HUKUK DEVLETİ
Hukuk, Arapça hakk’ın çoğuludur. Toplumu düzenleyen ve devlet müeyyidesi ile kuvvetlendirilmiş bulunan kuralların bütünü için kullanılmaktadır. Bu manada hukukun esas itibariyle Hakk’ın ifadesi bulunması gerekmemekte, yalnızca bir devlet in herhangi bir kuralı Hakk’ın ifadesi olup olmadığına bakılmaksızın mer’î mevzuat içine alması yeterli görülmektedir. Hakk’ın tarifi hususundaki esas görüş farklılıkları hukuk olarak ortaya çıkarılan kuralların da birbirinden farklı olması sonucunu doğurmaktadır. Örneğin kumar oynamayı kişinin hakkı sayan bir dünya görüşü, kumar oynamayı yasallaştırmakta ve sonuçta kumarcılık hukukilik kazanmaktadır. Nikahlı-nikahsız cinsel ilişkiyi kişi için temel hak sayan bir dünya görüşü zinayı suç saymamakta ve yasallaştırmaktadır. Sonuç olarak da zina yapanlar haklarını kullanıyor bulunmakta ve yasalarına dayalı olarak zina edenlere ses çıkarmayan devlet de bu açıdan hukuk devleti sayılmaktadır. Zira kabullendiği ve yasallaştırdığı kurallara uyan bir devlet karşımıza çıkmaktadır.
Yasalarına uyan devlete en genel anlamda hukuk devleti denilmektedir. Bu tarif yasaları hakkın ifadesi bulunmayan devletleri de kapsamına almakta ve böylesi devletlerin de hukuk devleti olarak tanımlanmasına sebep teşkil etmektedir.
Kanun devleti kavramı, hukuk devleti kavramından bir derece aşağı bir safhanın adıdır. Kanunlaştırdığı kuralların hakkın ifadesi bulunmasına özen göstermeden kanunlaştırmalar yapan ve bu kanunlara uyan devlet manasında kullanılmaktadır. Bu manada Hitler Almanyası başta sayılabilir.
Bilindiği gibi devletlerin kuralları kanunlaştırma yolları, kuralları da vardır.
Demokratik devletler genellikle, demokratik olmasa da meclisleri bulunan devletler de uygun gördükleri kuralları meclislerinden geçirerek kanunlaştırırlar. Meclislerde normal kanunlar meclis ekseriyetinin ve daha çok da meclis oturumlarına iştirak eden üyelerin çoğunluğunun oylarıyla kanunlaşırlar. Anayasa gibi temel kanunların yapılmasında veya maddelerinin değiştirilmesinde genellikle meclis yekünunun üçte ikisinin oyu gerektiğini kayıtlarına geçirmiş devletler (Türkiye gibi) vardır. Kimi devletler de kurucu meclis adı ile teşekkül ettirdikleri meclislerde Anayasalarını yapmaktadırlar. Kurucu Meclis olsun, Danışma Meclisi olsun, yani adına ne denirse densin bu meclislerce yapılan anayasalar, hakim gücün, (Türkiye gibi ülkelerde askerlerin) etkisi altında bulundukları ülkelerin yönlendirdiği şekilde yapılmaktadır anayasalar. Yirmiyedi Mayıs darbesini yapan askerler Amerikancı askerlerdi ve yaptıkları anayasa -1961 anayasası- o yıllarda öyle gerektiği için sosyalizmin palazlanmasını sağlayacak bir anayasa iken, Oniki Eylül darbesini yapan Amerikancıların yaptırdığı anayasa -1982 anayasası- ise radikal İslâmı engelleyici geleneksel İslâmı (emperyalizme zararsız hale getirilmiş İslâmı) palazlandırmayı hedeflemiş bir anayasadır.
Kanunların veya anayasaların yapılış şekillerinde farklar bulunduğu bilinmektedir. Örneğin demokrasilerde anayasa hazırlama da, normal kanunlar çıkarmak da, kararnamelerle hükümet edip, bunları sonradan meclisin tasdikine iktiran ettirmekte de esas kabul edilen çoğunluğun oyudur. Demokrasi, nerede ise çoğunluk rejimidir diye tanımlansa yeridir. Zira çoğunluğun o denli önemi ve yeri vardır. Milletin temsilcileri olduğu söylenen kimselerin çoğunluğunun oyları ile beyaz siyah, siyah da beyaz yapılabilmektedir demokrasilerde. Bu batıda, doğuda veya Türkiye’de olsun hiçbir farklılık göstermeden böyledir.
Demokrasiler zaten laik anlayışla birlikte varola gelmektedir. Laikliği demokrasiden, demokrasiyi laiklikten ayırabilmek nerede ise imkansızdır. Laiklik-demokrasi koalisyonu Fransız ihtilalinden bu yana gittikçe gelişip, yayılmış ve uygulama alanı tevsi olmuştur.
Demokrasilerde meclis en ağırlıklı işlevi ile kanunlaştırma (yani yasama) görevi ile görevlidir. Ve pek sade ve anlaşılacak ifadesi ile çoğunluk esasına dayalı olarak kanunlar yapar. Yani yapılan kanunlar da hukukun ifadesi şeklinde dönüşmüş olur. Gerçekte ise Hakk kavramı ve Hakk’ın kanunlaşması uyulması zorunlu kaideler haline getirilmesi ve devlet tarafından gereğinin yerine getirilmesinde müeyyideye sahip olmasında esas alınan ölçü kanun yapan insanların çoğunluğunun şu veya bu kararla çeşitli mülahazalarla doğrudur, kanunlaştırılması gereklidir demesinden başka bir şey değildir. Çoğunluğun ise tek tek fertler-den meydana gelmesine rağmen mensup bulundukları siyasi partilerinin görüşleri istikametinde görüş belirledikleri de teorik olarak doğru bulunduğu gibi, pratikte de görülüp yaşanan bir gerçektir. Bu demektir ki bir milletvekili (bir yasama meclisi üyesi) kendi kanaatından ziyade ipotek koydurduğu kişiliği üzerine karar verme yetkisini kullandırdığı mensup bulunduğu partinin görüşü onun görüşünün önüne geçiyor. Zaten fertlerin tek tek kişilik ispat ederek toplumda bir yer edinmesi sonucu milletvekili olmamaları, böylesi duruma yakın bulunanların kurdukları kombinezonlar içine sonradan alınmaları ve kendilerine sağlanan kredi (itibar) ve bu itibarın sağlayacağı çıkarlar bu durumdaki yasama meclisi üyesini başından itibaren çıkarları istikametinde düşünen ve hareket eden kimse yapmaktadır. İçinden gelen başka olduğu halde, dışına açıkladığı, oya dönüşen kanaat çoğu zaman kendi kanaati bulunmamaktadır.
Bir diğer ve açık ifade ile demokrasiler görünürde, kitaplarda çoğunluğun doğru kabul ettiklerini doğru, eğri kabul ettiklerini eğri bilen ve kabullenen rejimler olarak tanımlanmalarına rağmen pratikte bunun mümkün olmadığı aksine oya dönüşürken çoğunluk şeklinde tezahür eden, lakin gerçekte azınlık olan güdücü zümrenin istediklerinin kanunlaştığı rejimler olagelmişlerdir. Bu gruplar daha ziyade çıkar grupları buluna gelmişlerdir. Fransa’da, İngiltere’de, Amerika’da ve elbette küçük Amerika olmaya özenip duran Türkiye’de de böyle yürümektedir. Demokrasilerin bu berbatlığı, ona sahiplenenlerin de dikkatlerini çekiyor ve ele güne karşı kendilerini “demokratik rejimler kötünün en iyisidir” ifadesinde kendini bulan bozukluklarının itirafı ile ifade etmektedirler. Cezayı hak etmiş birinin cezadan korunması için intihara teşebbüs ederek kendine acındırması gibi demokrasiler de kendi kötülüklerinin daha net görülmesi ve üzerine varılmasını engelleyebilmek veya en azından biraz savunmada kalabilme için eller ona kötü demeden o kendisini peşinen kötü kabul ettiğini itiraf ediyor fakat kötülerin en iyisi diyerek de yine üste çıkmaya çalışıyor.
Gerek dünyada, gerekse ahirette sorumluluk ferdidir. Yani insanlar kollektif olarak suç işleseler bile kendilerine ferden ferda soru sorulmakta, ifadesi alınmakta ve sonuçta da ferd ferd cezalandırılmaktadırlar, birden fazlasına aynı türden ceza verilmiş olsa bile bu böyledir. Zaten bu cezaların çekilişinde de ferdilik, ferden o cezayı tadma, yaşama söz konusudur.
Bu itibarla liderlik, önderlik de ferdidir tabiatı bakımından. Sorumluluğun kollektifliği söz konusu olmamıştır, olma teşebb üslerinde bulunulmuş olsa bile. Fransa’da 89 ihtilalini takip eden yıllarda Triyumvira yönetimi hatırlardadır. Fakat uzun süreli olamadığı gibi, daha sonra tekrar müracaat edilen bir yön tem de olmamıştır.
İslâmda sorumluluk da ferdidir. Herkesten Allah tek tek hesap soracaktır. Bu bakımdan da hesaba hazırlanmada öncelik ferden ferdadır. Devleti yöneten imam-ı ümmet veya devlet başkanı sorumluluğu tek başına yüklenir ve bu sorumluluğun gereklerini yerine getirmek için görevlendirdiklerine sorumluluk yükler.
İslâmda devlet başkanı herhangi bir konuda esas itibariyle kendi görüşünü kanunlaştırır. Bu görüş falan konuda filanın ortaya attığı bir görüş olabileceği gibi falan konuda da falan kişinin ortaya çıkardığı görüş olabilir. Önemli olan söz konusu görüşün şer’i delillerinin, gerekçelerinin yeterli yani tatmin edici bulunması ve sonuç olarak ortaya çıkan görüşün, tealluk ettiği konunun tabiatına uygun bulunmasıdır. Devlet başkanı buna itibar eder, görüşün kime ait bulunduğuna değil. Zira aslolan doğru görüşlerdir, görüşlerin sahipleri değil.
Akıllı bir devlet başkanı esas itibariyle meşveret meclisi -danışma meclisi- niteliğindeki meclise ülkeyi, insanlarını, mesel elerini ilgilendiren konuları getirir ve meclis başta bulunmak üzere meclis dışından da müteala ister, görüşler alır. Detaylı ve gerekçeli görüşleri gözden geçirip, en isabetli kararı vermeye çalışır ki bu karar kanun olur. Uzun uzun sürmez bu işlem. Kanun yapılması çok kısa sürede olabileceği gibi, kanunların gerektiğinde değiştirilmesi de aynı suretle yapılabilmektedir. Bu sürat hayatın akış sürati ile aynı sürat olacaktır ki hayat yavaşlamasın.
İmamın görüşü (ictihadı) ümmeti ilzam eder. Muhalefeti muvafakati bu kanunların gereğince işlemesi için bütün gayretiyle çalışır. Yanlışların düzeltilmesinde takip edilecek yol, işlerliği engellemek olamaz. İşlerliğe engel olunmadan yapılacak ikazlar, uyanlar gerekçeleri ile birlikte İmam’a sunulur, ikna edilmeye çalışılır ve gereken değişiklik yine imamın (halifenin) kararı ile olur. İmam kesinlikle Allah’a masiyet niteliğinde bir karar veremez, böylesi bir kararı kanunlaştıramaz. Bunu yapması halinde kendisine itaat edilmez, kıyam edilir, yani bu kararına karşı konulur. Bu işlev öncelikle Mezalim Mahkemesinin kararı ile yerine getirilir. Bu mahkemenin kanunların İslâma uygun olup olmadığını araştırıp karar verme yetkisi bulunduğu gibi bu kararları verme ve yürütme yetkisi sahibi bulunan halifeyi azletme yetkisi de vardır.
MEŞRUİYET
Meşru terimi ve kendisinden türediği şer’î teriminden öncelikle İslâm Şeriatı anlaşılır. Herhangi bir hususun meşru sayılması öncelikle İslâm şeriatına uygunluğun ifadesi manasına geldiğinden Müslümanları bağlayıcıdır. Ancak gayr-ı meşru karar ve kanunlar Müslümanları bağlamaz ve masiyet sayılır.
Bu açıklamalarımız ışığında bakıldığında meşruiyetten bahsedebilmek kesinlikle İslâm şeriatına uygunluktan bahsetmek manasındadır. Kelime manasının kazandığı kavram anlamı ancak böyle anlaşılır. Bu itibarla Müslümanların meşruiyetten anlaması ve sapmaması gereken şey İslâm şeriatına uygunluktur. Herhangi bir kararın, işin, kanunun ve giderek devletin meşruiyeti de şeriata uygunluğundan kaynaklanır. Kur’an’a aykırı, Kur’an’ın espirisine aykırı herhangi bir şeyin meşru sayılması bir sapmadır ve bu sapmaya meydan verilmez. Meşru olmayan devlet, İslâm şeriatının esaslarının ifadesi bulunmayan bir devlet de Müslümanların meşru sayabilecekleri bir devlet olamaz. Ferdi ve toplumu yönetip yönlendiren, biçimlendiren esaslar bir İslâmi devlette mutlaka Kur’an kalkışlı olması gerektiği gibi, Kur’an sonuçlu da olmak zorundadır.
Meşru kelimesi ve kavram olarak anlamı yukarıda yazdığımız gibi gelişip, yaygınlaştığı halde, Müslümanların fikri gerilemesinin doğal sonucu olarak birçok kavram gibi saptırılmış ve içi boşaltılarak başka manalarla doldurulmuş-tur. Günümüzde kanuni olan herşeye, yasal bulunan herşeye meşru denilebilmektedir. Bu cümleden olarak bir genelevin açılması veya bir meyhaneye ruhsat (izin) verilmesi de meşru olarak isimlendirilebilmektedir. Kesinlikle itibar görmemesi gereken bu saptırmalar, ancak uyanıklık ve hassasiyetle meydanlarda kol gezemez hale getirilebilir. Bir malın, bir fikrin, bir kavramın sahtesine meydan vermemenin alternatifsiz yolu o fikrin, o kavramın o eşyanın aslını, sahisini piyasaya sürmek ve piyasada tedavülünü sağlamaktan geçer. Yapılması gereken de budur.
Meşru Devlet, gerçek anlamıyla şeriata dayalı devlet demektir., Her ne kadar sonrakiler kelimeyi bırakıp manasını, içeriğini değiştirmişiseler de bu böyledir. Bunun için Müslümanlar neye meşru diyebilecekleri hususunda da elbette dikkatli olmalıdırlar.
Kanun devleti, Hukuk devleti kavramları kesinlikle bir İslâmi devletin ifadesi olamazlar. Lakin İslâm Devleti hakkın ifadesi olan bir hukuk devletidir. Böyle olmak zorundadır. Hakk olarak Allah’ın belirlediği hususları kanunlaştıran bir devletin bu kanunlara (hukuka) uymaması o devlete itaat edilmemesinin yeterli gerekçesini teşkil eder.
Allah Kur’an’da yahudilere hitaben: “Size gönderdiğimiz şeriatı, beğenmeyip değiştirdiniz. Bari kendi yaptığınız kanunlara uysaydınız ya..” demek suretiyle onların gerçek hakka uymaktan yüz çevirdikleri gibi, kendilerinin hakk olarak kabul ettiklerini söylediklerine de uymadıklarını bu yüzden de ‘sizin nenize güvenilir, ifsad edicilersiniz’ demek istemiştir. Bugünkü devletler de itibar etmeyip onları değiştiriyorlar. Fakat kendilerinin hak olarak belirleyip kanunlaştırdıklarına da uymuyorlar. Yani hukuka uygunluk göstermiyorlar. Hukuk devleti olamıyorlar. Örneğin hiçbir mevzu kanunda sanığın sorgulanmasında işkence yapılır diye bir kanun yoktur. Buna rağmen bütün demokratik devletlerde azı ile çoğu ile işkence yapılmakta, hatta suç olduğuna dair kanunlar bulunan işkence yapıla gelmektedir. Bu bariz örnek, hukuk devleti olamamanın asgari göstergesidir. Hiçbir kanunda kayırmanın uygun görüldüğü belirtilmediği ve tersine bir işlem suç sayılmasına rağmen uygulamada hep iktidara yakın çevrelerin, rüşvet verenlerin, çıkar sağlayanların kayrıldığı yaygın olarak görülmekte ve bu konudaki uygulamalar ayyuka çıkacak boyutlara varmaktadır. Bu da keza hukuka uymazlığın açık bir göstergesidir. Bu konuda sayılmasıyla baş edilemeyecek çoklukta örnekler verilebilir.
Kavramları karıştırmamak, her şeyi yerli yerine koymak cümlesinden bulunduğu için bazı konulara açıklık getirmek düşüncesi ile bunları belirtmekte yarar gördük. Zira her şeyi yerli yerine koymak adalet demek olduğu gibi, herhangi bir şeyi ait olmadığı yere koymanın da zulüm olduğunu biliyoruz.