GenelOkuyucu Yazıları

Onurlu Bir Mücadelenin Panoraması

16 Ocak 2015 tarihinde  O.D.T.Ü Ortadoğu Araştırmaları Bölümünce “İran İslam Devriminin İslami Hareketler Üzerindeki Etkileri” konulu tez çalışması için Nail Elhan tarafından   İktibas Dergisi yazı işleri müdürü Hüseyin Bülbül ile yapılan söyleşi

Nail Elhan: Öncelikle İktibas Dergisi’nin kuruluşundan ve amaçlarından bahsedelim. Dergi 1980’lerin başında kuruluyor ve o dönemde çok sayıda İslamcı dergiler yayın yapıyorlar. Dergiyi kurarken Ercüment Özkan neyi hedeflemiştir?

Hüseyin Bülbül: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Sayın Elhan, İktibas dergisinin doğum tarihi 1 Ocak 1981 dir. 12 eylül 1980 de ihtilal olmuş, sıkıyönetim ilan edilmiş ve 13 Eylülde bütün İslamcı dergiler kapatılmıştı. O günlerde çıkan İslamcı dergi falan da kalmamıştı. Bu olaydan bir yıl sonra,   Kurucusu olan Ercümend Özkan’ın ifadesiyle “seksen ihtilalının estirdiği zemheri sovuğunda”  yayın hayatına başlamıştır. Özkan,1960’lı yıllardan beri süre gelen İslam hakkındaki araştırmalarını, Türkiye ve dünyada cereyan eden hadiseler hakkındaki görüş ve düşüncelerini, birlikte olduğu bir gurup arkadaşı ile istişare ederek, topluma sunmanın gereğine inandıkları için, bu birikimi fazla iddialı olmayan bir isim olan İKTİBAS’I tercih ederek yayınlamaya karar vermişlerdi.

Bununla Türkiye’de sahasının ilki olan ve Ercümend Özkan’ın kurmuş olduğu Basın Haber Ajansı’nın sağladığı imkânlardan da istifade ederek, gerek yurt içi gerekse yurt dışı kaynaklı dört yüzden fazla yayını tarayarak “mutlaka başkalarının da okuması gerek” cinsinden görülen önemli yorum, haber, röportaj, makale, fotoğraf ve karikatürleri bir insicam içinde okuyucuya sunarak; Sınırlı imkânlarla bunlara ulaşamayan insanımızın bu eksikliğini gidermeyi, silahsız-kavgasız birbirleriyle diyalogunu temin ederek doğrular üzerinde birleşmelerini sağlamaktı.

Zaman olarak, yıllardır anarşinin estirdiği terörün insanlar üzerindeki tedirginliği gitmiş, heyecanı dinmiş, insanların sağlıklı düşünmeye ihtiyaçları vardı. Özkan bu düşüncesini, İktibas’ın ilk sayısının “Selamlayarak” başlıklı yazısında şöyle ifade ediyordu:

“Bu dergiyi insanımızı düşünerek yayınlamaya başladık. Evet, insanımızın Türkiye’de ve dünyada neler olup bittiğinden, nasıl olup bittiğinden haberi olsun istedik.

Dünyayı yönetenlerin, onlara fikir verenlerin neleri nasıl düşündüklerini sizlere iletmek istedik. Ve istedik ki gazete ve dergi okuyamamanın kaçınılmaz eksikliğini gidermekte yardımcı olabilelim. Bu suretle okuyucu ufkunun genişlemesine, daha üst düzeyde ve kapsamlı düşünebilmesi için gerekli bilgiler edinmesine katkıda bulunabilelim. Dünya hızlı bir değişme ve gelişme sürecinde iken, özellikle ülkemiz insanının zamanın gerisinde kalmaması için üzerimize düşeni yapabilmeyi istedik.” İfadeleriyle amacının ne olduğunu okuyucu ile paylaşmıştı.

N.Elhan: Kısaca bahsetmek gerekirse İktibas’ı diğer İslamcı dergilerden ayıran nedir?

H.Bülbül: Bir tarih, iktibasın bürosuna adı İslamcı olan birileri tarafından bomba konulmuştu. Bu nedenle karakolda ifade alan memur Özkan’a aynı soruyu sormuştu. Sizde İslamcı olduğunuzu söylüyorsunuz onlar da. Sizinle onlar arasında ne fark var ki size karşı böyle davranıyorlar? Özkan da bu farkı şöyle anlatmıştı: Konunun anlaşılması için size soralım: Allah’a inanıyor musunuz? Evet. Onun gönderdiği kitaba da inanıyor musunuz? Evet. Öldükten sonra dirilmeye ve hesaba da inanıyor musunuz? Evet. Peki, Allah Teâlâ ahirette hesap günü insanları neye göre hesaba çekecek? Dünyada inanıp yaşamaları için gönderdiği kendi kitabına göre mi? Yoksa insanların kendi elleriyle yazmış olduğu kitaplarına göre mi? Memur, “elbette Allah kendi kitabına göre hesaba çekecek” deyince; Özkan da,  şimdi dersimize çalışacağımız kitap belli oldu. Yani sorumlu olduğumuz Allah’ın kitabına çalışacağız ki, soruları doğru cevaplama şansımız olsun değil mi? İşte biz insanlara dersimize Allah’ın kitabından çalışalım ahirette bu kitaptan sorulacağız diyoruz. (Zuhruf 43/44) Onlar ise şeyhlerinin, üstatlarının, ağabeylerinin, hocalarının ve kendi büyüklerinin kitaplarından çalışmayı öneriyorlar. Bütün farkımız budur” deyince memur, “kısa ama çok açık olarak anlattınız, anladım teşekkür ediyorum” demişti. İşte iktibas dergisinin farkı budur. Başından beri insanları, Kur’an’a ve onu ahlak edinen peygamberimizin sahih sünnetine çağırdı. Ne jakoben laikliğin sopasına, ne ılımlı laikliğin havucuna aldırmadan… Bu anlayış ve duruşunu yetmişli yılların başından beri hiç değiştirmedi. Bunu görmek isteyenler ilk sayımızdan son 443. Sayımıza kadar incelediklerinde göreceklerdir.

N. Elhan: İktibas’ın bir sloganı var. İktibas: Fikir Verir. Şu an derginin bu fikrini ulaştırdığı çevre ne boyuttadır?

H.Bülbül: Bahsetmiş olduğunuz sloganda olduğu gibi İktibas fikir verir. Fikri alıp ondan istifade edecek olan ise onu okuma zahmetine katlanan insanlar olacaktır. Hiçbir tebliğcinin (peygamberler de dâhil) tebliğ ettikleri üzerinde tasarruf etme gücü yoktur. Doğru fikri alıp istifade etmek tamamen kişinin kendi tercihidir. Bir fikrin kıymeti sahiplenen kitlenin kemiyeti ile değil; o fikrin keyfiyeti ile ve Kur’an’a uygunluğu ile ölçülmelidir.  Bununla birlikte okuyucu mektuplarıyla aldığımız tepkilerden öğrenebildiğimiz kadarıyla memnun olan istifade ettiğini belirten kimseler olduğu gibi. Bu güne kadar bildiklerine ters geldiği için tenkit eden, tartışan insanlarda vardır. Ama genel olarak durumdan memnun olan insanlar olmasaydı bu dergi 35 yıldır çıkma şansını bulamazdı. Dergimiz sahasında en uzun soluklu bir dergi olma şansına ulaşmış olmasından dolayı da bizlere rağbet eden sesimize ses veren kıymetli okuyucularımıza teşekkürü bir borç biliyoruz.

N.Elhan: Kuruluş zamanına bakarsak derginin kurulduğu tarihin İran İslam Devrimi’nden sonra olduğunu görüyoruz. İktibas fikrinin oluşumunda ve yaptığı yayınlarda İran İslam Devrimi’nin bir etkisi var mı?

H.Bülbül: İktibas’ın yayın tarihi 1 Ocak 1981 dir. Fakat İktibas’ın fikri alt yapısı İran İslam devriminin on yıl öncesine dayanır. Yetmişlerin başından beri Kur’an kaynaklı bu düşünce, olgunlaştırılarak seksen bir de toplumun gündemine sunulmuştur. İran İslam Devriminin gündeme gelmesi, her Müslüman gibi bizleri de sevindirdi. İslam dünyasında âliminin ve cahilinin İslamın yeniden iktidara geleceğini düşünmediği bir dönemde Allah ölüye can vermiş, gömüldüğü kireçli kuyudan hayata dönmüştü. Özkan yapmış olduğu bir yorumunda şöyle diyordu: “ İran’da şunu gözlemledim. Daha yüzünde tüy bitmemiş gençlerden kadınlara kadar herkes İslamın önemini kavramış, Allah’a dayanmakla ayakta kalınacağını anlamışlardır. Bu nedenle Müslüman olmayanlara itibar kalmamıştır. Bir diğer konu ise İran’daki toplum Müslüman olduğundan beri şii, şii olduğundan beri de Müslüman’dır. Yani Şiilik bütün İran’a kültür olarak anlayış olarak hâkimdir. Mollalar ve siviller bir vücut olarak Humeyni’nin şahsında birleşmişlerdir.”   İran devrimi siyasi yönüyle her türlü takdirin üzerinde bir işi başarmıştır. Tüm dünya Müslümanları için İslam yeniden bir ümit oldu. Ancak düşünsel boyutu için aynı başarıyı ve tutarlılığı gerçekleştiremedi.  Velayeti Fakih anlayışını aşamadı. Humeyni hayatta iken halkın bu yönünü düzeltmek için, mezhebi farklılıkları bir içtihat farklılığı olarak görülmesini ifade ediyordu. Özkan’ın deyimiyle:  Humeyni, Dinini sağ elinde ve önünde tutuyor; mezhebini ise sol elinde ve arkasında tutuyordu.” Namazlarını beş vakitte kılmalarını, Ehli Sünnet kardeşlerine namazda uymalarını ve ezandaki “Aliyyi veliyullah” cümlesi mezhep asabiyetini ifade ettiği için çıkarmalarını söylüyordu. Fakat halk İmam Humeyni’yi Şia’yı unutturmakla suçluyordu. Bütün bunları bilen Özkan İran İslam devletinin devrimin yıl dönümü kutlamalarına davetli olarak gitmiş olduğu İran da, kendisi ile röportaj yapmak için gelen bir ekip, kameralarını açıp ilk soruyu sorarlar: İmamı ve İran İslam devrimini nasıl buluyorsunuz? Sorusuna şöyle cevap verir: “İmamın siyasi düşüncesinin hepsinin altına bende imzamı atarım. Fakat fıkhi anlayışlarının altına tırnağımı bile basmam” deyince; adamlar tezgâhlarını alıp giderler. İmamın vefatından sonra ise tamamen mezhebi özellik daha ağır basmaya başladı. Gerek İran İslam devrimi gerekse dünyanın başka yerindeki herhangi bir hareket mezhebi karaktere sahip olduğu sürece küreselleşmesi mümkün olmadığı için İran İslam devrimi de mevzi kalmaya mahkûm olmuştur.

N.Elhan: Ercüment Özkan’ın İran İslam Devrimi’ne bakışı nasıldı?

H.Bülbül: Özkan İran İslam devrimini şöyle değerlendirmekte idi: “İran devrimi dünyada sanki tarih öncesinden fosili kalmış bir Dinazor’un bir devin uyanışı gibi şok tesiri yaptı. Denizlerdeki med olayı gibi İslam üzerinde de aynı etkiyi yaptı. İran İslam devriminin iki tür etkisi vardır. Birincisi dünya Müslümanlarının üzerinde İslamın yeniden devlet düzeni olarak hayata dönebileceği inancını artırdı. Onları ümitlendirdi ve bu konuda gelişmeleri hızlandırdı. İkincisi ise sanki yeryüzünde her şeye kadir sanılan ve bu yüzden umutlarını yitiren Müslümanların üzerindeki ölü toprağını atmalarında büyük etkisi olduğu gibi; Dünyada ABD ve Rusya’nın değil, yalnız Allah’ın her şeye kadir olduğu hususundaki inançlarını da artırdı.

Devrimin Türkiye Müslümanları üzerinde olumlu ve olumsuz etkileri de oldu. Devrim Şia kültürüne ait hataları içinde barındırmakla hata yaptı. Bunlar Şialıkla İslamlığı bir birinden ayıramıyorlardı.  Yani mezhepleri onların dini olmuş, hâlbuki bütün dünyanın şia olmadığını bilip bunu daha gizlemeleri gerekirdi. Ama onlar biz bununla devrim yaptık dediler. İşte Türkiye de de bazı insanlar devrim yapmak için şii oldular. Bunun da insanlar üzerinde olumsuz etkisi oldu. Bu etki olumlu bakan insanları da soğuttu hatta düşman kıldı. Başarının mezhebe verilmesi aynı mezhep de olmayanlar için kazanç olmaz. Fakat başarı aynı dine atfedilse idi, herkesin kârı olurdu, buna engel oldular.”

Özkan’a göre, İran İslam devrimi bir takım çarpıklıklara rağmen Müslümanların devrimidir, sahiplenmek gerekir.  Özkan yukarıda vermeye çalıştığımız gibi İran devrimini siyasi boyutuyla destekler. Şia kültürüne bağlı kalması, bu konuda değişime en küçük işaret vermemesi yönüyle de eleştirir.

N.Elhan: Ercüment Özkan’ın İslam’a sonradan girmiş unsurları arındırmak ve öze dönmek gibi bir amacı vardı. Bunun tek yolunun ise akletmek olduğunu söylüyordu. Bu nasıl olabilir? Bu amaca Ercüment Özkan tek başına ulaşabildi mi ya da İktibas’ın gücü bunu sağlamaya yeter miydi?

H.Bülbül: Akıl insanın bir şeyi anlaması için Allah’ın kendisine vermiş olduğu düşünme, anlama kabiliyetidir. Bu nedenle aklın üzerinde akledeceği şey önemlidir. Özkan’ın insanlara tavsiyesi; hakkın ve doğrunun kaynağı olarak gönderilmiş olan Allah’ın kitabını ve onu ahlak edinip yaşayan Resulünün sünnetinin üzerinde akletmenin düşünmenin hayati bir öneminin olduğudur. O hep bunu söylüyor ve yazıp anlatmaya çalışıyordu. Bu cümleden olarak Allah’ın tevhit dinine sonradan sokulan her şeyle mücadele ediyordu. İslam’dan başka tüm beşeri sistemleri İslam dışı olarak nitelendirdiği gibi, İslam’danmış gibi görünen tüm mistik hezeyanları, Tasavvufun her çeşidini de İslam’dan ayrı bir din olarak nitelendiriyordu. Bunu bizzat kendi kaynaklarından almış olduğu pasajları dergide iktibas ederek insanların dikkatine sunmuştu.

Ne kadar muvaffak olduğu konusuna gelince, Allah Teâlâ’nın elçisine bile şu ikazı yaptığını görüyoruz:“Sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi bilen de odur.”  (Kasas 28/56) Hal böyle olunca Özkan’ın elinde sihirli deynek yoktu ki dokunduğunu hidayete erdirsin. Allah kimseye böyle bir güç de vermemiştir. Hem peygambere (as) hem de onun yolundan giden müminlere düşen hakkı tebliğ edip doğru olduğuna inandığı şeye insanları çağırmaktır. Kabul edip etmemek ise insanların tercihine bırakılmıştır. Nitekim ilahi çağrıda bu minval üzeredir: “Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Biz, zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) imdat dileyecek olsalar imdatlarına, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeri!” (kahf 18/29) Bununla birlikte bu gayretler birçok insanın kulaklarına kar suyu kaçmasına vesile oldu. İnsanların üzerinde büyük bir etki yaparak çok insanın düşünüp değişmesine sebep oldu. Hak bilinen batılların fark edilmesine de vesile oldu.

N.Elhan: Ercüment Özkan’ın vefatından sonra İktibas’ın yayın politikası veya düşünsel kimliğinde herhangi bir değişim oldu mu? Ercüment Özkan dönemi İktibas ve Ercüment Özkan sonrası İktibas diye bir ayrıma gidersek neler değişti İktibas’ta?

H.Bülbül: Öncelikle şunu teslim edelim ki, Ercümend Ağabeyimiz, yeri kolay doldurulabilecek bir kimse değildir. O, tek başına hem hayatın hem de derginin maddi ve manevi yükünü taşıyan bir kimseydi. İlk zamanlar 15 günde bir 32 sayfa, sonraları sayfa sayısını ikiye katlayarak ayda bir olmak üzere 14 yılda (hastalığı sebebiyle iki yıl ara verildi) 12 cilt 192 sayı çıkarmaya muvaffak oldu. Derginin yazılarını yazmadan, pulunu yapıştırmaya varana kadar bizzat meşgul olmaktan kendi ifadesiyle “şasem eğildi” diyordu. Buna rağmen bir gün olsun bırakmayı düşünmedi. O’nun bu azmini hiçbir şey kıramadı.

O bir yandan maddi ve fiziki sıkıntıları göğüslerken, diğer yandan da devletin tutuklamalarına, halkın sözlü ve yazılı hakaretlerine karşı göğüs geriyordu. Söylenmedik söz, yapılmadık hakaret kalmamıştı. Fakat o bir ”buz kıran” gibi yoluna devam ediyor asla hız kesmiyordu. Allah’ın rızasını düşündükçe bütün olumsuzluklar onun şevkini ve azmini artırıyordu. Son kalp krizini de atlatıp biraz kendine geldiğinde şöyle dua ediyordu Rabbine:

“Yâ Rabbi! Bunca öğrendiğim bilgiler mezarda börtü böceğin işine yaramaz, ben bunları toprağa gömmek istemiyorum. İnsanlara ulaştırmak için bana fırsat ver.” Rabbi ona o fırsatı veriyor ve ender görülen bir iş gerçekleşerek beş damarı tıkalı olan kalbi kendi kendini baypas ediyordu. Ömrünün kalan kısmını o şehirden bu şehre, bir konferanstan diğerine dolaşırken, Rabbi onu bu minval üzere iken Adana seyahatinde teslim alıyordu.

İşte onun bu azmi, bizlerin sağlığında kendisine veremediğimiz desteği ve gösteremediğimiz gayreti, el birliği ile ortaya koymamıza vesile oldu. Rabbimizin yardım ve inayetiyle vefatını takiben görevi devralarak, kesintisiz 21 yıldır taşımaya çalışıyoruz. O hayatta olsaydı elbette bu yıllar daha farklı olacaktı. Onun yerini doldurmak yokluğunu hissettirmemek mümkün değildir. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, onun açtığı çığırdan ayrılmadan, ortaya koyduğu anlayıştan taviz vermeden, aynı duyarlılık ve dikkatle bu damarı, sahih İslam anlayışı damarını devam ettirmeye gereken ihtimamı gösteriyoruz.  Dergimizin eski ve yeni sayılarını gözden geçirenler, bunun doğruluğunu göreceklerdir.

Bu uzun soluklu maratonda bizlere maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen tüm kardeşlerimize ve vefakâr okuyucularımıza yürekten minnettarız. Canımız sağ oldukça,  Rabbimizin de yardımıyla bu hizmeti sürdürmeye kararlıyız. Yüklenmiş olduğumuz bu sorumluluğun üstesinden gelmek için gerekli olan donanımı ve istidadı Rabbimizden niyaz ediyoruz.

N.Elhan: Tarikatlar ve tasavvuf hakkında Ercüment Özkan çok sert eleştirilerde bulunmuştur. Peygamber sonrasında eklemelerle, yorumlamalarla farklı bir din yapıldığını söylüyor İslam’ın. Bu nasıl mümkün olmuştur, insan-ı kâmilden, barıştan, kardeşlikten ilgili oldukları iddiasındaki tarikatlar, tasavvuf ekolleri var. Bunu kabul etmeyişinin sebepleri nelerdir? Tümden reddetmek doğru mudur?

H.Bülbül: Tasavvuf İslam ile esastan en temel olan tevhit akidesinden ayrıdır. İslam, “La ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) esasını getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef almıştır. Tasavvuf ise bu esasla bağdaşması mümkün olmayan “La mevcude illallah” (Allahtan başka mevcud / var olan bir şey yoktur) akidesinin sahibi olmuştur. Ki bunun meşhur adı “Vahdeti vucud” (Vücud birliği yani yaratıcı ve yaratılmış diye bir ayrım yoktur. Hepsi bir tek varlıktır. Gördüğümüz sadece bir görüntüden ibarettir. Ete kemiğe büründüm yunus olarak göründüm veya yeni versiyonu ile: Mahmut Usta Osman Oğlu olarak göründüm demektir ki bu Allah Teâlâ’nın eşyaya hulul etmesi demektir.)

Allah ise Kur’an’da: ”Allah yarattıklarından hiç birisine benzemez” (Şura 42/11) buyurduğu halde. Özkan bunu Tasavvuf Ve İslam isimli kitabında şöyle anlatır: “Tasavvuf, yaratılanların tümünün Allah’ın benzeri olduğu inancındadır. Tasavvufun büyüklerinden ve ona şeklini verenlerden biri olarak nitelendirilen Muhıyddin’i A’rabi  Fususil Hikem adlı eserinde: “ Hakikat budur ki Halik  Mahluk, Mahluk Halık’dır. Bunların hepsi tek bir varlıktır. Hayır, belki o tek varlıktır. Ve yine o çokluk içinde olan varlıktır (F.Hik. s. 78-79) diyor. Kitabında devamla: “şu halde Firavunun iddia ettiği “ben sizin en yüce Rabbinizim” sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar o iktidar hakkın / yani Allah’ın aynı ise de, Firavun suretinde tecelli etmiştir” diye sürdürüyor inançlarını açıklamayı. Bu nedenle Özkan tasavvuf için şu cümleleri kurmuştur:

“Tasavvuf dış görünüşü itibariyle Allah’ın dininin yerine geçerek onu temsil ediyor görünmüştür. Bu manzaranın adına geliniz, “batılın hak kılığında; kurdun kuzu kılığında” görünmesi diyelim. Bu deyimde hiçbir mübalağa bulmuyoruz belki deyimimizi maksadımızı ifadede aciz bile buluyoruz. Tasavvufun hak kılığında görünen en büyük batıl olduğu kanaatindeyiz. Bu hali ile de Allah’ın kullarını kolayca saptırmaktadır. Şirk ehlinin İslam’dan öcünü Tasavvuf kanalıyla aldığı kanaatindeyiz. Zira tevhide Tasavvufun verdiği zararı hiçbir küfür çeşidi vermemiştir.”(Tas.ve isl. s. 22) Bu nedenle “küfre hasımlığımız, İslam’a olan hısımlığımızdandır.” İşte bu hasımlık ve hısımlık tevhidi düşündüğünü iddia eden herkes tarafından sürdürülmek zorundadır.

N.Elhan: Humeyni dönemi ile Humeyni sonrası dönemi karşılaştırırsak İran dış politikasında devrim ihracı yönünden bir değişim olmuş mudur? İran rejimi, rejim ihracı politikasını tevhidi bir yönde mezhep gözetmeksizin devam ettirmiş midir yoksa bu politika Şii mezhepçi bir yöne mi gitmiştir?

H.Bülbül: Devrimin ilk yılarında özellikle İmam hayatta iken devrimin ihracı konusunda bir şans görünüyordu çünkü imam mezhebi engeli aşarak dinin öne çıkması için gerekli gayreti göstermesine rağmen, içerdeki bağnaz kesim tarafından Şia’yı yok etmekle suçlandı. Bu bağnazlık sadece Şia’da olan bir kusur değildi. Kendilerini ehlisünnet olarak niteleyen kesim de aynı bağnazlığı gösterdi. Bunun iki sebebi vardı. Birincisi küresel emperyalizm İran İslam devrimi ile şok olmuş, bütün değerleri alt üst olmuştu. Eğer bu anlayış yıllardır seküler değerlerle öldürmeye yok etmeye çalıştıkları İslam dünyasının diğer yerlerine de sıçrarsa işin altından kalkılmaz olacak ve batının enerji kaynakları dünya görüşleri bitecekti. Bunun için buldukları çare Mezhep ayrılığını körükleyerek devrimi İran’da hapsetmek için kolları sıvamak oldu. İkincisi Müslümanların içinde yaşadığı ulus devletlerin de işine gelmeyen bu durumu ulus devletler de destekleyerek ülkelerine devrim tehlikesinden diğer bir ifadeyle İslam tehlikesinden korumak için ellerinden gelen gayreti gösterdiler. Sonuçta İran İslam devrimi ve beraberinde İran devleti dünyada yalnızlığa itilerek etrafı boşaltılmaya çalışıldı. Bölgede yıkılan eski Sovyetler birliğinin bakiyesi ile iş birliği yapan İran teknolojik kalkınmasını tamamlamaya çalışsa da İslam devrimi İhracı mezhepçiliğe kurban edilmiş oldu.

N.Elhan: Radikal İslam’a veya Devrimci İslam’a ne oldu? Düzenle barışan bir noktaya mı geldi, dönüştü mü? Yoksa varlığını sürdürüyor mu?

H.Bülbül: kitlelerin “devrimci İslam’ı” saksıda yetiştirilen gül misali ömrü pek kısa oldu. Mahir Kaynak’ın ifadesiyle ulus devletlerde ABD nin yeşil kuşak projesinin tezahürü olarak kitleselleşmesine müsaade edilmişti. Bu mümbit arazide İslam beklenenden fazla gelişince; sağdan üretilen partilerle ılımlı İslam çizgisine çekilerek dönüştürme faaliyetlerine kapı aralandı. Yetmişlerden bu yana yürütülen bu çalışmalarla kitleler radikal İslam’dan ılımlı İslam‘a terfi ettirildi. Yeni dünya düzeninin geliştirdiği son projelerle jakoben Laiklik ılımlı laikliğe, ılımlı İslam da ılımlı Laikliğe terfi ettirilerek izdivaçları sağlanmış oldu. Bunu kotarmak için şimdilerde paralel yapı olarak nitelenen ekibin yazarlar birliği vakfının kanalıyla Abant toplantılarında pişirilen işler sayesinde “Demokrasi eşittir İslam” olarak sonuç bildirgelerinde ilan edildi.  Sonuçta seksenli yılların “radikallerinden” oluşturulan bu yapı, yenidünya düzeninde, yeni Türkiye’nin iktidar aktörlerini sahneye çıkardı.

Bunların yanında sahih İslam damarını devam ettiren Müslümanlar ise bu oyuna katılmayarak varlıklarını hak bildikleri yolda devam ettirmektedirler. Bunlar için değişim veya dönüşüm söz konusu olmadı.

N.Elhan: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelişinden itibaren İslam Devrimi’nden sonra Türkiye’de oluşan İslamcı atmosfere katkısı ya da zararı olmuş mudur? Katkı veya zarar olmuşsa bunlar nelerdir?

H.Bülbül: Bir önceki sorunun cevabında ifade ettiğimiz gibi sağcı partilerin gayretleriyle kitleler değiştirilip dönüştürüldü. Bunu bazen sopa bazen de havuç yöntemini kullanarak yaptılar. Yazarçizer kadrolarından, sivil toplum örgütlerine, Tasavvufi cemaatlerden, cami derneklerine, ev sohbetlerine varana kadar her yolu kullanarak bu değişimi sağlamaya muvaffak oldular. Geride marjinal olarak kalan “bir Köroğlu bir ayvaz” misali çok az insan kalmıştır. İnanıyoruz ki Allah, ölüden diriyi diriden de ölüyü çıkarmaya kadirdir.  Sözlerimi şu ayetlerle noktalamak istiyorum: “İslâm’a çağırıldığı halde Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola ulaştırmaz.  Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır. “ (Saff 61 / 7-8)

N.Elhan: Bizleri kırmayıp zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.                                                                                                         

H. Bülbül: Biz de teşekkür ederiz.

         —-

Etiketler
Daha Fazla

İlgili Makaleler

2 Yorum

Hüseyin bülbül için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir