.
Hakkı veren, vermiş olduğu bu imtiyazı başıboş bırakmamış, hakkın nasıl elde edileceğini, nasıl korunacağını, devredilip devredilemeyeceğini, elde etmenin yollarını, elden çıkarmanın yöntemini, usulüne uygun olmayan bir yolla elde etmenin sonuçlarını da takdir ve tespit etmiştir.
Bu konuda kimseden izin almadığı gibi kimseye de hesap vermeyeceğini; ancak herkese vermiş olduğu kadarının hesabını sormak için ilahî adaletin terazisini ortaya koyacağını, zerre kadar hayrın ve şerrin karşılığını vereceğini bildirmiştir.
Bu nedenle diyoruz ki; Adaletin kaynağı ne gelenek, ne mutlak akıl, ne vicdan, ne de kaynağı insan aklı olan bir hukuktur. Mutlak doğru olan bir adalet için, vahyin belirlediği bir hukuka ihtiyaç vardır. Kaynağı akıl ve gelenek olan bir hukukun belirleyeceği “hak”, mutlak anlamda hak olmayacağından; onu adalet için yerine koymak adalet değil, ikinci bir zulüm olacaktır. Çünkü yaratanın belirlediği hukuka göre verilmeyen bir hak ilahi adalete uygun olmadığı için verene de alana da zulümdür.
Adaleti eşitlik anlayışı ile de tanımlamak doğru değildir. her yerde eşitlik adaleti tecelli ettirmez. Hakkı belirleyen Allah kime ne kadarını uygun görüp belirlemiş ise; onu sahibine ulaştırmak adalet olacaktır. Malum olduğu üzere kişisel hakların belirleyicisi de Allah Teala’dır.
Sekiler hukukun uyguladığı adaletin(!), bu günün dünyasını ne hale getirdiği ortadadır. Çünkü insanın belirleyici olduğu hukuk, haklı olanın değil güçlü olanın haklı olduğu gerçeğinden hareketle yapılmış bir hukuktur. Güçlü olanın hayat anlayışına göre düzenlenmiş bir hukuktur.
İslam hayat anlayışı ve hukuku, fıtratın yaratıcısı tarafından zaman, zemin ve etnik köken ayrımı yapılmadan insan fıtratı esas alınarak bizzat yaratıcı tarafından belirlenmiştir. Bu nedenle fıtratı bozulmayan her insanın razı olacağı evrensel bir niteliğe sahiptir. İlahi adaletin muhatabı, insanın üzerinde yaratılmış olduğu fıtrattır. Bu nedenle evrenseldir ve zaman üstüdür. Zaman onu eskitemez. Çünkü zamanla değişmeyen insanın fıtratı ve yine eşyanın zamana göre değişmeyen tabiatı esas alınarak belirlenmiştir. Fıtrata uygun olmayan adalet ne insanı huzurlu eder ne de hak ihlali için caydırıcı bir tedbir olur. Bu güne kadar uygulanan demokratik hukukun kuralları suç olayını azaltmamış, caydırıcı bir işlev görmemiş aksine her geçen gün hak ihlalleri ve suç işleme oranlarını artırmıştır. İnsanlık, kurtuluş için yüzünü fıtrata, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı dine dönmesi gerekmektedir. Rabbimizin insanlığı davet ettiği hakikatte budur:
“Hayır, o zulmedenler; bilgisizce kendi heveslerine uymuşlardır. Allah’ın saptırdığı kimseyi(buradaki esas kastedilen mana; ‘Allah doğrusunu bilir kaydıyla’ Allah’ın doğru yolundan sapan kimseyi) kim doğru yola iletebilir? Onların yardımcıları da yoktur.”
“Öyleyse sen, yüzünü Hanif olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışında asla bir değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Ama insanların çoğu bilmez!” (Rum 0/29-30)