İnsanı Düzelt ki, Dünya Düzelsin
Son yıllarda tırmanan cinayetler, aile faciaları ki, çoğunlukla birinin ölümüyle sonuçlanıyor. Boşanmalar ve bunlara bağlı olarak yaşanan intiharlar ve cinsel içerikli taciz ve cinayetlerin önü alınamıyor. Bunca değişik zaman ve mekânda, değişik şahıslar tarafından yapılan bu olayların, elbette özel bazı nedenleri olması mümkün olmakla birlikte; genelde değişmeyen esas neden insanın kendisidir. Malumdur ki insan, ailenin ve toplumun temel taşıdır. Aileyi, toplumu ve ümmeti oluşturan ana unsur insandır. Bir yapının kalitesi, o yapıyı oluşturan taşların tek tek kalitesi ile ilgisi ve ilişkisi vardır. Onları düzeltip yapıdaki yerine koyan ustadan ve yapının tamamını tasarlayan mühendisin işindeki ehliyet ve becerisine kadar giden bir mükemmellikle oluşacağı malumdur. İşte toplum yapısını meydana getiren insan denilen unsur da bu ham taşlar gibi tıraşlanmaya, toplumdaki işgal edeceği yere hazırlanmaya, konulduğu yeri doldurup, yüklendiği görevi başarıyla yerine getirecek olgunluğa ulaştırılmaya ihtiyacı vardır. Aynı zamanda sağlıklı bir toplum için toplumun mühendisliğini yapanlar tarafından fertlerin iskân edileceği yerlerin doğru belirlenmesiyle mümkün olacaktır. “İşler ehline verilmediği zaman kıyameti bekleyiniz” buyuran nebinin sözünü hatırlayalım. Fertler aile yapısının yükünü taşıyabilecek olgunluğa ulaştırılmadan, bu sorumluluğu yüklenmemeliler. Sağlam şahsiyetlerden oluşan bir aile yapısı; sağlıklı düşünebilen insanlar üretecektir. İnsan ilk eğitimini ailede alır. Okul hayatı boyunca geliştirip olgunlaştırır. Toplumla yüzleştikçe teori ile pratiğin farkını görür. Ufkunu genişletir tecrübesini artırır. Sonra da bunları bir hayat boyu yaşayıp tatbik eder. Kendisi bu durumun nimetinden istifade eder, toplum ve aile de yetiştirdiği insanının mürüvvetini görür.
Ancak insanın yetiştirilmesinde kullanılan iki yöntem vardır. Birincisi onu yaratan tarafından fıtratına uygun olarak belirlenip, Peygamberlerin rehberliğinde insana öğretilen ilahi yol ve yöntem. İkincisi ise insanın kendince belirleyip kendince uygulamaya çalıştığı beşeri yol ve yöntem. Birincisi insanın insan kalmasını, kendi, haddini ve Rabbini bilmesini; ahirinin ve akıbetinin hayır olmasını hedeflerken. İkincisi ise insanı, hırsının ve ihtirasının peşine takarak insanlıktan çıkartıp doyumsuz, duygusuz, acımasız, zevk perest, şehvet perest, dünya perest ve bencil bir varlık haline getirmek için, insanı ilahlaştıran bir anlayışın içine sokar. İnsan her şeyin “en”leri olmak için her yolu meşru görür hale gelir.
Bu nedenle biz işe insan unsurunun fıtratına uygun inanç ve eğitimi ile başlamanın doğru bir başlangıç olacağına inanıyoruz. Çünkü toplumların ilk toplum mühendisliğini yapan Allah Teâlâ, işe buradan başlamıştır. Bozulan toplumların içerisinden seçmiş olduğu temiz ve örnek insanları eğitici ve öğretici olarak görevlendirmiş; gönderdiği vahiyleri onun dilinden topluma sunmuştur. Bununla “zayıf yaratılmış olan insanın yükünü hafifletmek istemiştir.” (Nisa 4/28) Elçiler, ya kendilerine gönül verenlerin eşliğinde, bulunduğu toplumu içine düşmüş oldukları bataklıktan kurtararak, huzur ve mutluluğa ulaştırmışlar. Ya da ümitsiz vaka olarak inanmayanlar topluca yok edilmiş. İnanan az bir topluluk ise elçilerle birlikte kurtarılmıştır. Daima bozulmaya başlayan toplumlar sürekli uyarılarak: “ Sadece zulmedenlere dokunmakla kalmayacak toplumsal fitnelerden sakınmaları telkin edilmiştir.”(Enfal8/25)
Kur’an da nice peygamberlerden ve ümmetlerden söz edilirken, söz dinlemeyen, öğüt almayan, kendilerini müstağni gören nice toplumların akıbetini gözler önüne sererek: “Onlar, yeryüzünde gezip-dolaşmıyorlar mı ki, böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler!.. Onlar, kuvvet ve yeryüzündeki eserleri bakımından kendilerinden daha üstün idiler. Fakat Allah, onları günahları dolayısıyla yakalayıverdi de; Onları Allah’tan koruyacak biri de çıkmadı” (Mümin 40/21) ihtarında bulunmuştur.
Bu ve benzeri temizlik hareketleriyle çağlar boyu doğru yaşamın örnekliğini insanlar arasında bulundurmanın yolu hep açık tutulmuştur. Son gönderilen elçinin irtihalinden 14 asır geçmesine rağmen, ilk günkü saflığını muhafaza eden hidayet rehberi hala elimizde ve aramızda bulunmaktadır. İnsanlık var olduğu sürece de varlığını sürdüreceğini, “zikri biz indirdik. Onu koruyacak olan da biziz” (Hicr 15/9) ihbarıyla kulaklarımıza perçinlemiştir. Buna rağmen işitmeyenlere de şu ihtarda bulunmuştur:
“Eğer Kuran ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı, kâfirler yine de inanmazlardı. Oysa bütün işler Allah’a aittir. İnananların, «Allah dilese bütün insanları doğru yola eriştirebilir» gerçeğini akılları kesmedi mi? Allah’ın sözü yerine gelinceye kadar, yaptıkları işler sebebiyle inkâr edenlere bir belanın dokunması veya evlerinin yakınına inmesi devam eder durur. Allah, verdiği sözden şüphesiz caymaz.” (Rad 13/31)
Bu kitapla tarihin bir dönemine müdahale eden Allah, birbirlerinin gırtlağını kesen eşkıyalardan, “kardeşinin yaşamasını kendisine tercih eden, malını mülkünü din kardeşiyle paylaşan(Enfal 8/74) ve asla alnını kırıştırmayan evliyalar “Allah dostları” çıkardığına Allah şahadet etmektedir. (Beyyine 98/8) Peygamberimiz (as) ise, mal ve can emniyetinin olmadığı yarımada da: “Öyle bir gün gelecek ki Yemenden Hadramut’a kadar yalnız başına yolculuk yapan bir kadın emniyet içinde olacak ve Allahtan başka kimseden herhangi bir korku duymayacaktır” müjdesini vermişti. İslam insanlığa bunu getirmişti. İnanıp yaşayanlar da bunun nimetinden yaşadıkları sürece istifade etmişler; etmeye de devam edeceklerdir.
Ancak bu nimete sırtını dönenlerin, bundan nasiplenemeyenlerin, “yattığı gölgeyi kendi gölgesi sananların”, Allah’a baş kaldırıp O’nu “yeryüzünden kovanlar,” yaptıkları değişimle toplumdan; koydukları eğitim sistemiyle de yeni nesillerin sinelerinden uzaklaştırdıkları “İslamın” meydana getirdiği boşluk, tedavisi imkânsız yaralar açtı. Gençlik bağdan boşanmışçasına bilinçsiz ve sorumsuz davranışlarıyla duracağı yeri bilmez, sahiplendiği ile doymaz, kendisinden aşağıya bakmaz, Allah’tan korkmaz, insandan utanmaz, edep hayâ tanımaz, kendinden başkasını düşünmez, kimseye hesap vermez, kendi çıkarından başkasını düşünmez, zevklerine sınır çizdirmez ve kendini müstağni sayan bir duruma geldiğini görmemek mümkün değildir. Elbette bunların istisnaları vardır ama oldukça az bir kesimi oluşturmaktadırlar. Varlıklı velilerine yaslanan gençler, dünyanın en pahalı zevklerini tatmaya koşarken, yaşadıklarında tatminsizliğin sınırını zorlamaktadırlar. Bir genç, dün uğruna “Roma’yı” yakacak kadar sevdiği bir insanı, testereyle kesip, balta ile parçalayacak kadar canileşiyorsa, bu iş asla hafife alınamaz!.. Son yıllarda polis çöplerden parçalanmış, yakılmış ceset topluyorsa sorunu daha derinlerde aramak kaçınılmaz demektir. Uyuşturucu tacirleri zehirlerini akıttıkları insan kitlesini orta dereceli okulların seviyesine indirmişse, bu toplumun geleceğinden endişe etmesi gerekmez mi? Küçücük yavrularımız uyuşturucu haplarla ölüme götürürlerken, sesimizi yükseltmezsek tehlike her kapıyı çalacak demektir.
Bu arada abartılmış zevklerin peşinden yetişmek için, hayatın fantezilerine ayak uydurmaya çalışan her kuşaktan insanların düştüğü durum ise, ayrı bir dert olmaktadır. İnternet kanalıyla işlere ayar verip sanal dünyanın bataklığında sanal bir hayat üretenler, yurdundan yuvasından olanlar da ayrı bir dünya oluşturmaktadırlar. Eğitilip adam gibi adam olsun diye eğitim kurumlarına gönderilen çocuklarımız, milletini, milliyetini dinini ve imanını kaybedip; deist, ataist oluyorlarsa bunun sebebini nerede ve kimde arayacağız? Eğitim mi eritim mi olduğu anlaşılamayan bu uygulamanın hesabını kim verecek? Eğitimcilerimiz eserlerine bakmıyorlar mı? Bu durumu kim düzeltecek? Bu gençler bizim geleceğimizdir diye üzerine titreyen velilerimiz geleceğinizden emin olabiliyor musunuz?
Bir başka yaramız ise sokaklardai konturol edilemeyen çocuklarımız. Devlet halkı denetlemekte her türlü imkâna sahipken, hala sokaklarda, viranelerde yatıp kalkan “uyuşturucu bağımlısı” gençlerin varlığını anlamak mümkün değildir. Bu insanlar hem kendi hayatlarını mahvediyor hem de nice masum hayatların geleceğini karartıyorlar!.. Eğitim ve öğretimden, sıcak aile ortamından yoksun olan bu insanların suç işleme oranlarının ne kadar yüksek olduğunu anlatmaya gerek var mı? Halkın “babası” olan devletin bir kurum oluşturarak bunları bu hayattan kurtarmanın kendi üzerine düştüğünü anlamak zorundadır. Aklı başından gitmiş madde bağımlısı bir insanın, yapacağı çılgınlığın boyutlarını kestirmek mümkün değildir. Bu çocukların elinden tutulup ıslah edilmez ise, kimsenin canı ve malı emniyette olmayacaktır. Bunca olumsuzluğun sebebi nedir? Diye sorduğumuzda bu sorumuzun doyurucu cevabı yıllar önce verilmişti:
1979 yılında bir gurup gazeteci, bilim adamı ve parlamenterlerden oluşan bir topluluk, Yaser Arafat’ın davetlisi olarak Filistin de, Filistin Kurtuluş örgütünün kuruluşunun yıldönümü kutlamalarına katılmışlardı. Konuşmalar esnasında söz Türkiye’deki anarşinin kaynağını tartışmaya kadar gelince; Boğaziçi üniversitesinden bir Prof. “Türk toplumunun hayatından bir şey alındı ve yerine başka bir şey bir şey konuldu. (İslam alındı kemalizim ve laiklik konuldu.) Ancak konulan şey alınanın yerini doldurmadı boşluk yaptı. İşte bu boşluktan Türkiye’deki anarşi doğdu” derken; Mişel adındaki Ermeni bir gazeteci de çok manidar olan şu tespiti yapmıştı: “Türkiye doğudan koptu batılı da olamadı, ortada kaldı ve şahsiyetini yitirdi. İşte bu şahsiyetsizliğin sonucunda da bu anarşi doğdu.” Evet beyler!.. İster beğenin isterse beğenmeyin ama “doğru söze” kimsenin bir şey diyeceği olamaz. Yine geçmişte değer yargılarını yitirmiş bir toplumun hali pür melalini anlatmak için meşhur Ömer Hayyam şöyle demişti: “Bir elde rakı bir elde Kur’an; Ne tam gavur olduk ne tam Müslüman!..” Malumdur ki, hiçbir şeyin yarımından hayır gelmez. “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden ettiği” gibi, yarımlarla yaralanmış “yarım zede” bir toplumdan ne beklene bilirdi!.. Kurtuluş isteyenlerin gideceği adres belli değil mi? Şu “yarımlardan” ve yanlışlardan vazgeçerek; toplumun ilk mühendisinin ihya ve inşa projesine gelerek;
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a-İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız!..” (Ali İmran 3/103)
İşte doğruların sahibinden derdinize derman olacak dosdoğru bir reçete! İster alır özünüze, fabrika ayarlarınıza, fıtratınıza dönersiniz derdi,nize derman olur; ister almazsınız hezimetinize ferman olur!
Karar sizin, bizden hatırlatması!..